Kamusal alan fikri, maalesef Türkiye’de henüz anlaşılmış değil. Kamusal meselelerde özelin dahlini savunuyor, özel alanı ise kamusallaştırıp burada cemiyetin yahut devletin tasarruf sahibi olması gerektiğini söylüyoruz.
Bunun en güzel örneği medya sansürüne dair toplumun tavrında saklı. Aileler sık sık bazı filmlerin, kitapların, hatta sosyal medya içeriklerinin “yasaklanması”nı talep ediyorlar. RTÜK ve diğer düzenleyici müesseseler, insanların para verip abone oldukları, devletin -varsa- sağladığı altyapı imkanlarından “bedelini ödeyerek” faydalanan, dolayısıyla umumi kanunlara aykırılık durumu haricinde (telif haklarını ihlal etmek yahut suç teşkil eden fiilleri işlemek) hiçbir şekilde devlet düzenlemesine tabi olmaması gereken alanlarda bile müdahil oluyorlar. Evimde, mesela, Netflix ve Tivibu isimli iki özel, para vererek satın aldığım içerik sağlayıcısı var. Tivibu’da film izlemek istediğimde, sigaranın sansürlendiğini, küfrün sansürlendiğini görüyorum. Netflix henüz o kadar kötü durumda değil -sağladığı içeriği genelde kötü bulmakla beraber- ancak devletin elinin ona da uzanması an meselesi.
İnsanın aklına Karakoç’un ölümsüz dizeleri geliyor: “Sorma Hasan sorma köyün halini / Delindi köprüler geçemez olduk / Herifler her yere sokar elini / Keyfimize göre sıçamaz olduk.” Son olarak üç Youtube yayıncısının “yasaklanması” için birtakım “kaygılı veliler” başvuruda bulunmuşlar. İçeriklerini hiç görmediğim fakat beğenmeyeceğimi tahmin ettiğim bu yayıncıların ürettiği içeriğin engellenmesini geçtim, bu veliler tarafından, “çocuklarının kötü etkilendiği” gerekçesiyle “şikayet edilebilmesi” bile abestir.
Bu hadsiz ve arsız, dolayısıyla ahlaksız tavrın arkasında komünal, kolektifçi bir zihniyet yatıyor. Apartmanda kızıyla yaşayan boşanmış anneyi taciz eden adam haberinin arkasında yatanla, bu şikayetçi tavrın arkasında yatan aynı: Cemiyeti büyük bir aile zannediyoruz. Cemiyet, bizim zihnimizde ailenin ötesinde, zatında bir kavram değil, biraz büyümüş bir ailedir. Klan döneminden kalma alışkanlıkla jenerik yabancı yaşlıya amca ya da teyze dememiz gibi, cemiyeti amcalar ve teyzelerden oluşan bir büyük aile gibi görüyor, amca ve teyzelerden beklediğimizi cemiyetten bekliyoruz: Çocuk büyütmeye yardım. Ortalama bir Türk’ün zihninde çocuğu, bütün cemiyetin üzerine titremesi gereken nadide bir çiçektir. Çok zekidir (ama genellikle çalışmıyordur), çok özeldir, çok kıymetlidir. Bütün cemiyet, o çocuğun etrafında dönmelidir: İnsanların ürettiği bütün içerik, gündemine o çocuğun gelişimini alarak tasarlanmalıdır.
Ben, mesela, karanlık, gotik, yer yer dehşetli, ürkütücü, hatta bazen mide bulandırıcı içerikten hoşlanırım: En sevdiğim filmler The Crow, Sweeney Todd, Sleepy Hollow (…) hemen hepsi ortaokul çağını geçmemiş bir çocuk için sakıncalıdır. Fakat ben bunlardan beslenirim, bunlardan zevk alırım. Yahut korsan filmlerinden, şarkılarından – şarkı sözlerinde öyle ifadeler vardır ki yetişkin bir adam dahi hafiften ürperir. Summoning dinlerim mesela, umudun ve ışığın öldüğü yerden çığlıklar duymayı sever, bir at ölüsüne yazılmış şarkıyı tuhaf bir ilgiyle tüketirim. Rammstein müthiştir; tuhaftır ki uçuş korkumla ilginç tesadüflerle bağlıdır: Ne zaman uçağa binsem, fobimi bastırmak için müzik dinlesem, rastgele çalan listede bir uçak düşüşünü anlatan Dalai Lama şarkıları başlar. Köroğlu’nun haykırıp haykırıp kelle kesen ruhuna, Dede Korkut’un bilmem kaç kale tekfurunun kızını kandırıp boynundan kucaklayan, sonra ortada bırakan yiğitlerine hastayımdır. Ortaçağ’dan kalma metinleri epik bir tınıyla yorumlayan grupları dinlerim; içerikte ya büyü vardır, ya kıyamet alametleri. Şimdi ben bütün bunlardan mahrum bırakılmalıyım zira oralarda bir yerde pembe popolu bir annenin sümüklü sıpası bunlardan kötü etkilenebilir, öyle mi?
Bütün bu beklentinin altında, ebeveynlerin vaktiyle prens-prenses gibi yetiştirilmeleri, çocuklarını da öyle görmeleri ve dediğim gibi cemiyetten alakasız bir işlev beklemeleri yatıyor. Tembellik de etkili: Çocuklarına disiplin vermek için zamanları, eğitimleri, yahut istekleri yok. İstiyorlar ki devlet bir fanus yaratsın, çocukları hiçbir emeğe ihtiyaç duymadan bu fanus içinde “kötülüklerden korunmuş” bir şekilde büyüsünler. O sırada Bahadır da sevdiği içerikten mahrum kalmış; eh onun sümüklü sıpasından daha önemli değil ya!
Bunun saçma ve adaletsiz herhalde pedagojik bir sakıncası da var: Fanusta büyüyen bu çocuklar iyi, kötü, yanlış, sahte, art niyetli vs. kavramlarını öğrenmeden, zihinlerine oturtmadan yetişkin oluyorlar. Çocuğun hayatı öğrenebilmesi için o “korkunç” masalları okuması, dinlemesi lazımdır. İşin bu boyutu var, geçenlerde, mesela, radyoda duydum, bir banka "eşitlikçi masallar" diye bir nane çıkarmış. Meşhur masalları "eşitlikçi" şekilde yeniden yazmışlar çocuklar için. AKP'lilerin içinde rakı geçen türküyü okumaması neyse bu da o. Git eşitliğe çok meraklıysan yeni masal yaz, kültürel mirası tahrip etme. Üstelik o masallar pedagojik işlevleri nedeniyle öyledir; masallar sırf edebi zevk için yazılmazlar, çocuk yetiştirmenin eski çağlardaki temel metinleridir. Çocuğa kötülüğü de gösterir, o dönemki toplumun “iyi, güzel, doğru” kabul ettiğini de; nihayet kötülük ne kadar karanlık olursa olsun, toplumun tasvip ettiği karakter özellikleriyle donanan, olumlu gördüğü davranışları sergileyenin kazandığını göstererek çocuğu eğitir.
Öğrencilik yıllarında başına ufak belalar almamış, yaşantısıyla ilgili problem çözmek zorunda kalmamış, kötülüğü hiç görmemiş bir insanın büyüyünce, mesela, iyiyi kötüyü ayırt etmesi imkansız gibidir.
Pedagojik tarafı hiç olmasaydı bile, ebeveynlerin ve devletin bu beklentisi ve tavrı yine abes olurdu. Zira burada vazife ebeveyndedir: Çocuğun Netflix’e erişimini keseceksin, yahut gidip istediğin içeriği sağlayana abone olacaksın, çocuğun eline tablet verip çayıra salmayacaksın; sorularına cevap verecek, onunla konuşacak, yönlendireceksin. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum: Beni kötü etkileyecek hiçbir materyal gözümün önünde değildi, beni etkilemesi istenen hiçbir materyal de gözüme sokulmadı, önüme zorla konmadı. Benim keşfetmem sağlandı. Nihayet, herhalde, arada bir eve şikayet getirsem de anne-babamın arzu ettiği bir yetişkine dönüşmüşümdür.
Bir sigara tiryakisi olarak para verdiğim ve özel olarak bağlattığım bir içerikte sigaranın sansürlenmesi, malıma devlet tarafından el konması gibidir. Üretici, içeriğine “çocuklar içindir – çocuklar için değildir” ibaresi koyduktan ve ebeveyni ikaz ettikten sonra (ki bu uygulama yerindedir) devletin yahut başka kurumların bu hususta hiçbir tasarrufta bulunmaya hakları yoktur.
Mevcut sansür uygulamaları ve canımız ciğerimiz, toplumun temel taşı ailelerin beklentileri göz önüne alınınca, bunlar hakim olsaydı edebiyatın, müziğin, sinemanın, tiyatronun büyük eserlerinden hiçbiri yaratılamazdı. Sabah akşam “Teşekkür ederim Allah’ım” nakaratıyla meşhur çocuk tekerlemesine mahkum olur, yanan beynimizle mankurtlar gibi ağzımızın suyu akarak gezerdik.
M. Bahadırhan Dinçaslan