Düşmanı Tanımak: Bir Türk Milliyetçisinin Gözüyle Selahattin Demirtaş'ın 'Devran' Kitabı

TAKİP ET

Siyaseten fikirlerini zararlı cemiyetlere dahil edebileceğimiz Demirtaş’ın (Bu adamın hiç doğru sözü yok mu ya hu?” sözüne karşılık bir fıkram var dipnota bakınız) bir de sanatçı kimliği var. Bağlama çalar, türkü söyler; roman, öykü, şiir yazar… Pek çok meziyeti var desek de aslında teknik bakımdan zemine oturmaktan uzak olması bir yana, zararlıcemiyetgillere mensup fikirlerini bu öykülerin sırtına yüklemeye çalışarak muhalefet kanadında yer edindiği gözlemlenmiştir tarafımca. Anadolucu bir portreye elverişli görünen hikayeleri daha çok Güneydoğucu, Doğucu bir fikir çerçevesinde kendini gösteriyor. Ben şahsen nedir, necidir diyerek almıştım Devran isimli kitabını. Selahattin, aslında öykücü olabilirmiş fakat politikayı bunun içerisinde eritebilseymiş… Görünen o ki “Gün Olur Devran Döner” adlı öyküsünde, devletin ve kurumlarının Devran isimli bir Kürt çocuğu öldürdüğünü beyan ediyor ve sonunda (spoiler!) araba uçuruma sürüklenerek devran bu katillerin kendilerini de buluyor döne döne. Fakat bağımsız bir Kürdistan hayaliyle bu eser kaleme alınınca ve hatta Apo’nun heykelinden mevzu açılınca şah damarımız birden kalınlaşıyor ve sanat cephesinden özellikle sosyalistleri de arkasına alan bu eser, Türk bağımsızlığının simgesi olan Türk topraklarını da açıkça tehdit ediyor. Bize de müdafaa mecburiyeti kalıyor.

Bugüne kadar pek çok tekamül ettik. Artık insan merkezli bir dünya görüşümüz var. Devletçilik ilkesi, insana hizmet ettiği sürece şerefini haizdir. O yüzden devlet her halükarda eleştiri bombardımanına tutulabilir. Fakat Türk vatanında (bir milliyet ve millet olarak Türk, bkz: Ernest Renan, Ahmet Ağaoğlu vs.), Türk vatanının Kürdistan’a tebdil edilmesini içten içe işleyen bir eser, tarafımızca atomlarına kadar hücum edilebilir bir hedef haline gelebilir. Fakat ben yine Türklerin hakkaniyet düsturunu da bozmadan münekkitlik yapmaya devam edeceğim.

Devletin “sosyal devlet” anlayışından vaktiyle çok eksik kaldığı köy ve kasabalarda (özellikle Doğu’da) donarak ölen bir bebeğin ve ailelerin de yaşadığı zorlukların tablosu Ardiye isimli öyküde gayet güzel ve duygusal işlenmiş. Yer yer gözlerimizi dolduran bu eser Selahattin’in üslubuna dair bize çok şey söylüyor. Hikayede müşahede ettiğimiz duyular, dilin halka hitap etmesi (fakat eğitimini amaçlamaması), ve özellikle kendisinin siyasi istikrarı bu öyküyü iyi bir temele oturtuyor. Fakat kendisi daha çok bu işin tekniğinden ziyade mesajına odaklandığı için olsa gerektir ki bir yerlerde oturmayan bir şeyler var; açıkça hissediliyor, az sonra ele alacağım. Belki kendisi bile sonradan bu öykülerde işçilik yapmamıştır, dedirtebiliyor…

Gelelim Sultan Reşat’ın Torunu adlı hikayeye. Selahattin Doğulu kimliğini ve bu coğrafyaya ait kültürü Kürtler özelinde ele alıyor ve davullar zurnalar Kürtçe şarkılar sözler arka fonda çalmakta ısrarcılar. Bu öyküdeki alegorisi olan bir Sultan Reşat altını ve onun torunu olan çeyrek altın, hoş bir benzetme ile bizi karşılıyor. Ama Anadolu öyküleri deyince benim aklıma daha çok duygulara hitap etmekten uzak hikayeler değil de (kıyas metodunun hoşluğundan sebep) Refik Halit’in Şeftali Bahçeleri geliyor. O ne muazzam bir cennet tasviridir. Yahut Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” hikayesi…

Kıyas edebiyatın vazgeçilmezi olduğuna göre, Wittgenstein’ın Aile Benzerlikleri Kuramı’nı reddederek "bu öyküyse bu ne” diyor ve teknik ve estetik bir öykü anlayışından bu öyküyü soyutluyorum.

Selahattin Demirtaş aslında Kurtlar Vadisi Pusu “Muro” imajı da çiziyor bir yerde. Çünkü Kapkaç adlı hikayesinde “Kapitalist düzenin çarkları arasında en çok insani değerler öğütülüyor.” Diyerek bize Muro’yu hatırlatıyor. Biraz kapitalizmin faydalarına bakarsak Muro ve Selahattin’in ıska fikirleri kendini hemen belli ediyor:

Erich Fromm’un “Özgürlükten Kaçış” isimli eserine baktığımız vakit kapitalizmin kastları yıktığı ve sınıflar arası geçişi kolaylaştırdığı bir gerçek. İnsanoğlu kapitalist düzenle beraber sadece yalnızlaşıyor. Kendini cemiyetinin, Feodal Bey’inin bir parçası olmaktan çıkararak (bugün bir videoyla kastın zirvesine tırmanan X kişisi gibi) kendi beyliğini kurabiliyor. Bu bakımdan kapitalizm bir fırsat kültürü yaratmada çok başarılı. Kapitalizm, “arz ve talep” meselesiyle de aslında özgürlüğe fazlasıyla vurgu yapıyor. Neyi talep edersen o ilgi görmüş olur, neticede. Benim yerime Feodal bir Bey seçmesin mesela kanaatlerimi.

Belki yalnızlaştık, bu doğru. Cennetimizi yitirdik. Fakat bu yalnızlığın neticesi, yalnızlığı da terk edip topluma dönmek ve kendi cennetimizi inşa etmek… Bunu sosyal medya ile çok da başarılı bir şekilde elde ettik.

Kapitalizmi sosyalist teorilerle çürütmeye çalışırken bazı gerçekleri de görmek gerekiyor. O yüzden hikayenin kurgusunda verilmek istenen, ileri sayfalarda, “kapkaççının (spoiler!) hırsızlıktan vazgeçmesini sosyalist abiler ablalar sağlıyor” mesajı bana pek tutarlı gelmiyor. Sonuçta sosyalizm karmanyolacılıktır, alenen kapkaççılıktır. Bunu, Ermeni Türklerinden Yervant Odyan’ın Yoldaş Pançuni isimli eserinde açıklıkla görebiliyoruz. Yoldaş Pançuni kör ıska isabet eden fikirlerine rağmen her yerde isyan çıkarıp her yeri harabeye çeviriyor ve ilkel komünal bir kargaşa ile Thomas Hobbes’u haklı çıkarıyor. Zaten Selahattin de Taş Ocağı adlı öyküsünde buna benzer bir pasaja Robin Hood yakıştırması yaparak görüşlerini açıkça ifade ediyor. Kapkaç hikayesinde benim ilgime mazhar bir pasaj daha var:

"Zaten devrimci olduklarına göre onlar da fakirler ya da fakir oldukları için devrimciler, tam bilmiyorum ama işin içinde fakirlik olduğu kesin.”

Şimdi burada ciddi bir hakikat var. Aziz Nesin’in şu an adı aklıma gelmeyen bir hikayesi vardı. Fakirlerin sosyalizme meylettikleri ve fakat günün birinde zenginleştikleri vakit anti-sosyalist bir kimlik kuşandıkları işleniyordu. Bu aslında bize sosyalistliğin, bir nevi zenginin malını mezat zannetmekle eşdeğer olduğunu ve tamamıyla insanın hedonist, pragmatist bir kimlikle hareket ettiğini belirtiyor. Aziz Nesin bugün yaşasaydı en nihayetinde o da bu hikayesine rağmen bunu doğrulayabilirdi.

Demirtaş “Baran’ın Beşiği” adlı hikayesinde de hazin bir kaza sonucu ölen birçok kişi ve beşikte bir bebek tragedyasını ele alıyor. Ve ana haber bültenlerine bir dem laf vurarak “kısaca bahsedildi” diyor. Ertesi gün Diyarbakır milletvekillerinden birisinin de meclise önerge verdiğini ve hayatın devam ettiğini söylüyor. Buradaki abes şu ki, haber bültenleri gerçekten ziyade “dikkat çekme” odaklıdır. Ne yazık ki böyledir. Selahattin haklı da olsa, Diyarbakır ve Baran ikilemiyle bizi yine Kürtçülüğe çekiyor ve Türk basınını hedef alıyor. Sanki kasıtlı bir fiilmiş gibi (Yiğidi öldürüyorum ama hakkını da veriyorum)…

Ve gelelim birkaç kelam etmek istediğim (inceleyeceğim) son öyküye. “Aşk Boğar İnsanı”. Tam bir Yaşar Kemal tadı veren bir öyküydü. Güzel vakit geçirdim Selahattin.

 

SON

 

Mehmet Can Kuyucu

 

[1] Müslüman olduğunu iddia eden bir adam ölürken oğluna demiş ki : “Şu testiyi camiye, tencereyi de Kilise’ye götür yavrum”. Bunu duyan oğul şaşalamış. Cami tamam da Kilise? Bizimki düşünedursun, ayaklı mevta durur mu, koyvermiş son nefesiyle bir gürültü: “Bakma öyle aval aval. O da bir dindir.” (Manasını aziz okuyucu anlar elbet.)

selahattin demirtaş devran devran kitabı