Türk milliyetçiliği için pek çok tanım yapılıyor ki aslında bu tanımlar, kişilerin kendilerini konumlandırdıkları yere göre oluşan farklı yorumlar
Türk milliyetçiliği için pek çok tanım yapılıyor ki aslında bu tanımlar, kişilerin kendilerini konumlandırdıkları yere göre oluşan farklı yorumlar. Türk milliyetçiliğini temel olarak Türk milletini sevmek, onu yükseltmek, ilim, edebiyat, sanat ve sanayide diğer milletlerden ileri bir duruma getirmek ve bir birlik tesis etmek için çaba göstermek olarak tanımlayabiliriz. Asıl mesele bu tanımın dışında oluşan, çoğu zaman kişiler etrafında yoğunlaşan, nihayetinde kavgaya ve hakaretlere varan durumlar. Bu, birlik oluşturabilecek olan Türk milliyetçilerini, birbirlerinden uzağa savurmakta.
Elbette herkesin kendisini istediği şekilde tanımlaması, kendine herhangi bir sıfat yüklemesi, bunu savunması ve desteklemesi hayatın olağan akışına uygun. Fakat bunu yaparken karşıdakine hakaret etmesi, onu aşağılaması, hainlik ile suçlaması, öz hakiki olduğunu iddia etmesi ise aynı derecede yanlış. Bunu daha önce farklı mecralarda sözlü ve yazılı olarak ifade etmeme rağmen genel durumda bir değişiklik görmediğim için yeniden ifade etme ihtiyacı duyuyorum. Öncelikle son yıllarda popüler bir hal alan Atatürk-Enver Paşa kıyaslamasından başlamak istiyorum. Bu iki vatan evladının hangi açıdan kıyaslandığını tam olarak anlayabilmiş değilim. Böyle bir kıyaslamanın getirisi nedir onu da bilmiyorum. Yaptıkları, yapmak istedikleri, hayalleri, gerçekleri, içinde bulundukları şartlar, pozisyonları, beraber çalıştıkları kadro, halkın durumu vb. pek çok etkeni göz ardı ederek bu insanları kıyaslamak, o şu kadar ondan, bu bu kadar ondan eder demek maalesef bir akıl tutulmasıdır. Bu tutulma, her ikisini birbirinin alternatifi gibi de görmektedir ki bu yanlıştır. Ve bu yanlış, sosyal medyadan yazılı ve görsel basına kadar her yerde devam etmektedir. Ben askeri ve idari hamleleri, devletin dağılmasını önlemek ve yeni bir devleti ayakta tutmak için verdikleri mücadeleleri, ortaya koydukları tavırları sebebiyle her ikisine de müteşekkirim. Tarihin fasılalarını mutlaka konuşacağız ama bunu salt muhabbet veya muhalefet olarak yapmaktan uzak durmamız gerekiyor.
Diğer bir karşılaştırma ise Başbuğ Alparslan Türkeş ile Hüseyin Nihal Atsız arasında yapılmakta. Özellikle bu kısımda çok ciddi ifadeler, hatta kin dolu cümleler kurulmakta. Hepimiz bir şekilde Atsız’ın dizeleri, romanları, fikir yazıları ile hemhal olduk. Bunlardan kısmen veya tamamen etkilenmiş olmamız bizim şahsi ilgi alanımız ve yönelimlerimiz ile alakalıdır. Atsız’ı sevmek ile ona olan muhabbeti Başbuğ Alparslan Türkeş’e bir saldırı aracı olarak kullanmak arasında ciddi fark vardır. Alparslan Türkeş’e Başbuğ denmesini eleştirmek, hatta bunu kindar ve alaycı bir dil ile kınamak kimseye bir fayda sağlamamaktadır. Alparslan Türkeş, Türk Dünyası ve Türkiye için yaptıkları ile bu şekilde anılmayı hak etmiştir. Onun bir adım ötesine geçecek tek bir kişi çıkaramamış olanların, kendisini bu şekilde eleştirmesinin hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Üstelik kimse Atsız’ın, bazı kesimlerce Atsız Ata şeklinde anılmasına ses çıkarmazken; aynı kesimlerin Başbuğ sıfatına bu derece takılması da laftan öte bir manaya haiz değildir.
Yazının bu bölümüne kadar, temel olarak gördüğüm ve kişiler üzerinden yıllardır süren bazı tartışmaları özetledim. Siz buna daha pek çok örnek verebilirsiniz. Çünkü bu tartışmalar ne yazık ki aynı temel “dedikodu” düzeninin farklı yansımaları. Bunun yanında Türkçü, Ülkücü, Türk milliyetçisi gibi farklı tanımlar ile insanların karşıdakine hakaret için kullandığı Sentezci, Allahsız Ülkücü (!), Putçu, gibi kavramlar da bu tartışmanın diğer tarafını oluşturmakta. Oysa Türk milliyetçileri kendi içlerinde birbirlerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, dışarıdan bakıldıklarında bütün ton farklarına rağmen hepsine aynı “faşist” yaftası vurulmakta; hepsi aynı salonda farklı kıyafetler ile yer alan benzer insanlar olarak görülmektedir. Yani, her şey yine Türk milliyetçiliğine yazılmaktadır.
Bugün belki de ihtiyacımız olan tek şey biraz “incelmek”. Birbirimize karşı kurduğumuz o saldırgan cümleleri, hiçbir yere varmayan ve varma potansiyeli olmayan kısır tartışmaları bırakmak ve önce kendi gelişimimiz, ardından da Türk milliyetçiliğinin tekâmülü için çaba göstermek.
Türk milliyetçileri, yoğun olarak siyaseti konuşmakta, siyasi yazılara yoğun ilgi göstermekte, karşılıklı salvolar yapabilecekleri konuşma veya yazılara teveccüh etmekteler. Öte yandan diğer alanlarda aynı çabadan uzak durumdalar. Türk edebiyatına yeni isimler kazandırma konusunda son 20 yıldır fazla bir yol alamayışımız bir yana, temel edebi eserlerimizin çoğunu tanıtamadık. Şiirimizde çok estetik öğeler olmasına rağmen, bunları duyuramadık. Pek çok genç bu manada çaba göstermeye hazır veya bu donanıma sahip olmasına rağmen, bunlara yol gösteremedik. Gösterdiğimiz tek yol, yazının başında belirttiğim günlük kavga dili. İncelmek diye kastettiğim şey de tam olarak bu. Hepimiz gardımızı almış, bir yerden gelecek tepkiyi bekliyor ve ona göre gergin bir ruh haline bürünüyoruz. Parlamamız için büyük yangınlar gerekmiyor. Küçük bir söz bile içimizde patlamaya hazır o volkanı alevlendiriyor. Birkaç gün alev püskürüyor ve ardından suskunluğa gark oluyoruz. Oysa aynı temel sorunlar, aynı meseleler, aynı gelecek kaygısı, aynı “ne yapabilirim” bilinmezliği sürüyor. Ta ki, bir daha bir kıvılcım yanana kadar.
Yazıyı çok uzattığımın farkındayım ama şunu belirtmeliyim ki ben Türk milliyetçisi bir çevrede büyüdüm. Kendimi daima bu çevreye ait hissettim ve öyle hissedeceğim. Fakat, dışarıdan Türk milliyetçiliğine bakan birinin sadece sürekli kavga eden ama üretim yapmayan, edebiyat, sanat, hatta felsefe ile ilgilenmeyen bir “yığın” görüyor olması kuvvetle muhtemel. Bu görüntüyü ortadan kaldırmak bizim elimizde. Bu arkamıza aldığımız yığınlara, basılı kitaplarımıza, uyduruk konferanslarımıza, gerilimden beslenen tanınırlığımıza mal olsa da. Yok ben bunları daha fazla önemsiyorum diyorsak da korkarım ki biz ne Türkçü ne Türk milliyetçisi ne de Ülkücüyüz.
Kendi apoletlerimizi kendimizin taktığı bir düzende, kendimizi efendi görsek de hepimiz aslında köleyiz.