Birikim Dergisi Bahadırhan Dinçaslan Söyleşisi

TAKİP ET

Tanıl Bora ve İlker Aytürk'ün Birikim Dergisi Haziran-Temmuz 2022 sayısı için Bahadırhan Dinçaslan'la yaptıkları söyleşi, TamgaTürk okurları için yeniden yayımlandı.

Bahadırhan Dinçaslan'la yapılan, Tanıl Bora ve İlker Aytürk'ün sorularını içeren söyleşi, Birikim Dergisi'nden izin alınarak yayımlanmıştır. Söyleşi ilk olarak Birikim Dergisi Haziran-Temmuz 2022 sayısında yayımlanmıştır.

-Saflık derecesinde basitinden ve düzünden başlayalım: Niçin milliyetçisiniz? İşlevsel olduğu için, yararlı olduğu için, diye açıklamıştınız bir yazınızda. Oradan başlayarak anlatsanız…

Bedri Rahmi’nin deyimiyle otobüsü kaçırmış milletlerin çocuklarının yapması gerekenle, otobüs imal eden milletlerin yapması gereken farklıdır herhalde. Milliyetçiliğin lüzumu halinde bir reaksiyon olarak belirdiği ve sonrasında müstakil bir ideoloji olarak muhafaza edilmediği toplumlar vardır – bunlar otobüs imal eden milletlerdir. Milliyetçilik bu milletlerde basit bir yönelimden, iptidai bir refleksten ibarettir – ki milliyetçilik ilk insan toplulukları ve kimlikleri ortaya çıktığından beri bu haliyle, biyolojimizden beslenerek varlığını sürdürür. 

Fakat kimi milletlerde, otobüsü kaçıran milletlerde bu yeterli değil. Milliyetçiliğin doktrine edilmesi, ideolojiye dönüşmesi gerekir. Zira bu milletler yalnız bir tehlike anında ona reaksiyon vermek için milliyetçiliğe sarılmakla iktifa edemezler. Tehlikeler ve tehditler bunlar için süreklidir. Bu tehdit ve tehlikelerden kastım güvenlikçi bakışın “terör tehdidi”, “düşman tehdidi”, “iç ve dış mihraklar”ı değil: Çok daha ciddi bir “beka tehdidi” olarak modernleşememek, sekülerleşememek ve dolayısıyla insanlaşamamak tehdidi. Evet, insanoğlunun evrimi boyunca “Homo” genusunun alt türlerini değiştiren biyolojik mutasyon devrimleri olmuştu. Kanaatimce bu değişti, artık tür tanımını sosyal uzantılarımızdaki devrimler değiştiriyor. Batı Avrupalı insan ile, sözgelimi Afganistanlı insan, biyolojik olarak -şimdilik- üreyip verimli döl elde edebiliyor, fakat bunun dahi değişmesi -evrim ölçeğinde- yakındır. Ancak belli bir zihin formasyonunu oturtabilen, geliştirebilen ve onun sağladığı avantajları kullanabilen insanlar yarının “Homo Sapiens X”ini oluşturacaklar. Ancak onların şarkısı söylenecek, kitabı okunacak ve soyu devam edecek. Diğerlerinin akıbeti meçhul – bu meçhule mi yöneleceğiz, yoksa evrim tarihinde ilk defa biyolojik kıvılcımlarla değil, sosyal uzantıların evrimiyle tetiklenen bir tür değişimine katılanlardan mı olacağız?

Evrimsel perspektifin büyük ve etkileyici anlatısından bakmasak dahi, basitçe, takribi 70 yıllık ömrümüzü kötü ve zararlı mekanizmalar içinde debelenerek mi geçirelim, yoksa dünyanın bir yerinde birtakım insanlar tarafından icat edilip yaygınlaşmış yeni kurumların, anlayışların, kavramların ithali ve uyarlamasıyla mı meşgul olalım? İşte milliyetçilik benim gözümde bu “mesele” ile ilgilenen bir aparattır: Dinlerdeki yahut sosyalizm gibi akımlardaki küllîlik, nihailik milliyetçilikte yoktur. Fakat belli hedeflere ulaşana dek ideolojileşmek, doktrinler yaratmak zorundadır. Zira geniş kitleleri sevk ve idare edebilecek yegane güç, milletin genetik kodlarını teşkil eden etno-sembollerdedir. Yalnız milliyetçiliğin gücü, insanoğlunun sosyal teşekküllerindeki fıtri ve epey faydalı kaotik potansiyeli çok örselemeden arzu ettiğimiz zihinsel devrimleri gerçekleştirebilir. 

Bu bakımdan, evet, yararlı olduğu için milliyetçiyim. Fıtratım külli ve nihai anlatılardan çok hoşlanmıyor; bir yeryüzü cennetinin var olacağına inanmıyorum; var olması gerektiğine de. İnsanoğlunun serüveni sürekli çelişkiler ve sorunlarla ve sürekli çözüm arayışlarıyla devam edecek. Bu süreçte önemli olan, “cevap bulabilen”, “çözüm bulabilen” bir zihin işletim sisteminin yaygınlaştırılmasıdır. Bu işletim sistemi Batı’dan çıktı: Rasyonel düşünce, bilimsel yöntem ve kamusal alan… Türkiye gibi bu işletim sistemiyle etkileşime girse de hem yazılım, hem donanım uyuşmazlığı yaşayan kültürlerde uyuşmazlığı milliyetçiliğin çözeceğini düşünüyorum. Entelektüel anlatılar, yüksek bir zihnin ürünü siyasi programlar, felsefi tespitler; bunların yaygınlaşması ancak “yeterli bir seviyeye ulaşmış kitle”nin mensuplarının neredeyse tek tek iknası ile mümkün olur ve bu senaryo gerçekleşse dahi hedef kitlesi kısıtlıdır. Ancak milleti teşkil eden etno-sembollerin gücü insanları ikna etmekle yahut onlara “öğretmekle” uğraşmayarak geniş çaplı bir “benimseme”yi mümkün kılabilir. Yüzyıllar alacak yaygınlaşma süreçlerini birkaç yıla indirebilir. Ben bu yüzden milliyetçiyim.

-Sadece Türk milliyetçileri için değil, her ülkenin milliyetçisi için “millet olmak” doğa kanunu gibi bir şeydir. Siz şimdi milliyetçiliği yararlılığa, işleve bağlayıp onlardan ayrılınca, ister istemez akla geliyor, bu işlev bir gün ortadan kalkarsa milletin, milliyetçiliğin tarihe karışacağını düşünebilir miyiz?

Yüzde yüz düşünebiliriz. Zira bahsettiğiniz yazılarda gördüğünüz üzere milletin ve milliyetçiliğin doğuşuyla alakalı bir nokta tespit ediyorum – Homo Sapiens’in tarihinde bir yerde doğdu. Bir yerde ölebilir de. Fakat tarih çizgimizdeki öleceği yerin öngörülebilir bir gelecekte olduğunu sanmıyorum. 

Sözgelimi ben bugün sosyalizme de karşıyım, neticelerini oldukça zararlı buluyorum. Üstelik bir yandan uygulanamaz buluyorum. Yarın bu değişebilir mi? Milliyetçiliğin muhtemel ve müstakbel ölümünden daha evvel değişebilir. Yapay zeka, robotikleşme trendi; bunlar merkezi planlamayı mümkün kılabilir. Emek kavramını büsbütün değiştirebilir. Bugünün sosyalistlerinin dahi öngörmediği bir tür futuristik sosyalizm tarzı yaratabilir, hatta bunu zaruri kılabilir. Öyle bir geleceğin çocuğu olsam sosyalizmi desteklerim.

Bunun ötesinde, kısa vadede milletin değilse de, milliyetçiliğin gereksizleşebileceği bir anı yakalamak daha kolay. Milliyetçiliğin müstakil bir ideoloji olarak varlığını lüzumsuz kılan bir “seviye”ye erişirsek, millet olma halini tehdit eden bir olgu yoksa, milliyetçilik gereksizleşebilir. Hatta milliyetçilerin hedefi bu olmalı: Öyle bir ülke inşa etmek ki, bütün tartışmaların zemininden ve evreninden uzakta müstakil bir milliyetçilik bayrağı açmaya gerek kalmasın. Milliyetçiliğin faydaları hava gibi, su gibi sıradanlaşsın ve alışıldık görünmezliğe bürünsün. Tartışacaksak ekonomik politikaları, sosyolojik meseleleri (ne kadar progresif olmak lazım vb) tartışalım.

-Türkiye’de milliyetçilik söylemlerini veya milliyetçiliğin kollarını nasıl tasnif edersiniz? Ülkücü hareketin dışındaki milliyetçilik söylemleriyle, (kadro saymayı denersek: “klasik” Atatürkçü milliyetçilik, ulusalcılık, İslamcı-Osmanlıcı-muhafazakâr milliyetçilik, gündelik-pop milliyetçilik…) nispetinizi nasıl kurarsınız? 

Felsefi temel bakımından ikiye ayırmak mümkün: Messianik milliyetçilik ve işlevsel milliyetçilik. Messianik milliyetçiliğin “neden milliyetçisin?” sorusuna aslında cevabı dahi yoktur, milliyetçi olmak bir milletin mensuplarının (bu bahiste Türklerin) kaderidir, zorunluluğudur. Bu bir görevdir. İşlevsel milliyetçilik ise milliyetçiliğin şu veya bu özelliğinden, getirisinden, faydasından yararlanmak ister. Ben de bu ikinci sınıftayım. Fakat iş tam olarak burada çetrefilleşiyor. 

Türkiye’de MHP çizgisi temel olarak Messianik milliyetçidir. Osmanlı’nın son dönemlerinde yazılan metinlerin bilimsel tutarlılığı, hatta ileri görüşlülüğü ve derinliği ile karşılaştırınca sonraki dönemlerde neden bir tür masalsı anlatımın geldiğini de bu açıklar. Muhtemelen Soğuk Savaş şartlarında bir anda topluma yayılma ve daha önemlisi toplumu sevk ve idare etme ihtiyaçlarına cevap olarak milliyetçi kurmaylar bu dönemde Messianik bir dil kurgulayarak komünist paramiliter ve beşinci kolluk faaliyetlerine eşdeğer bir cevap vermişler. Bilimsel olarak ciddiye alınacak tarafı dahi olmasa da, (aslında gayet işlevsel milliyetçiliğin tanımına uygun bir şekilde) çok etkili olduğunu kanıtlamıştır. 

İşlevsel milliyetçilikler ise hangi işlevi öncelediğine ve ilan ettiği programa/gözlemlenen amacına göre ayrışıyor. Bu bakımdan ulusalcılık bir tür algı bozukluğudur: Ulusalcı anlayışın zihnindeki milliyetçi reaksiyonlar, bir önceki soruda ele alınan otobüs imal eden milletlerin tepkilerine benzer. Fakat sorun şudur ki, mensubu bulundukları millet yalnız bu kadarıyla iktifa edecek halde değildir, üstelik bu tepkilerin doğru ve “iyi” verilebilmesi için milletin belli bir seviyeye gelmiş olması lazımdır. Bu yüzden ulusalcılar bir çelişkiler yumağı içinde bulurlar kendilerini, bütün bu çelişkilerini de komplo teorileriyle gidermeye çalışırlar. Bu bilişsel çelişkinin içinde ulusalcılar çırpınıp dururlar; insan tipi açısından Türkiye’nin müspet kabul edilecek kesimi içinde yer alsalar da, zihin formasyonu olarak epey sorunlu hatta muzır bir manzara çizerler. 

Taktik icabı milliyetçilik, işlevsel milliyetçilik içinde en geniş cüsseyi haizdir diyebiliriz. Hem devletin “güvenlik politikaları gerektirdikçe” bir dereceye kadar ve tayin olunan çerçeve içinde milliyetçi politikalar uygulaması yahut milliyetçi grupları “beslemesi” bu sınıfa girer, hem AKP gibi partilerin “vatanseverlik alçakların son sığınağıdır” klişesine uyan milliyetçi açılımları. Fakat bu açılımlar ve politikalar yalnız taktik icabı olup, başka bir stratejinin cüzünden ibaret oldukları için felsefi yahut doktriner inşaya girişmezler. Elde olan malzemeyi kullanırlar ki, bu MHP çizgisinin Messianik anlatısının motifleri, sembolleri ve maddi manevi bütün terekesidir. Gündelik milliyetçilikte de bu etkiyi görürüz: MHP’nin 70’lerin sonundaki açılımı, olumlu bulduğum ve eleştirdiğim diğer etkileri ve işlevleri bir tarafa, toplumun tamamının gündelik hayatına birtakım motifleri sokmayı başarmıştır. 

Klasik Atatürkçülük ile benim de mensubu olduğum ve henüz şekillenme aşamasında olup, amorf halinden tanımlı, örgütlü ve müstakil haline henüz geçememiş olan, bu veçhile ancak “yeni milliyetçilik” diye tarif edebileceğimiz milliyetçilik ise, bir önceki soruda açıkladığım gibi milliyetçiliğin işlevlerini kullanmayı, “milletin yararı”nı önceleyen bir milliyetçi vurguyla yapan, işlevselliği stratejik boyutta da değerlendiren milliyetçiliklerdir. Bu bakımdan bu milliyetçilikler zamanla kayıtlıdır – her biri döneminin sorunlarına, döneminin ilaçlarıyla çözüm bulmaya çalışırlar. Ulusalcılığın tutarsızlığı nedeniyle açmazlara düştükçe Atatürk dönemi reçetelerine sığınmasının absürtlüğü de buradadır: 13 milyon nüfuslu, etrafı askeri sanayi atılımları yaşayan ülkelerle çevrili, dünyanın moderniteye geçiş sancıları çektiği dönemde var olmuş bir ilkel tarım toplumuna sunulan reçetelerle, 90 milyon nüfuslu, post-modern dünyada bölgesel aktör olmaya soyunmuş bambaşka bir sanayinin, siyasetin ve ruhun hakim olduğu dünyanın Türkiye’sinde sunulacak reçeteler aynı olmaz. 

Bu son türün özelliği dönüşüme ve değişime sürekli açık olmasıdır ki, en büyük örneği Atatürk’ün kendisidir. Fakat bir eleştiri getirecek olursak diyebiliriz ki en büyük eksiği ideolojik temellerindeki bilimselliktir – işlevselliğin bu kadar öne çıkması zaman zaman bilimsellikten uzaklaşmayı da getirmiştir. Doğmakta olan yeni milliyetçilik dört temelde de “dört başı mamur” olmayı hedefliyor: “Gerçek”, “doğru”, “iyi” ve “güzel”. Gerçeği bilim, doğruyu ideoloji, iyiyi etik ve güzeli estetik belirler; soldan sağa gittikçe sübjektivite de artar. Bilimde, ideolojide, etikte ve estetikte uyumlu bir anlatıyı ve anlayışı tutturan milliyetçilik, köklerini Atatürk’ten alarak yepyeni -ve Arsal, Akçura, Ağaoğlu çağını saymazsak uzunca bir zaman sonra ilk defa- tutarlı ve bilimsel açıdan ciddiye alınabilir bir merhaleye geçecektir. 

-Özel ve ağırlıklı bir kol olarak ülkü hareketin yakın zamandaki, aşağı yukarı 2010-2013 sonrası safahatını nasıl tasvir ediyorsunuz? 

Ülkücü Hareket 40’larda devlet politikalarına, 60’larda hükumet politikalarına, nihayet 70’lerde küresel politikalara verilen reaksiyonlarla şekillenmiş bir hareket. Bu yüzden bütün özelliklerini, davranış kodlarını bu reaksiyonların nedenleri ve amaçları belirler. Fakat mızrak çuvala sığmıyor, hele sözkonusu insansa ne kadar formasyona tabi tutarsanız tutun, insan zihninin kaotik yapısına büsbütün şekil veremiyorsunuz.

Nitekim bu açılımlar sürecinde önce üniversiteli-şehirli ancak kenarda kalmış yeteneklere, sonra “baş-altı” politik aktörlere ve nihayet köyden kente göçmüş insan yığınlarına açılan ülkücü hareket, insanı değiştikçe değişim baskısını hissetti. Bilimsel açıdan epey eleştirsem de yetenekli ve zeki insanlar tarafından 70’ler manzarasına göre kurgulanan messianik söylemi inandırıcılığını kaybetti – fakat etkileyiciliğini yitirmedi. Bu etkileyicilik insanları ülkücü çevre içerisinde tutmaya ve mizacı uygun olanları bu çevreye dahil etmeye devam etse de, yükselen hoşnutsuzluğu tatmin edemedi. Nihayet 2010’lara gelindiğinde çatırtılar ayyuka çıktı: Eski nesil çocukları, yeğenleri üzerinden yeni neslin dünyasına aşina oldu ve dönüşüm geçirdi. Yeni nesil ise köyden kente göçmüş yahut gecekonduda doğmuş anne-babaların, şehirde doğan ilk çocukları olarak bambaşka bir sosyolojinin yarattığı yeni davranış modelleri, düşünce tarzları geliştirdi. Bu yüzden bu dönem ülkücü hareket içinde yeni düşünce aktörlerinin ortaya çıktığı en velut dönemlerden biridir, kendimi de bunlardan biri sayıyorum. Arayış içindeki yığınlar “eksikliğin yeri”ne dair tanım yapan insanlara başvurur oldular. Hatta kendimi de dahil ederek söyleyebilirim ki hazırlıksızlık ve “aydın”ın kendini karşısında bulduğu manzaranın çetrefilliği, çözmesi gereken düğümlerin çokluğu yüzünden çoğu yerde ve zamanda Abdurrahman Çelebilik vaki oldu.

Fakat ülkücü hareket aynı zamanda bir kurumdur. Kurumların çıkar ilişkilerinden, tehdit ve kazanç dinamiklerinden emergent bir vaka olarak doğan, kimsenin yönetmediği, bir tür sisteme özgün akılları vardır. Bu akıl basit bir hesap yaptı: Belli toplum nişlerinden belli mizaçtaki insanları, Türkiye’deki toplam insanlar içinde kütlesi cüzi olsa da düzenli olarak çevreme kazanabiliyor ve bu sayede basit ayrıcalıklar ve kazançlar elde edebiliyorsam, neden daha fazlasını talep edeyim? Occam’ın usturası bu defa bizi biçti, çok az enerji harcayarak “yeterli” kazanç elde eden çark, büyümek istemedi. Bu, malum olduğu üzere İYİ Parti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. İYİ Parti bu arayışı ne kadar temsil ve tatmin ediyor, bu başka bir meseledir, ancak MHP ve Ülkücü Hareket içinde bahsettiğim şehirli uyanışın hiçbir mümessili bu yüzden kalmamıştır.


-Bu fasılda devletle mesafe meselesine ayrı bir yer ayıralım… Soldan bakıldığında ülkücü hareket, özerk bir toplumsal ve ideolojik dinamiği olmakla beraber, bir yandan da devletin gayrı nizamî harp veya “operasyon” aygıtıyla iç içe görülür. Siz nasıl görüyorsunuz? Sizin açınızdan varsa bir hakikat payı, bu ilişkinin muhasebesini nasıl yaparsınız? Bir değişim eğilimi, bir sorgulama var mı bununla ilgili?

Kategorik olarak devletlerin “sivil toplum kampanyaları” yapmaları yanlış değildir; çocuk gelinleri engellemek için çeşitli STK’ların desteklenmesi ile muzır bulunan görüşlerin engellenmesi için benzerinin yapılması çok farklı değil. Fakat bu ilişkinin nasıl kurulduğu, yani usul, çoğu zaman esasa mukaddem oluyor.

Devletin ülkücü harekete atadığı misyon ile ülkücü hareketin tepkileri arasında zaman zaman çatışmalar yaşanır, bu önceki soruda bahsettiğim mekanizmadan ileri geliyor: Elinizdeki malzeme neticede insandır. Bir insanı bir yerde kullanabilirsiniz, fakat elde ettikleri ile daha sonra size meydan okuyabilir yahut sizin arzu etmediğiniz başka işler de yapabilir. Bu ilişkiden, hülasa, hem devlet, hem ülkücü hareket zararlı çıkmıştır: Devlet, resmi yollardan ve kanallardan yapılması gereken işlerde, uluslararası politikada hareket alanını artırabilmek ve gerekirse kurban olarak feda edebilmek için ülkücü hareketi bir proxy olarak yer yer kullanmakla kendi ciddiyetini ve “devletliği”ni sorgulanır hale getirmiştir. Ülkücü hareketi de buna alıştırarak kitleyi “devletçilik oynayan”ların tesirine açık bir yapıya dönüştürmüş, öte yandan çoğu fakir gençlerin bu işi bir geçim kapısı olarak görmesine neden olarak devlet fetişizmini tetiklemiş, ülkücü hareketin düşünce yollarını tıkamıştır. 

Milliyetçi kurumlar ve devlet arasındaki ilişkiyi yeniden “gün ışığı”na, resmi kanallara, hülasa olması gereken “siyaset kurumu”na çekmek isteyen milliyetçilerle, ideolojik bileşeni çoktan yok olmuş “geçim çarkı” kapısına bağlanmış milliyetçiler MHP’de çatıştılar ve ilk grup kaybetti. Devamı herkesin malumudur. Birinci grubun bir başka “devlet operasyonu”na alet olup olmayacağı ise, henüz müstakilleşmediği, olgunlaşmadığı için, meçhuldür. 

-Sizin de bir kitabınıza verdiğiniz bir başlıkla, seküler bir milliyetçilikten söz ediliyor; şehirli-modernist bir milliyetçilik. Siz böyle bir yeni “oluşum” görüyor musunuz, bunu nasıl tarif edersiniz? Bir ara merkez organında bulunduğunuz İyi Parti, bu toplumsal yönelim ve oluşumu temsil ediyor varsayılıyor. Ediyor mu, nerede ediyor nerede edemiyor? Belki ikincisi akim kalan Milliyetçiler Konferansı’ndan da bu vesileyle söz edersiniz…

Yeni milliyetçiliğin mahiyetine dair önceki sorularda epey detay verdiğim için biraz özet geçeyim: Gecekonduda doğanla, bahçeli sitede doğan aynı davranmıyor. Hep aynı örneği veririm: Öz babam, 57 doğumlu, köy evinde kavla ateş yakılan bir dönemi hatırlıyor. Aynı adamın evinde bugün 2 bilgisayar ve 2 “akıllı telefon” var. Öte yandan benim bilgisayarla tanışmam 5 yaşımdadır. Babam okula yalınayak gittiği günleri hatırlıyor, benimse memur çocuğu olarak bir kunduram, bir spor ayakkabım, bir botum hep oldu. Babam okuluna “Rus bayrağı” asıldığı için ülkücü olmuş, benimse karşımda böyle müşahhas düşmanlar yok. Hülasa babamın ve benim davranışlarımızın belirleyicileri birbirinden çok farklı. Yeni milliyetçilik, yeni Türk’ün milliyetçiliğidir. Bu yeni Türk, cumhuriyet tarihinde ilk defa  -şehirlerimiz kusurlu olsa da- köye/kırsala dair hiçbir hatırası olmadan şehirde doğan nesli tarif eder. 

Fakat bu milliyetçiliğin ne idüğü ve ne olacağı çok belirgin değil. Zira bir ortak mecrası, kurmay merkezi, öncü kadroları yok. Hemen herkes el yordamıyla arayış içinde, üstelik dış tesirler her zamankinden fazla etkili oluyor. Yerli muhalif medya yokluğundan Rus Sputnik’in Türkiye’de muteber hale gelip Türk kamuoyunu etkilemesi gibi, kendilerine ait bir mecra yokluğundan bu kitle ulusalcı, İslamcı, Rusçu vs. birçok yapının tesirinde kalıyor. Öte yandan küçük atılımlarla kendi markalarını, mecralarını, önderlerini yaratmaya çalışıyor; bunların hemen hepsi henüz yaygınlaşma, “ulusallaşma” safhasındadır.

Yegane istisna İYİ Parti oldu. İYİ Parti bu kesimin kurulmasını mümkün kıldığı ve oy verdiği bir parti. Fakat parti, Türk siyasetine hakim olan mekanizma sebebiyle böyle bir temsili üstlenmek istemiyor; bunu siyaseten faydalı da bulmuyor. Vaktiyle “kerhen” MHP’ye oy veren yığınlar, şimdi kerhen İYİ Parti’ye oy veriyorlar. İYİ Parti yeni bir milliyetçi söylem ve daha önemlisi yöntemin bayraktarlığına soyunmuyor. Böyle “yüksek” bir iş, zira, partinin yönetici kadrosunun kapasitesini aşıyor. Kitlenin gidecek başka adresi de olmadığından, diğer partiler gibi kimi zaman doğru, kimi zaman yanlış hamlelerle (Ömer’in yolu yahut Minyeli Abdullah anması gibi) oy oranlarını artırmaya çalışıyorlar. Büyük yanlışlar yapmadıkları sürece buna itirazım da yok, her şeyden evvel AKP’nin gittiği ve daha rahat nefes alabildiğimiz bir ortamda çalışmak isterim. Ancak bizim ihtiyacımız olan bu gecikmiş ve sürekli ertelenmiş yenilenmenin kurmay merkezi olacak, öncüsü olacak bir kurumdur.

Bu yeni kitlenin paylaşılan, örgütlü, müstakil bir ideolojisi yok, evet; fakat belli özellikleri var ve bunlar tarif edilebilir. İlki, ciddi ölçüde bir sekülerleşme meylidir. Messianik anlatıları sevmiyorlar, laik sistemin sağladığı menfaatleri görerek, kişisel yaşamlarında da seküler düşünce sistematiğini uygulamaya başlayan bir nesilden söz ediyoruz. Sonra, klasik hiyerarşinin asla işlemeyeceği, en doğru tabirle unruly bir kitle. Tek başına kalmaya, bulunduğu okul, aile, iş ortamlarında hep “mor koyun” olmaya alışmış, bu yüzden direnci yüksek ama aynı zamanda küstah ve sivri bir kitle. Nasıl ikna oldukları önemli: “Yalnız acı bir lokma zehirle pişmiş aştan” dizesi artık bu kitleye hitap etmiyor, “Küçük görme, hor görme delikanlım kendini” dizesini daha sıcak buluyorlar. Vakıayı tespit değilse de, yönelebileceğini gördüğüm bir adres var: Bu kitle, “Türklüğüyle gurur duyan” değil, “Türklüğüyle mutlu olan” bir milliyetçiliğin kodlarını taşıyor. 

Milliyetçilik Çalıştayı ve Milliyetçi Gençlik Kongresi’ne gelince… Benim şahsi bir lanetim var sanırım – daima ters gidiyor işlerim. Evvela uluslararası bir çalıştay düzenlemeye kalktım. İlk etapta her şey yolunda gitti, yabancı konukları getirmek için gerekli finansmanı buldum, yeri ayarlarken bir yandan formatı tespit ettim, insanları davet ettim. Azar Gat, Lera Boroditsky, Liah Greenfeld katılmayı kabul eden yabancı konuklardan bazılarıydı, Türkiye’den ve Türk Dünyası’ndan epey isim de katılacaktı. Sizi de davet etmiştim, niyetim yeni bir milliyetçi ideolojiyi inşa eden bir çalıştay toplamak değil, milliyetçilik nereye diye sormaktı zira. Epeydir milliyetçilikle ilgili alışılmadık kitaplar çıkıyor, makaleler yayımlanıyordu, bütün bunları derli toplu görelim istemiştim. Yeri ayarladığımın ertesi günü Türkiye’de ilk Çin Virüsü vakası patlak verdi. Haliyle iptal ettik.

Bir süredir alt yapısını hazırladığım bir fikir vardı, Milliyetçi Gençlik Kongresi. İlk toplantılar sonucunda kendimize bir yayın mecrası (TamgaTürk ve Yenisey Kitap) oluşturmak gerektiği kararına varmıştık, bunun finansmanı ve uygulamasını üstlenmiştim. Düzenli ziyaret edilecek mekanların gerektiğini tespit etmiştik, Ankara ayağını üstlendim. Yine Çin Virüsü yüzünden akim kalmasa da istediğimiz gibi devam edemedik. Virüs kısıtlamaları biraz rahatlayınca ilk kongreyi topladık, sonrasına dair yol haritası çizdik. İkinci kongrede artık pilim bitti. Türkiye’ye hakim olan kirli siyasetin iftira ve saldırılarına bu kitleyi maruz bırakmamak ve kıymetli enerjisini daha uygun bir zeminde kullanmasını sağlamak için erteledim. Fakat topyekun vazgeçmiş değiliz. Bu yaz ikinci kongreyi düzenlemek ve hiç değilse belli prensipleri (hürriyetçilik, sekülarizm, evrensel insan hakları beyannamesindeki esaslar) paylaşan milliyetçilerin podyumuna dönüştürmek niyetim var. 

-Bu arada, “yeni milliyetçilik” dedik durduk ama, bu yeni oluşumu tarif etmek için bu kavramı mı kullanıyorsunuz? Adını ne koyalım?

Seküler milliyetçilik tabiri kendiliğinden doğdu. Birbiriyle bağlantısız birçok gazeteci, yazar, siyasetçi hatta akademisyen bu tabiri “alışıldık olmayan milliyetçilik” anlamında kullanıyor. Her ne kadar bu kıpırdanan, sürekli arayış içindeki kitlenin meylettiği birçok görüş la-dini olmakla birlikte seküler olmayı başaramasa da (mistisizm ve metafizik halen yaygın) yeni milliyetçiliğin yeni milliyetçisini ayıran özellik sekülarist meylinde. Bu bakımdan seküler milliyetçilik demek makul geliyor.

-Bu yeni eğilimin bir veçhesi, Türkçülüğün daha fazla ilgi görmesi ve popülerleşmesi. Nihal Atsız metinleriyle, mitolojisiyle, (kimisi yeni icat edilen!) sembolleriyle… Hem bunu neye bağladığınızı soracağım… hem de Türkçülüğün ırkçılığın olmadığını savunabilecek haliniz var mı, diyeceğim! 

Türkçü sembollere ve özellikle İslam-dışı Türk kültürü motiflerine ilginin birden çok veçhesi var. Mesela bütün dünyada eski mitolojilere, folklorik motiflere dönüş var. Bu modern anlatıların çökmesinden kaynaklanıyor, Sami dinler de buna dahildir. İnsanlar mistisizm ihtiyaçlarını topyekun rafa kaldırmış değiller, fantastik edebiyat, süper kahraman yahut mitoloji temalı filmler, doğaüstü olayları konu edinen diziler, folk metal… Bunların hepsi post-modern insanın kimliksizlik ve hikayesizlik krizine hiç değilse palyatif çözüm öneren ilaçlar. Bu daha önce de olmuştu; Herbert Gans kitle kültürü, yüksek kültür, halk kültürü konularını işlerken, yüksek kültürün vaktiyle halk kültüründen motif ve hikaye ödünçlemesini çok güzel anlatır. Goethe, Eminescu, Petöfi, Kipling, Poe… Hatta Tolkien. Bunlar “yüksek kültür” müellifleridir ve Avrupa’nın Greko-Romen külliyatın terekesini tükettiği dönemin akabinde yerel, folklorik motiflere yönelerek Hızır gibi yetişmişlerdir.  Yeniden ve daha popüler düzlemde bir yöneliş var, bu yöneliş post-modern insanın meyil ve çıkmazlarından bağımsız okunamaz.

Türkiye’de bir başka amil daha var: Türk düşmanlığı. Su götürmez, tartışılmaz bir Türk düşmanlığı var; bu düşmanlığı yapanların kendilerince felsefi yahut ideolojik gerekçelerinin olması bu hakikati değiştirmiyor. İyi olunca Kürt, kötü olunca Türkiyeli diyen, Fransız edebiyatının yanında Türkçe edebiyattan bahseden bir medya ve neşriyat ağı var, mesela. Yahut Türk kimliğiyle kavga ederek siyasi kazanım elde etmeye çalışan yapılar, ki en başta geleni AKP’dir. Çözüm süreci var mesela, yalnız siyaset ve medya podyumunda değil, kampüste, işyerinde, hatta evde epey estirilen bir anti-Türk rüzgar… Bu insanlarda, üstelik hiç beklenmedik insanlarda “ben de Türk’üm ulan!” reaksiyonu yarattı. Hatta o dönem yazılarımda sürekli tekrar eden bir kaygı görürsünüz: Bu reaksiyonun verilmesi iyidir, fakat bu kitle doğru ve yüksek bir milliyetçilikle tanışmazsa ya neo-nazileşir, ya AKP tarafından kullanılır. İkisi de maalesef gerçekleşti.

Atsız, Enver Paşa ile birlikte “yeniden keşfedilen” iki isimden biri. İkisinde de romantik bir sürükleyicilik, “kaybeden ama eğilmeyen” kahraman arketipi var. İnsanlar bu iki ismi ideolojik görüşleri yahut hakiki tarihi değerlerine göre ele alıp benimsemiyorlar. Hayır, onlara “ruh adam”lar gerekiyor, zira ruhsuzlar, kimliksizler, hikayesizler. Kaybeden ama yenilmeyen insan onlar için güzel bir rol-model: Bu insanlar kendi hayatlarında kaybeden taraftalar zira. Güçlü, örgütlü, çözümü ve cevapları olan bir milliyetçi sosyete bulup dahil olamadıklarından, verdikleri reaksiyonu da bir şekilde en başta kendi zihinlerinde meşrulaştırırken, öte yandan hayatlarındaki çıkmazları ve zayıflığı açıklayacak, onlara kendilerini güvende yahut hiç değilse özel, yüce, ahlaklı hissettirecek bir hikayeye ihtiyaç duyduklarından Atsız ve Enver Paşa neşriyatı ilaç gibi geliyor. Bu iki ismi tarihi birer figür olarak değerlendiren bendenizin diyelim ki bir bahiste Atsız yahut Enver Paşa’yla ilgili yapacağı olumlu beyanı, hem felsefi temeli hem işlevi açısından bu kitlenin bu iki şahsı sevmesi ve benimsemesine neden olan amiller ile büsbütün alakasız olacaktır. 

Tarihte Türk milliyetçiliğinin en ırkçı olduğu dönem Atatürk dönemidir. Zira dünya tarihinin en ırkçı dönemidir: Öjeni bu dönemde bilim sayılır, mesela. Çağın pseudo-bilimlerinden etkilenerek bilimselciliği yahut hiç değilse sekülarizmi benimsemiş insanların bu fikirlerden etkilenmesi kaçınılmaz. Buna mukabil Arsal, Akçura, Gökalp, Ağaoğlu gibi müelliflerde bu fikre hiç değilse çoğu zaman uzak duran bir tavır görürüz, çünkü onlar bir önceki paradigmanın çocuklarıdırlar. 

Atsız’ın ırkçılığı ise tuhaf. Atsız uğradığı ciddi haksızlıklara uğramasa ve kendisine yeteneklerini konuşturabileceği bir alan açsa ne olurdu diye hep düşünürüm. Zira ırkçılığı onun “Yüzbaşı Şeref” gibi yaşamasına imkan vermeyen, ruhen ve zihnen intihar etmesine neden olan her şeye karşı bir cevap. Bugünün Atsızcılarından bu yönüyle hiç farklı değil. 
Bunun ötesinde, ancak kendi adıma, kendi milliyetçiliğim adına konuşabilirim. Bir ırkın diğerinden üstün yahut alçak olabileceğine inanmıyorum. (Farklı milletlerin tarihte kapladıkları alanların birbirine mukayesesi müstesna.) Yahut bir ırkın mensuplarına tartışılmaz ve hep geçerli avantajlar sağladığına. Fakat millet olmanın hem “doğal”, hem “gerekli” olduğuna inanıyorum; önceki soruları özetlemek gerekirse millet örgütlenmesinin evrimsel olarak faydalı ve verimli olduğu için ortaya çıktığına, hala işe yaradığına inanıyorum. Irk meselesinin mutasavver olduğunu da görüyorum: Bir soydan gelmenizden daha önemli olan şey, o soydan geldiğinize duyduğunuz inançtır. O soyun “önce”siyle kurduğunuz bağdır, “sonrası”na dair duyduğunuz kaygıdır. 

-Kürt meselesini konuşmadan olmaz. En zorlu mesele, “anlaşmak” zor, nasıl gördüğünüzü açmanızı isteyeceğim…

İnsanoğlunu okurken kendimce tasnifi kolaylaştıran bir terminoloji kullanıyorum; millet, ulus, etnisite gibi. Millet etno-semboller ve dil üzerinden şekilleniyorken, ulus devlet tabiiyeti üzerinden şekilleniyor. En iptidai ve doğrudan soy bilincine bağlı (fakat hala bilincine, soyun kendisine değil) mertebe ise etnisite. Kürt bir etnisitedir. Ulus yahut millet değildir. Milletin tarifi, oluşma şekli, işlevi nasıl coğrafyaya ve kültüre göre değişiyorsa (Afrika’da başka, Batı Avrupa’da başkadır, mesela.) etnisitelerin seyirleri, yaşam pratikleri de öyle değişiyor. Tarih boyunca birçok etnisite devlet kurmadan, millet de olmadan yaşar gider; bunun hem iç, hem dış sebepleri vardır. Oğuzlar, mesela, Türk-altı bir uruk (etnisiteler konfederasyonu) olarak epey cüsseli olmalarına rağmen ancak Anadolu’yu fethedip uzun bir süre elde tuttuktan sonra lehçelerini yazı diline dönüştürebildiler. “Türk Milleti”nin şekillendirici, belirleyici terekesi Göktürkler dediğimiz “Türk”lerin veraset silsilesinden geldiği ve Oğuzlar ilk etapta bu silsileden olmadıkları için, hemen her zaman Türk-altı diğer etnisitelerin yarattığı yüksek kültürün form ve araçlarını kullandılar. Aynı milletin içinde dahi alt kimliklerin mertebesi, tarihi birikimi, o kimliğin ne derece rol oynayacağını, etkili olacağını belirliyor.

Hal böyleyken kendisiyle etno-sembolik açıdan akraba olmayan farklı milletler yahut uluslar altında yaşayan etnisiteler için bu manzara çok daha belirgindir. Objektif açıdan bakıldığında, bu etnisiteler etnisite mertebesinden şimdiye dek yukarıya çıkamadılar diye, hiç çıkmamaları gerekir diyemeyiz. Şartlar olgunlaşır, kültür mayalanırsa bu mümkündür. Bunu nasıl yapacakları ise asıl meseledir.

Bir milletin “damga vurucu” unsur olduğu bir ülkede yaşayan diğer etnisiteler (mesela hiç de Türkçü yahut milliyetçi olmayan Osmanlı’da dahi, Türkler damga vurucu idiler.) kendi yollarını çizmeye ve mertebe atlamaya karar verdiklerinde, bu haliyle çatışmacı bir tutumdur. Hakim milletin buna güle oynaya izin vermesini beklemek absürt ve gülünçtür. Zira bu, sözgelimi ülke savunmasında stratejik kurgunun sınırlar değişeceği için değişmesi, ülke ekonomisindeki girdi ve çıktıların baştan yazılması, iç siyasette tansiyon vs. gibi binlerce anlama gelir. 

ABD, aynı etno-sembolleri paylaştığı, hele ihtilali gerçekleştirdiği yıllarda herhangi bir kasabası kadar benzediği İngiltere’den “ulus olmak” talebiyle koptu. Hatta bu gerçekleşirken ortada bir etnisite dahi yoktu – İngiliz etnisitesi haricindeki etnisiteler tek tek sayılırdı. (İhtilalden çok sonra, İç Savaş döneminde dahi bir şarkı “Big fat Dutch gals” diyor, bölgede yaşayan Alman etnisitesini kastederek.) İhtilali yapanlar etnik açıdan kendilerini İngilizlerden farklı görmüyorlardı, üzerine kimlik inşa edecekleri müstakil bir etnosları dahi yoktu. Ancak bir çıkar çatışması vardı ve bu yüzden “ataları” ile kavga ettiler ve kazandılar. Ardından ulus oldular, bu ulusun etnisitesini, daha doğrusu etno-sembollerini ise sonradan inşa ettiler. (Bu bakımdan ABD bu tür konuları çalışanlar için oldukça değerli bir hazinedir.) Fakat öte taraftan bakınca, ABD’nin İngiltere’ye karşı bu savaşı kazanmanın yegane nedeni, maliyet hesabıdır. İngiltere, gönderdiği filo ve ordunun daha fazlasını göndermek istemiyordu, zira ABD’yi teşkil eden 13 koloni bu orduların ve filoların maliyetini karşılamıyordu. Elde tutmak için hiçbir teşvik kalmadığında, İngiltere savaştan vazgeçti ve sonraları epey iyi ilişkiler de kurdu.

Benzeri, Osmanlı’dan ayrılan ve uluslaşan diğer toplumlar için de geçerlidir. Bu toplumlar her ne kadar milli kimliklerini Türk düşmanlığı üzerine inşa etseler de, çoğuyla ilgili Türkiye’nin bir toprak talebi yahut benzeri “kalıcı sorun”u yoktur, onlar için de Türkiye böyledir.

Pekala Kürtlere gelelim. Kaderlerini çizmek istediklerinde karşılarında “koskoca Türkiye” var; üstelik bu Türkiye yalnız egemen bir devlet değil. Bütün sorunlarına rağmen, hatta AKP’nin 20 yıldır süren karşı-devrimine rağmen bu coğrafyada mezhep farkın yüzünden öldürülme ihtimalinin, yaşam tarzın yüzünden pogroma uğrama ihtimalinin en düşük olduğu bölge. Hatta coğrafyanın birçok yerinden insanların “özgürlük turizmi”ne geldikleri bir ülke. Sınırlarımızın birkaç metre ilerisinde insanlar keyif için insan öldürüyorlar. En küçük bir farklılık yerel soykırımlarla sonuçlanıyor. Hal böyleyken Kürtlerin alacağı çatışmacı bir tavır soykırım anlamında söylemiyorum, bir kimlik olarak yok olmalarıyla sonuçlanacaktır. Her ne kadar reddedilemez bir biçimde bölgede siyasi çıkarları olan diğer ve çoğu Türkiye’den güçlü ülkeden yardım ve destek alsalar da, komşusu Türkiye olan bir Kürdistan’ın yaşama şansı yoktur. 

Türklerle uyumlu ve çatışmadan kaçınan, “üst-kimlik” diye yanlış tarif edilen ulus kimliğini benimsemiş ve karşılığında kendi hayatında kültürel etkinliği devlet tarafından tehdit olarak işaretlenmekten kurtulmuş yaşamayı başarabilecek birkaç etnisite vardır ki, bunların başında Kürtler, sonra Çerkesler, Arnavutlar ve Boşnaklar gelir. (İbraniler de sayılabilirdi ki, aynı dini paylaşmayan tek topluluk olurlardı. Ancak anti-semitizm bu kadar yaygınlaşmışken geri dönülmez bir noktayı maalesef geçmiş olduğumuzu düşünüyorum.) Böyle bir yol tutulmuyor oluşunun siyasi sebepleri var: Aynı Ermeni meselesinde olduğu gibi, bu iş bir endüstridir ve çözümsüzlüğü endüstriden beslenenler için en karlı senaryodur. NATO’nun en önemli üyelerinden olan Türkiye ile sürekli sürtüşme yaşayan Batılı devletlerin Kürtleri bölgede “önemli müttefik” addedip ağır silah vermeleri, mesela, basitçe açıklanamaz, her ne kadar “dış güçler” zırvalarıyla sulandırılsa da, bir istihbarat-güvenlik operasyonunun bileşenidir. Rusya’nın tarih boyunca Kürt ayrılıkçılığını beslemesi, halen PKK’yı bir terör örgütü olarak tanımaması, bir diğer örnek. Halbuki Türkiye’de Rus işgaline dahi sevinecek milyonlarca Türk var, Türkiye nezdinde Rus lobisi oldukça güçlü, böyle bir belirsiz karta oynamak yerine Türk kartına oynamaları daha mantıklı olurdu. Fakat bu defa Türkiye karşısında kaldıraçsız kalırlardı: 2000’de yayımlanan Hegemon Rising: The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization makalesinde Michael Hickok  ABD açısından tam da bunlara dikkat çekiyor. Bütün devletler, vaktiyle Fransız sosyalistlerini “Neden Danzig için ölelim?” eylemlerini düzenlesinler diye finanse eden Nazi Almanya’sı gibi, bu tarz yapıları, kanserleri finanse ederler, beslerler ve rakipleri için hareket alanını kısıtlarlar. Bunu yapıyorlar ve yapmaya devam edecekler, esas soru, onca imparatorluk tecrübesi ve Kürtlere nazaran kıyas götürmez kudretiyle Türkiye, bu sorunu neden çözemiyor?

Kanaatimce bunun nedeni, terörle mücadelenin ilk safhalarında (askeri ve politik) başarılı olan Türkiye’nin, sonraki safhalarında (sosyolojik ve ekonomik) başarısız olmasıdır. Türkiye PKK’yı şeksiz şüphesiz yendi – yenmesi de beklenirdi. Ancak PKK küllerinden doğdu, zira köyden kente göç eden milyonlarca Kürt, köyünde yaşayan Kürt’e nazaran PKK ve benzeri yapılar için çok daha elverişli bir varoş kültürü yarattı. PKK artık bir kırsal bölge sorunu değil, bir metropol sorunudur, aynı zamanda bir paralel, kayıtdışı ekonomi sorunudur. AKP’nin öngörüsüzlüğü ve Türk solunun PKK etrafında kenetlenmesini temin eden devlet politikaları nedeniyle, aynı zamanda politik bir sorundur. Feodal düzenin post-modern biçimde yeniden üretilmesidir: PKK ve politik uzantıları, artık “bölgesel ağa”dırlar ve mesele Kürtlerin hali yahut geleceği değil, üstlendikleri Kürt temsili sayesinde elde edecekleri çıkar ve “ganimet”tir. Özetle, “Kürt milletleşme” hareketini sırtlayan yapı, hiç de öyle demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi, modern bir devlet kuracak birikimi haiz değildir; bütün bunları birer kalkan olarak kullanıp neo-stalinist bir lider kültü, post-modern feodal görünümde bir zihin yapısıyla Kürtleri maraba gibi görüp, sırtından çıkar sağlamaktadır. 

Kürtler arasında öyle ya da böyle uyanmış bir ayrılıkçı yahut özerklikçi his var. Bunun çözümsüzlüğü besleyeceğini düşündüğüm için, evvela Türklerin bir söylem değişikliğine gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Türklerin “Ben Kürtlerden ayrılmak istiyorum” demesi gerekiyor. Bu dendiğinde, Kürtlere sürekli olarak “et-tırnak” edebiyatı yapmaktan vazgeçildiğinde Kürtler arasında realist ve rasyonel fikirlerin yeniden filizlenmesi mümkün olur. Öyle ya, Mersin’de, İzmir’de iki nesildir Türk devriminin yarattığı -komşulara nazaran- rahatlık içerisinde yaşayan Kürt, mübadele ile Hakkari dağlarına yollanmak ve İzmir’e geri dönmek için katı vize kriterlerine tabi olmak istemez. Zira bu bir hakikat: On yıllardır süregelen çatışma ve çekişme hem birey, hem cemaat olarak sair Kürtlerin şark kurnazlığıyla şımarmasına neden oldu. 

Terör ve terör destekçiliğine müsamahasız bir askeri ve politik anlayış, ikinci adımdır. Bu, “sevimsiz hallerde dahi” geçerli olan bir ifade hürriyetiyle pekiştirilmediğinde, ayrımcılık olarak görülüp ayrılıkçılığı besleyebiliyor. Kanunen korunduğu halde, mesela, Türkiye’de hiçbir ateist eleştiri kapsamında din aleyhine konuşamaz. Konuşabilseydi, yahut sair özgürlük kavgalarında devlet anlamsız Anadolucu-Sünnici (Türkçü-Sünnici demeye dilim varmadı) bırakıp devlet olmanın gereğini yerine getirebilseydi, terör karşıtı hamleler sair “derin devlet çeteleri” için bir semirme alanı halini almasaydı, karşı-propaganda çok daha zayıf kalırdı. Türkiye’de hürriyet olmadığı için, hürriyet savaşıyla hiçbir alakası olmayan hamle ve talepler özgürlük talebi olarak sunuluyor. Şu tarafı da var: Özgürlük talebinde bulunanlar, bir etnik çekirdek etrafında, dolayısıyla çok daha güçlü bağlarla örgütlenmiş yapının kütle çekimine kapılıyorlar. Bu yüzden teröre karşı askeri ve politik operasyonlar, Türkiye çapında bir ifade, inançsızlık, yaşam tarzı özgürlüğü devrimiyle desteklenmelidir. (Özellikle inançsızlık dedim, Türkiye’de inanç özgürlüğü var; devletin arzu ettiği dinin tercih edilen mezheplerine inanmakta özgürsün. Asıl meselemiz bu seçeneğe inanmama özgürlüğüdür.) 

Bir söyleşide bütün yönleriyle Kürt meselesini ele almak imkansız, fakat zihnimdeki haritanın en önemli hatlarını paylaştım.

-Evet, konuyu burada ele almak imkansız, anlaşmak çok zor. Sadece çok temel bir şey söyleyeceğim; “değil” diyerek de olsa soykırım kelimesini kolaylıkla kullanıvermeniz mesela, yahut kimi modern-yenilikçi milliyetçi yazarların Kürt’ün ilk harfini küçük harfle yazması, genellikle alaycı-horlayıcı ifadelere çok kolay ve zevkle meyledilmesi, -sizin sarf ettiğiniz Şark kurnazlığı, şımarıklık gibi sözler, masum örnekler-, birçok şey, bir nefretin varlığını düşündürüyor… Bunu hiç mesele etmiyor musunuz?

Kendimi bir erdem abidesi olarak takdim etmek istemem – ben de zaman zaman o küçük harfle yazanlardan ve horlayıcı ifadeler kullananlardan olabiliyorum. Öte yandan yukarıda bahsettiğim Türk düşmanlığı da caridir. Kürtlerin, diyelim ki bu tarzdan, davranış kalıbından rahatsız olmak haklarıdır. Ancak bunun hemen her zaman bir reaksiyon sonucunda gerçekleştiğini görmek lazım. Yine kendime bakıyorum: Şu sıralar Kürt’ü büyük harfle yazıyorum. Zira ortada -bir süredir- Kürt siperlerinden gelen bir saldırı yok. Demek tehdit algım, önceliklerim değişmiş.

Bunun ötesinde kültürlerin eşit olduğuna yahut sırf var oldukları için bütün özellikleriyle saygıyı hak ettiklerine inanmıyorum. Türk milliyetçisi kimliğimle mevcut Türklerin kültürünü oluşturan birçok motife -biraz da Türk olmanın verdiği rahatlık ve korumayla- sipsivri eleştiri oklarımı “Türk değil mi şu alemin eşeği?” dizeleriyle yöneltebiliyorum. Kürtlere de yönelmesinde bir beis görmüyorum – zira hassasiyetler cehennemdir. Şark kurnazlığı, şımarıklık gibi sözlerin Türkler, Kürtler, travestiler, erkekler, kadınlar, bıyıklılar, mor saçlılar (…) herkes için kullanılabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu söyleşinin kapsamında olmadığından “saygı dini” dediğim duruş ve anlayışa eleştirilerimin temellerine girişmeyeceğim. 

Ortada bir Kürt tehdidinin olmadığı bir Türkiye kurulursa, mezkur tavır değişecektir. Ancak ifade ettiğim gibi Kürtler arasında yaygın bir tavır, motif, inanç, davranış vb. varsa bunu aşağılamak bence o zaman da sorun olmamalıdır. Son olarak söylemek gerekir ki Kürt tehdidi de olsa, müstakil bir Kürdistan ile savaşa da tutuşsak, her gün Kürtlerin işlediği menfur suçları TV’den de izlesek devlet ve hukuk dilinde bunlar yer alamaz. 

-Son olarak, yeni milliyetçilerin siyaset ufku kimlik meselesinin ötesine ne kadar geçiyor? İklim, çevre, iktisat ve benzeri konular da kapsama alanına girecek mi?  

Bu konuda maalesef karamsarım. Zira yukarıda bahsettiğim gibi bir meyil var; ancak hem tehdit odaklı reaksiyonların her zaman daha baskın olması, hem de bu meyillerin, kıpırdanmaların yarattığı kurumların daha sonra müstakil akla sahip olup kendini doğuran kitleyi farkı usullerde ve kitlenin özellik, kaygı, talep ve arayışlarından bağımsız yönlere sevk edebilmesi sebebiyle bu hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir. Milliyetçilik deyince milliyetçilik muarızlarının bile bakışı hep güvenlik cihetinden. Henüz tam mayalanmamış, hiç değilse temel meselelerini netleştirmemiş ve kurmay merkezini teşkil etmemiş bir yeni milliyetçi anlayış, daha doğmadan evvel birçok dış etkiye tepki üretmek zorunda kalıyor. 

Bu yüzden bize bir rahim lazımdır. Bu rahim ancak post-AKP döneminde mümkün olacak. Elimiz, kolumuz, organlarımız, en önemlisi beynimiz gelişmeden hamle yapmaya kalktığımızda ancak ağlamayı başarabiliyoruz. Üstelik bu milliyetçiliğin reaksiyon vermesinin zaruri olduğu tehditleri bertaraf etmemize fayda sağlamadığı gibi, onların etkili olmasını sağlıyor. Zira tepkimiz yanlış oluyor, eksik oluyor, sorunlu oluyor. Tehditleri savuşturup akut meselelerin ötesine geçmek için yeterli birikim ancak post-AKP döneminin velud olmasını beklediğim ortamında oluşacak. O zamana dek, benim de dahil olduğum bir azınlık zikrettiğiniz meseleleri mesele etmeye devam edecek, ancak bu alanlardaki savlarımız, tespitlerimiz, önerilerimiz değil, kimlik meselesindeki söylediklerimiz ciddiye alınacak. 


 

Bahadırhan Dinçaslan İlker Aytürk Tanıl Bora Milliyetçilik Seküler Milliyetçilik Söyleşi