Kral Arthur efsanesini duymayan yoktur. Dünyaya hakim dil ve kültürün en önemli motifi olunca, çizgi filmlerden sinemaya, edebiyattan reklamcılığa her yerde işleniyor, görünür oluyor elbette. Türkiye’de şöyle bir test yapsak, 40 yaş altı hemen herkes Kral Arthur adını duyduğunu, bunların büyük bir kısmı da, Arthur’un bir kılıçla alakası olduğunu düşünmeden söyleyiverir. Kılıcın adını bilenlerin sayısı da muhtemelen Alpamış’ı duyanların sayısından fazla çıkacaktır.
Başkalarının efsanelerini okuyan, masallarını dinleyenler başkalaşır mı? Karşılaştırmalı Mitoloji kitabımda bu sorunun cevabını evet olarak vermiştim. Fakat işin şu tarafı da var: Başkalarının efsaneleri nasıl böyle meşhur oluyor?
Elbette ekonomik güç, kültür endüstrisi tesis ederek mitleri, folklorik motifleri alıp, işleyip bambaşka bir form ve işlevle sunmayı mümkün kılıyor. Ancak meseleyi yalnızca ekonomik güçle açıklamak yanlış gibi, zira tükettiğimiz sanat eserleri sadece güçlü bir propaganda ağı arkalarında olduğu için değil, içeriklerinde ciddi olarak güçlü bir sanatçı ruhun izleri olduğu için etkili oluyorlar. Bu bağlamda Kral Arthur motifi üzerinden, bizim edebiyatımızda olmayan bir şeyden bahsedeceğim.
Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri, muhtemelen Keltik bir kökene dayanıyor; efsanedeki isimlerin çoğu Galce. Ancak son haliyle, diyebiliriz ki, kıta Fransa’sından gelen şövalyelik öyküleriyle birleşmiş ve kendi kemaline ermiş. Uther’in oğlu Arthur, çeşitli badireler atlatan, sarayında sürekli entrikalar yaşayan bir tür “seçilmiş adam”, bir tür yeryüzü cenneti olan Camelot’un yükselişi ve düşüşünün baş kahramanı.
Fakat Arthur kadar önemli bir bileşen var ki, tek bir “Kral Arthur Efsanesi” yerine “Arthurian Efsaneler”den bahsetmemizin sebebidir: Yuvarlak Masa Şövalyeleri. Bu şövalyelerin hemen hepsi, Arthur kadar olmasa da başat karakterlerdir, kendi hikayeleri vardır, hatta bazıları Arthur’dan bile bilindik hale gelir. Kimisinin aşk macerası, kimisinin kutsal kasenin peşine düşüşü, müstakil bir öykü teşkil eder, Arthur bir tür sahnedir, arkaplandır, alt hikayelerde bu arkaplan kullanılır ama başkalarının hikayeleri anlatılır. “Kara Şövalye”den “Göl Perisi”ne birçok tanıdık motif, Arthur külliyatının bakiyesidir.
Hem İngiltere’de, hem Fransa’da ve hatta İtalya’da, Arthur temalı anlatılar ortaçağ edebiyatında ciddi yer tutar. Öyle ki, mazmunlar türer bu külliyattan, şövalyelik idealine en uygun karakter Galahad’dır, Galahad başka ve alakasız birçok metinde ideal şövalye anlamında kullanılır hale gelir. Bu yer tutuş Rönesans sonrası eski mitlerin yeniden keşfiyle daha da belirginleşir; birçok şair Arthur temalarından beslenir, roman türü ortaya çıktığında, Arthur romanslarından motifler ödünç alınır. Basit bir Arthurian öykünün kahramanı olan The Lady of Shalott, Alfred Tennyson’un elinde, mesela, neredeyse Arthur kadar ünlü bir karaktere dönüşür. Tennyson’un şiirinden sonra ressamlar tablosunu yapmaya başlar, müzisyenler şarkısını besteler. Üstelik, Tennyson’un yahut diğer şairlerin yaptığı, öyküleri yeniden anlatmak değildir, öyküdeki motifleri işleyip, bambaşka bir forma sokmak, dönüştürmektir. Tristan ve Isolda, Gawain, Galahad, Lancelot… Her birinin öyküsü, İngiliz edebiyatında “güneşin altında yeni bir şey yok” dedirtecek kadar sık tekrar eder, başka suretlere girerek ebedi yaşar.
Arthur’un, daha doğrusu Arthurian Efsanelerin bizim kültürümüzdeki karşılığı nedir peki? Dede Korkut Öyküleri gibi geliyor. Fakat Dede Korkut, tabii, birebir karşılık değildir, şekli de, içeriği de farklıdır. Mesela Arthur kadar baskın bir yönetici figürü yoktur; Bayındır Han hemen hiç görünmez, Salur Kazan ise daha görünür olsa da, birçok hikayede unutulur. Ancak Arthur efsanelerindeki gibi, her birinin kendine has öyküsü olan başat karakterlerimiz vardır, hatta öyle ki, bazısı sadece birkaç yerde geçse, kendi adına bir “boy” olmasa bile, oldukça işlenmiş bir karakter olduğunu hissettirir. (Demir Donlu Mamak, Büğdüz gibi) Ancak herhalde en önemli karakter, Türkiyatçıların Alpamış mitiyle şüphe götürmez bir ilgi kurdukları Beyrek karakteridir. Hatta halkbilimciler, Beyrek etrafında dönen anlatıların, folklorumuzda hala yaşadığını, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Beyrek öykü ve masallarının hala yaşadığını tespit ederler. Anadolu Türk kültürünün Arthur eşdeğeri, keşfedilmeyi bekleyen hazinesi Dede Korkut’tur.
Fakat bizde eksik olan Tennyson. Yaşar Kemal, vaktiyle Binboğalar ve Çukurova civarından derlediği ağıtlar ve öykülerden beslenerek bir roman yazmıştı, hala edebiyatımızın en önemli eserlerinden biri kabul edilir. Attila İlhan, kendisini şöhrete taşıyacak basamakların ilki olan ödülünü, Anadolu türkülerinin sesinden ilham alan, ama onları taklit etmeyen, “rivayet şöyledir kim / dumanlı bir güz akşamı / şu mor dağlar efendim / destur demiş de yürümüş / silkinip kalkmış ayağa” dizeleriyle almıştı. Folklorik motiflerden beslenen yetenekli bir şair yahut romancı, evet, çok başarılı oluyor. Ancak Dede Korkut hala tam anlamıyla beslenilmemiş, istifade edilmemiş bir kaynak, hem de bütün pınarlara kaynaklık eden bir kaynak olarak hala orada duruyor.
Tabii sırf milliyetçilik yeterli değil. AKP Türk-islamcılığı keşfettiğinden beri Türk tarihi temalı birçok proje kaynak buluyor, uygulamaya konuyor. Prodüksiyon da günden güne profesyonelleşiyor. Ama çoğu içerik beş para etmez. Marş yazıyorlar mesela, o kadar pespaye ki, incelemeye değmez. Senaryo yazıyorlar kötü, mit yaratıyorlar cazibesiz. Arthur efsanelerinden çıkıp gelmiş Tristan ve Isolde Wagner’in operasına konu oluyor, fakat bizim yurdumuzda çıkan benzer eserler ancak protokolün alkışını alıyor.
Övünmek gibi olsun, vaktiyle bir senaryoda tarihi bir ozan karakteri konuşturmamız lazımdı. Senarist bendim, hemen, irticalen bir deyiş yazıverdim. Senaryoyu okuyan herkes deyişin kaynağını sordu; hakiki zannetmişlerdi. Hayır, sadece işimi çok ciddiye alıyordum, hafızamdaki deyişleri yokladım, onların ruhundan iki kıta söyleyiverdim. Bunu bu kadar kolay yapabilmemin sebebi doğduğum günden beri o ruh ikliminde yaşıyor olmamdı. Eh, biraz şiir yeteneğim de var, zor olmamıştı bu yüzden.
Bize hem yetenekli, hem o ruh iklimini içinde taşıyan, dolayısıyla ortaya koyacağı eser suni bir his vermeyecek edipler lazım ki, Dede Korkut bir tür Türk rönesansının, yeni bir Türk edebiyatının hakim teması, motif, kurgu ve üslup kaynağı olsun. Yeter ki, Dede Korkut’tan yahut “Eski Türkler”den bahsedince mutlaka bir kahramanlık havası, mutlaka gına getiren bir üstünlük taslayışı anlamayan insanlar bu metinlerle uğraşsınlar. Modern insanın trajedisini, eksiğini, çıkmazlarını, duygularını, sahnelerini Tennyson’un yapabildiği gibi köklü ve etkileyici bir kaynağın ilhamını kullanarak işlesinler.
Dede Korkut’tan en sevdiğim öyküyü İngilizceye çevirmiştim. Bizim kültürümüze has birçok motif olmasına rağmen, okuttuğum yabancılar gerçekten çok sevdiler. İlgi duydular. Her şeyden önce edebiyatın hakkını veren, ideolojik saplantılarını rafa kaldırmış edipler Dede Korkut’tan beslenirlerse, belki bir gün İngiltere’de gençler Dede Korkut kim diye sorsak hiç değilse kulaktan dolma bilgi sahibi olur, birkaç karakterin adını söyleyebilirler.
M. Bahadırhan Dinçaslan