İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün odasında yaptığı bir konuşmanın sızdırılmasından sonra, İslamcı çevreler kendisini ahlaksız bir şekilde linç ettiler. Ahlaksız diyorum, zira “çocuklarımızı zehirliyor”, “işinden atılsın” gibi saçma argümanların yanında, “kafası kesilsin”, “cezası ölümdür” gibi suç teşkil eden argümanları da gördük. Bu yazı, düşünceleri sebebiyle 21. Yüzyıl Türkiye’sinde hala karanlık odakların hedefi, bu odakların yönlendirdiği yığınların nefret objesi olan bir akademisyenle dayanışma yazısıdır.
Öztürk, uzunca bir zamandır “tarihselcilik” şemsiye sıfatıyla tarif edilen dini görüşüne dair yazıp çiziyordu. Aşağı yukarı son birkaç yıldır da, yılda bir defa bu tür saldırıların hedefi oluyordu. Fakat bu sonuncusu islamofaşist iktidar döneminde özgür düşünmeye çalışan her bireyde hasıl olduğu gibi bıkkınlığa sebep oldu ve hoca görevi bıraktığını açıkladı.
İslamcıların Öztürk’e saldırılarının ahlaksızlığı ve yanlışlığının iki boyutu var. Birisi işin akademik ahlak ciheti, diğeri hukuki cihet. Akademik ahlak ciheti en önemlisi: Bugün insanlara din diye anlatılanların kısm-ı küllisi alimlerin yazdıklarıdır. Bu normaldir de, ama insanlar zannediyor ki İslam 1400 yıl önce indi ve olduğu gibi kaldı, bütün sorulara cevap verdi. Hayır; nasıl Kuran’ın inişi bile bir anda olmadıysa, yıllara yayıldıysa ve hatta bazı ayetler önceki ayetleri neshettilerse, İslam’ın da şekillenişi asırlara yayılmıştır. İslam’a katılan her yeni topluluk, karşılaşılan her yeni coğrafya, tecrübe edilen her sosyal dönüşüm dinin içeriğini, tarifini, hatta emir ve yasaklarını değiştirmiştir.
Şu halde, bugün “din budur” diyerek sunduğumuz bütün tarifler, vaktiyle soru sormayı başarabilmiş alimler sayesindedir. (Burada bir parantez açalım: Eleştirel Müslümanlarda son zamanlarda İslam alimlerini aşağılamak moda oldu. Ne dedikleri ve benim onları destekleyip desteklemediğim ayrı olmak üzere, özellikle kader, halk-ul Kuran gibi meselelere kafa yoran alimlerin eserleri incelendiğinde, zehir gibi bir zeka görürsünüz.) Söz gelimi, kader ve irade konusunda “mantık ve akıl” rehberliğinde görüşler ortaya koyan Mutezile’ye Eşarilerin karşı çıkışı:
Buluğa ermemiş ve İslam fıtratı üzerinde ölmüş bir çocuk düşünelim. Keza, bunun gibi buluğa ermiş bir müslim ile buluğa ermiş bir kâfiri düşünelim. Ahirette, İslam’ın icabını yerine getirmiş olan buluğa ermiş müslim kimsenin durumunun iyi olacağı ve sevap göreceği meydandadır. Bu kimsenin manevi derecesi, şüphesiz buluğa ermeyen müslim çocuğun derecesinden daha üstün olacaktır. O vakit müslim çocuk Allah'a şöyle bir soru tevcih edebilir: "Ey Rabbim! Eğer bana ölmeden önce buluğa erdirecek fırsat verseydin, Senin yolunda çalışır, derecemi yükseltirdim" meâlinde sözler sarf edebilir. O zaman bu çocuğa Allah tarafından şöyle bir cevap verilebilir: "Eğer sen daha fazla yaşasaydın günah işlerdin. Senin hakkında erken ölmek, en hayırlı idi." Bu durumla ilgili olarak buluğa ermiş olan kâfir şöyle bir itirazda bulunabilir: "Ey Allah'ım! Beni Cehenneme attın; eğer beni de müslim çocuk gibi erken öldürseydin, günah işlemek fırsatını bulamazdım ve şimdi de Cehennem'de yatmaktan kurtulurdum.”
Mutezile akıl ve mantık rehberliğinde hareket ederken, Eşari tutarlılık rehberliğinde hareket ediyor: Kadir-i mutlak, öncesiz ve sonrasız olan bir Tanrı fikriniz varsa, Eşari gibi düşünmek zorundasınızdır, yoksa tutarsızlık olur, Tanrı’ya tahdit getirmiş olursunuz. En başta böyle bir Tanrı var mıdır yahut olabilir mi sorusu; evrimin öncesini sormak gibi – o soruya abiyogenez cevap verir, din de “Tanrı var mıdır” yahut “olabilir mi?” sorularına cevap verecek mahiyet ve konumda değildir.
Her ne ise, İslam’ın şekil almasını sağlayan alimlerin aklına gelen sorular, bu sorulara dair verdikleri örnekler, bulunan cevaplar yahut karşı çıkışlardır. Bu dün mümkün olabiliyordu; meşhur İslam alimlerinin herhangi birinin herhangi bir kitabını okuyan ortalama bir Müslüman muhtemelen yorganı başına çeker sabaha dek ağlardı. (Tasavvuf ehlinin eserlerini okuyan bir Müslüman intihar bile edebilir. Tanrı’ya “yoksun” diyen Niyazi Mısri gibi, mesela.) Bu soruları sorma cesaretini bulmak dahi Müslüman toplumlarda kötü bir şeydir, ortalama bir Müslüman bu sorulardan uzak durması gerektiği fikriyle yetiştirilir. Ancak vaktiyle, İslam daha tazeyken alimler sorabilmişler, aralarındaki çatışma, çekişme ve uzlaşmalar sonucu bir dönem dine son hali verilmiş. Uzun bir zamandan bu yana ise, böyle sorular sorulamıyor, Müslümanız da Müslümanız diyerek tamtam çalanların neden yeniden büyük alimler yetişmiyor diye hayıflanmasının sebebi biraz da bu.
Öztürk’ün sorduğu sorular ve genel sorgulayışı da yeni değil zaten – evvel emirde “Kuran mahluk mudur?” tartışmasıyla başlamış argümanlar yumağının çizgilerinden biridir. Mahluk olsa ne, olmasa ne dediğinizi duyar gibiyim: İslam alimleri şimdinin Müslümanlarına pek benzemezlerdi, meseleyi önemserler, Kuran’ın yetmediği meselelerde hüküm çıkarılacağı zaman doğru kurulmuş bir altyapı gerektiğini düşünürlerdi. Bu yüzden her meseleyi didiklemişler, üzerine düşünmüşlerdi. (Ancak akıl-mantık yahut felsefe çizgisi değil, “Allah vardır ve her şeyi bilen, her yerde olan, her şeye gücü yetendir” ön kabulünden sonra bu fikirle tutarlı olma gerekçesi-çizgisi öne çıktı, kazandı. Eh belki de Müslüman kalabilmelerinin nedeni buydu.) Sorun, bugün İslam üzerine benzer soruların sorulması mıdır?
İşin hukuki tarafı daha önemli: İlahiyat fakülteleri medrese midir? Öztürk’ü “ateist”, “dinsiz” olmakla, gençleri zehirlemekle itham ediyorlar. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre, İlahiyat fakültelerine girişte sınav puanı ve lise yeterliliği dışında şart aranıyor mu? İnanmayan bir insan, sırf paşa gönlü öyle istediği için, ilahiyat fakültesine giremez, okuyamaz, hatta hoca olup dinler tarihi ve din felsefesi alanında araştırma yapamaz mı? Yapar ve yapmalıdır. Zira üniversitelerde yegane yol gösterici bilimdir, fendir. Bilimsel yöntem ve düşünce etiği dışında hiçbir şeye sadakat kabul edilmez: Üniversiteye giren adam “bilmiyorum” diyerek girer, aldığı her merhalede, bir sonraki merhaleyi de bilmediğini itiraf ederek büyür, yükselir. İlahiyat fakülteleri, “falanca duanın şifa etkisi” temalı ve başlıklı tezlerin değil, “Matüridi’de nesh problemi”, “Cebriyye’ye reddiyeler ve Kuran mesnetleri” gibi tezlerin yuvası olmalı; bunu sağlamanın da yegane yolu, ilahiyat fakültelerinin bir “üniversite şubesi” olduğunu hatırlamak. Buralar tarikat menfezleri değildir, medrese de değildir (hoş, medreseler bunlardan daha bilimsel, daha faydalı idi), dinin ispatlandığı, yanlışlandığı yerler de değildir. Dinin incelendiği, anlaşıldığı, bütün yönleriyle anlatıldığı yerlerdir.
Yanlış ve olmaması gereken bir kurum olduğunu düşünsem de, Diyanet İşleri’nin din hizmeti personelinin inançsız olması düşünülemez. Yahut, aynı kurumun personelinin Din İşleri Yüksek Kurulu’nun tespitlerine aykırı bir din anlayışını yayması da. Zira burada -dediğim gibi esasında devletin böyle bir görevi olmadığını düşündüğüm için karşı olsam da- devlet tarafından belirlenmiş bir din hizmeti görevi vardır ve bunun şartlarını taşımamak, memuriyete ihanet olur – devletin çizdiği sınırların dışına çıkmak da öyle. Fakat bir ilahiyat fakültesi hocası dinsiz olabilir, dini yeniden yorumlayabilir, kendi dinini kurabilir yahut bunları hiç umursamayabilir. Onun böyle bir misyonu yoktur, yüksek lisans, doktora tezleri değerlendirilirken, kitapları analiz edilirken kıstas “takva” değildir, bütün sosyal bilimlerde geçerli olan disiplin, nitelik ve literatüre katkı kıstasıdır.
Fatih Doğrucan’ın tespit ettiği gibi, tarikat şeyhi vahiy hakkında “ayeti cinsel organınıza okuyun” dediğinde itaat eden örgütlü cehalet, Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ü “vahiy lafz ile değil manen kutsaldır” dediğinde kafir ilan etmiş. Örgütlü, cahil ve hatta aptal kalabalıklar bunu hep yaparlar, yapmaya devam edecekler. Ancak bunun karşılık buluyor olması korkunç: Dün, ülkemizde dini görüşleri sebebiyle öldürülenler vardı. Bunun travmasını yaşadık, nelere mâl olabileceğini, ne sonuçlara yol açacağını da komşularımızın defaatle yaşadığı trajedilerde gördük. Yeniden böyle mi olacak? Yasa, devlet, hükumet, medya, toplumsal etki merkezleri ve kanaat önderleri bu popülizmle nereye gidecek? Ahlaksız yığınlara, “oturun oturduğunuz yerde, laik, demokratik hukuk devletinde herkes istediğini düşünmekte özgürdür, yasaları ihlal etmediği takdirde senin yegane tasarrufun kendi bokun üzerindedir” demeyecek miyiz?
Rafızi, “terk eden” demek. Öztürk’ün görüşlerinin “doğru olup olmadığı”yla ilgilenmiyorum; hem bu konudaki birikimim kendisinden azdır hem de mesele gerçekten ilgi alanımda değil. Ancak Rafızilik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir hürriyettir, sürüden ayrılmayı, başka türlü düşünmeyi, hele din gibi nazik ve tepki çekmesi, örgütlü kalabalığı gaza getirip adamın evinin kapısına meşalelerle dayandırması kesin olan bir alanda aykırı olmayı başaran adama, yalnızca bu bağlamda ve bu duruşun yayılmasını temenni ettiğimden, destek vermeyi bir borç bilirim. Sözüme kıymet veren herkesi, Mustafa Öztürk'le dayanışma göstermeye davet ediyorum. Bizim sesimiz onlarınki kadar yüksek çıkmasa da, bu sesi çıkarmazsak, yarın “bunların istediği gibi Müslüman” olmadığımız için dinle alakasız işimizden atılacak, ikinci sınıf muamelesi görecek, öz yurdumuzda parya olacağız. Kalabalık, linç gürühu, bir alay kendini bilmez sosyal medya trolü, akademiye hakim olunca, sonumuz hayırlı mı olacak?
M. Bahadırhan Dinçaslan