1915 Noel’inde Padraig Pearse bir dörtlük kaleme alıyordu, mealen “Ey köleleri azat etmek için doğan Efendimiz, yaklaşan savaşta Keltlerini koru.” diyordu. Nitekim o “efendi”nin diriliş gününde, 1916 Paskalya’sında beklenen savaş koptu. İrlanda bağımsızlık savaşçıları işgalciler üzerine “ölüm kustular”, akabinde yenildiler ve kurşuna dizildiler.
Pearse’ın “Noel, 1915” başlıklı şiirine birkaç yıl sonra Yeats“Paskalya, 1916” şiiriyle bir tür nazire yapacaktı. Adanmış bir bağımsızlık savaşçısı ve şair olan Pearse gibi değildi elbette William Butler Yeats’ın bakışı. Yeats da İrlandalıydı, ancak ataları İngilizdi ve protestandı. İrlanda’yı sevse de politik bir adam değildi, hele cephede ölümü arayabilecek bir adam hiç değildi. Fakat Pearse’ın dostuydu ve o isyan akabinde kurşuna dizilenler ona çok dokunmuştu.
Yeats’ın şiiri isyancılarla dalga geçerek başlıyor. İlk kıtada bu insanları tanıdığını, arada bir havadan sudan konuştuklarını ve hatta kulübe gittiğinde onlarla dalga geçtiğini anlatıyor. Bu adam ve kadınların eski hallerinden, yahut bu “ülkü”yükafalarına takmadıkları zamanki özelliklerinden bahsediyor. İsyancılar tuhaf insanlardır, onları görürsünüz, fakat onlar sizin gittiğiniz elit İngiliz centilmenler kulübüne gelmezler, hafiften kafa bulur ve hayatınıza devam edersiniz. Fakat nihayet öyle bir şey yapmışlardır ki, “korkunç bir güzellik doğmuştur” ve şair de dahil olmak üzere her şey değişir.
Şiirin en etkileyici kısmında şair isyancıları “derenin içinde akıntıyı rahatsız eden bir taş”a benzetiyor. Daha doğrusu onların ülküsü bir taştır ve bu taş her şey değişirken, gündelik hayat öylesine akıp giderken orada dimdik durur. Bu yüzdendir şairin yanlarından geçip giderken isyancıları anlamayışı. Herkes gündelik hayatını yaşarken isyancılar tuhaf bir tılsıma tutulmuş gibi bu taşa adanmışlardır, o yüzden değişmezler. Şiirin sonuna geldiğimizde, etrafından akıp gittiğimiz taş çok şeyi değiştirmiştir: Fakat isyancılar ölmüştür. Değer miydi diye sorar şair kendi kendine, ancak korkunç bir güzelliğin doğduğunu yineler. Öyle ki, ölenler arasında birisi hasmıdır, ondan nefret etmektedir. Yine de onun adını anar diğerleriyle birlikte, zira o dahi yücelmiştir.
1916’da bir taşa adanıp akışın içinde, gündelik hayatın hayhuyu içinde o sabit ülkünün pusulasını hiç şaşırmayanlar, o yanlarından geçip gidilen, çok ciddiye alınmayan, hatta dalga geçilen insanlar koskoca bir süper gücü titretmişlerdi. Yalnız gündelik hayatın değil, tarihin ırmağında akıntıyı ikiye bölen dev bir taş dikmişlerdi: Irmak elbette akacaktı fakat akıntıda izleri belli olacaktı. Evet yenildiler, evet öldüler, fakat yaktıkları ateş artık bütün İrlanda’yı sarmıştı. Defalarca çıkan ve bastırılan isyanların sonuncusu bastırılamayacaktı, İrlanda bağımsız olacaktı.
Şu sıralar çok fazla soru alıyorum, “herkes gündelik hayatına bu kadar dalmışken, bu kadar umursamaz ve hatta alaycıyken, hatta bizzat halkın kendisi sorunlarımızın kaynağıyken nasıl devam edeceğiz?” diyor bu sorular. Cevabım budur: Taş kesileceğiz. Zira Türk milliyetçileri olarak bizim ödevimiz halkın aynısı olmak, onu temsil etmek değildir. O halkın içinde –hatta bazen görünmeden, anlaşılmadan- bengütaşımızın tılsımına tutulmuş ve tutunmuş insanlar olarak dolaşacağız. Dolaşacağız ki her şey değişirken sabit kalan bir şeyler olacak, o sübutun etrafında biz birleştikçe elbet doğru zaman, doğru mekan gelecek ve bizi anlayacaklar.
Pes etmek elbette mümkündür ve pes eden insanlara kızma hakkını en azından kendimde görmüyorum. Pes etmediğimde, hatta, ya “içerden, bir ziyan olmuş ömürdür” diye kendime ağıtlanma, yahut bir başka şairin “değer miydi?” diyerek bana hayıflanması ihtimalini epey artırdığımın da farkındayım. Fakat birilerinin hayatın hayhuyu içinde, tarihin akışı içinde dimdik duran taşlara bağlanması lazım. O zaman, meşhur Altay şarkısındaki gibi taş yıllar sonra aynı dili konuşan çocukları görüp, demek hala diriyiz diyerek ağlayabilir.
Politik olmak ve mücadele vermek için onlarca “rasyonel” sebebim var. Fakat bir defalığına o katı rasyonalizmi bir kenara bırakıp böyle duygusal zaviyeden bakmak ve anlatmak istedim. Üstelik boğazımda bir yumruyla yazıyorum bu yazıyı: Türk milliyetçisi dostum, aynı taşa gönül verdiğimiz Aydın Taş, dün vefat etti. Onun soyadının ilhamıyla yazdım; Aydın’ın heba olmuş ömrünü düşünerek. Bizim mutasavver taşımız, işte, 80 öncesinde kızıl kurşunlara göğsünü siper eden ve bugünlerde adı dahi unutulan gencin, işgal altındaki bir Türk yurdunda zalim zindanında üşüyen ve bir başına ölen hürriyet kahramanının, tapınağı, mezarı, bütün mukaddesatı çiğnenirken göz yaşlarına boğulan nenenin, Türklerle alay edilirken elinden bir şey gelmediği için dişini ve yumruğunu sıkarak hızlı adımlarla yanlarından geçip gitmek zorunda kalan genç kızın… En çok da, kısa ömrünü Türk Dünyası ve Esir Türkler Davası’na adayıp, en son beşerin dar dimağına beşeriyetin engin meselesini sığdıramayıp, ince beli ağır yükün altında kırılıp yaşamına son veren Aydın’ın hayal kırıklıklarının, hayfının, eksikliğinin, bu hayattan alacağının remzolunduğu bir puttur. O putu kırdırmamak, o putu devirmemek zorundayız. Bir gün o taşı kainatın selinin ortasına dev bir kaya gibi diktiğimizde ve akıntıyı sonsuza dek ikiye böldüğümüzde, ölenleri geri getiremeyeceksek de, bütün bu yaşadıklarının boşuna olmadığını söyleyebilecek, bu sayede vicdanımızı rahatlatabileceğiz.
İrlanda ile başladık, İrlanda ile bitirelim. Meşhur İrlandalı önder ve milliyetçi Charles Stewart Parnell’in mezar taşı manidardır. Yalnızca biçimsiz bir kaya ve üzerinde sadece “Parnell” yazar. O kendi milleti içinde öyle büyümüştür ki, taşına başkaca isim ve bilgi eklemeye gerek bile yoktur, Parnell deyince akla gelenin kim olacağı bellidir. Hikayesi de bellidir, doğum tarihi de, ölüm tarihi de. Tek bir isimle bütün bir tarih akla gelecektir, tek bir isimle bir millet akla gelecektir. İşte, tuttuğumuz yolun rasyonel izahlarının yanında, böyle bir manevi tesellisi de var: İsimleşmek, bayraklaşmak ve efsaneleşmek. İnsanlar beyinleri evrildiğinden beri efsane dinlemeye ve okumaya bayılırlar; biz o efsanelerin kahramanı olmak, anlatılmak, anlatılmak istiyoruz.
Huzur içinde uyu Aydın. Taşın bize emanet.
M. Bahadırhan Dinçaslan