Günahkâr Şair: İsmet Özel

TAKİP ET

Mevlüt Kaan Akçatepe yazdı.

Ey münecces put baltam boynunda, diz çök, eğil;
Ey günahkâr put, ismin ismet, hayâtın değil...
Türk şiiri komadadır. Şiirimizin eskiden var olan görkemini kaybetmesine ve bu müşkül duruma düşmesine sebep olanlarsa bugün şiirimizin dâhilerinden kabul ediliyor. Bu dâhi çehrelerden büyük bir kısmı hayatını kaybetti, henüz hayatını kaybetmeyenlerse delilerin kurduğu temellerin üzerinde birer put gibi yükselmeye devam ediyor. Huzurlarında şiirin kurban edildiği bu putların en yücesi İsmet Özel, her ne kadar kendisi değişmediğini iddia etse de radikal değişimlerle dolu hayatıyla insanların ilgisini çeken bir şair. Toplumumuzun, saçmalamasından sebep anlayamadığı biriyle karşılaştığı zaman bu kişide birtakım olağanüstülükler bulma ahmaklığının ekmeğini yiyen bir insan. Muhakeme yeteneği olmayan insanlardan mürekkep bir toplumda doğduğu için İsmet Özel fikir ve şiir sahasında hâlâ dikkatleri çeken bir isim, onun hayal mahsulü tarihçiliğinin ve muvazenesiz söyleyişinin simgesi hâline gelen zırvalar ve yarattığı polemikler insanların ilgi göstermesinde ilk sırada etkili olan unsurlar. Bu polemikler ve radikal hayat hikayesi olmasa insanların akıl hastanesinde ölüme terk edeceği bir adam olan İsmet Özel bugün bu iki mesele sayesinde dikkate alınmaya devam ediliyor. Toplum, bir delinin kuyuya attığı taşın peşinden kuyuya atlamakta kararlı.

İsmet Özel günahkârdır. Zira İsmet Özel’in önündeki sunaktan şiirimizin kanı damla damla düşerek onun ayaklarının dibine sürünüyor. Elbette bu adam bir sembolden başka bir şey değil, şiirin bu hâlinden de birey olarak yalnızca kendisi değil ardından gelenler ve ardından gelenlerle beraber kendisine kıymet verenler de sorumlu. Peki, niçin günahkâr? İsmet Özel’in şiire verdiği zararı ortaya koymadan önce bu zararın aslında nereden kaynaklandığını ve nasıl kaçınılmaz olduğunu açıklamak için onun megalomaniyle dolu fikir sahasına inelim.

İnsan zihni bütündür. Bu bütünlüğün hiçbir üretimi şu veya bu sebeple ayrılıp incelenerek farklı zihinlere aitmiş gibi davranılamaz. Hele şiir ve fikir ikilisini ele alırsak bu asla mümkün olamaz, zihnin aynı alanından fışkıran, aynı tasavvurlar ve hükümlerden doğan bu iki sahanın birinde son derece tutarsız olan ve hiçbir rasyonaliteye dayanmayan bir zihinden makul sanat eserleri de beklenmez, ancak ve ancak bir bilinçaltı boşaltımından ibaret zırvalar beklenir. Şiir, sadece ilham almak veya hislenmek eylemlerinin sonucu değildir, şiir her şeyden önce bir kurgu içerir, bazen ne kadar muğlak olsa da bir süreç içerir, parça ve bütün ilişkisi, matematiksel bir düzen içerir… Tüm bunların var olmadığı bir şiir, insanın estetik algısına hitap edemez çünkü insan rasyonel ve olağan düşünme sırasında olduğu kadar sanata tanık olduğu sırada yani olağandışı düşündüğü sırada da algılamaya ve anlamlandırmaya mecburdur. Velhasıl, insan bilinç düzeyinde temellendirip analiz edemediği bir şeyden bilgi veya keyif alamaz, öyleyse her iki alanda da söyledikleri anlamlandırılamayan bir insana büyük şair ve mütefekkir olarak bakmak mümkün değildir. Aslında söylediklerime dahil olsa da ayrıca belirtmekte fayda görüyorum ki fikir ve şiirin ortak kaynaktan doğmasından sebep günahkâr şair hakkında sürekli söylenilen “İyi şair ama kötü mütefekkir” sözü tam bir ahmaklık örneğidir, kaldı ki kendisi de Murat Bardakçı ile bir kanalda yaptığı bir münazarada şöyle konuşuyor:

   —Şairin şiiri düşüncesinden daha yukarıda olmaz, düşüncesi de şiirinden daha aşağıda olmaz. Böyle saçma şey olur mu? Bir adam bir yerlerde saçmalıyor, bir yerlerde adam gibi laflar söylüyor. Böyle, şizofren mi bu?

Günahkâr şairin fikirleri abestir. Kendisinin yukarıda alıntıladığım sözlerine binaen şiirinden önce fikirlerini inceleyerek iddiamı gerekçelendirmek ve şiir sahasına geldiğimizde ne kadar cahil ve kör bir zihinle karşı karşıya olduğumuzun ispatını ortaya koymak istiyorum. Öncelikle, günahkâr şair tarihten bîhaber ve Türk düşmanı bir adamdır. Kendisinin bir Türk tanımı vardır ki akıl sahibi her Türk, Müslüman olsa da olmasa da bu tanımdan rahatsız olur. Müslüman olmayan Türkler ise bu tanım karşısında kimliğinin saldırıya uğradığını hisseder. 2008 yılında yapılmış bir röportajında şöyle diyor günahkâr şair:

   —Evet, Müslüman olmayan Türk olmaz. Türklüğe ait olmak kolay mı? Ateist bir Türk ‘Artık ben böyle bir yol seçtim’ diyerek yaşar. Kayıtlarda ne olarak yer alacak? Kendini nasıl bir çerçeveye koyduğunu kendisinin düşünmesi lazım. Ancak ben şunu sorarım: Nereden belli Türk olduğun?

Görülebileceği üzere tam bir akıl tutulması. Ben Müslüman bir Türk olarak Müslüman olmayan Türklere karşı konulan böylesi bir reddiyeye ancak gülebilirim zira Türk tarihini İslam’la başlatmak veya Türklüğü İslam’la beraber oluşmuş bir kimlik olarak görmek hem tarihe ve metoduna saygısızlıktır hem de atalarımıza karşı haddini bilmezliktir. Bu aymaz adama Orhun Yazıtlarından söz etmek gerekir. Muhammed peygamberin ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra yani onun İslam esasına dayanarak kurmuş olduğu devletin yönetiminin Abbasiler tarafından ele geçirildiği devirde dikilen bu yazıtlar, Muhammed peygamberin doğumundan yüz yıl önce Türk milletini yöneten ve buduna doğrudan Türk olarak hitap eden Bumin Kağan’dan bahsederken akıl sahibi bir kimse nasıl olur da Türkleri İslamlaşmanın evvelinde yok sayabilir? Gerçi günahkâr şair, Türklük kimliğinden öte Türkçeye dair de fantastik bakış açısına sahip bir yaratık. Öyle ya, belki Müslüman müderrisler dikmiştir bu yazıtları. Bakın, Murat Bardakçı ile olan münazarasında ne diyor günahkâr şair:

   —Türkçeyi Arapça bilen müderrisler bize öğrettiler. Türkçe, Müslümanların günlük hayatlarını itikatlarına uygun olarak yürütebilmek için ürettikleri bir dildir. 

Megalomaninin farkında mısınız? Bu adam okumamış bir adam değil, iyi kötü üniversite eğitimi almış birisi, yani Türkçenin böyle bir kökenden geldiğini savunmasının sebebi cehaleti değil, kendisinin tarihe bakarken kullandığı benci ve akılsızca bakış açısı. Bu sözlere bir reddiye getirmekle vaktimi heba etmeyeceğim, dileyenler tüm münazarayı izleyerek Murat Bardakçı’nın bu sözler karşısındaki makul sorularına karşılık verilen saçma cevaplara şahit olabilirler. Bu sözlerin politik olduğunu ve bu sözlerden kastın İslam vurgusu olduğunu savunacak kadar düşünme kabiliyetinden yoksun insanlar yoktur diye umarak başka bir hususa geçmek istiyorum zira günahkâr şair yalnızca Türklüğü kendine göre dizayn etmiyor, kendisi aynı zamanda İslam’ı da tahrif ediyor.

   —Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur. Çünkü komünist olmak demek, cemaati esas almak demektir. Ferdi olarak namaz kılmak, ruhsat verilmiş bir durumdur. Ancak, namazın esası cemaatle kılınmasıdır. Bizim İslam’ın 5 şartı olarak bildiklerimizin hepsi, Komünistlikten ibarettir. Bir insan neden zekât verir? İslam’ın şartı olduğu için verir. Neden bir insan mülkünün servetinin kırkta birini insanlara dağıtsın? E işte komünistlik yapıyorsun.

2012 yılında yapılmış bu röportajda günahkâr şair bir insanın komünist olmadan Müslüman olması hâlinde ondan kötülük beklenebileceğini söylemektedir. Bu söylemin yegâne sebebi kendisinin geçmişte komünist olmasıdır, günahkâr şair kazara ülkücü veya liberal olmuş olsaydı kendisi bu sefer Müslüman olmadan evvel ülkücü veya liberal olmayı gereklilik olarak addedecekti. Hayatın gerçeklerini kendine göre açıklayan ve hiçbir dayanağı olmayan bu günahkâra komünizmin önde gelen iki esasının yani sınıfsız toplumun ve ortak mülkiyetin İslam’da kabul edilir şeyler olmadığını anlatmak gerekir. Her şeyden önce İslam’da ortak mülkiyet diye bir anlayış yoktur, hatta işin garip bir cilvesi olarak Müslüman toplumlar tarih boyunca gelir eşitsizliğinin ve mülkiyet farkının en yüksek olduğu toplumlardır, İslam’ın öngördüğü yardımlaşma metotlarıysa toplumdaki bu eşitsizliğin ve farkın belli bir miktar önüne geçilmesini amaçlar. Ezkaza, günahkâr şairin söylediği sözler üzerinden doğrudan açıklamak gerekirse bir insanın malının kırkta birini yardıma muhtaç insanlarla paylaşmakla yükümlü olduğu bir durum hem o insanın kişisel servete sahip olma ruhsatına hem de yardımlaşma mecburiyetine işarettir, bu iki durum dışında ortak mülkiyet gibi bir saçmalık bu anlayıştan katiyen doğamaz. Ayrıca sınıfsız toplum da İslam’ın sınırlarını çizdiği toplumsal hayatta yer bulamaz zira İslam her şeyden önce insanları Müslüman ve Müslüman olmayan olarak ikiye ayırır. Hükmedilmiş bütün meseleler bu ayrım üzerinden inşa edilmektedir, dolayısıyla İslam belki de insanlık tarihi boyunca var olmuş en keskin çizgili toplumsal sınıf ayrımını öngörmektedir. Öte yandan Komünizm dini ve onun tüm bileşenlerini politik olmayan bir çizgiye çekerek onu ferdî daireye hapsetmek istemektedir, ne var ki Kur’an-ı Kerim ise toplumsal hayat üzerinde iddia sahibidir ve insanların yaşamlarını kendi hükümlerine göre idare etmelerini ister. Dönüp şu farklara baktığımızda söylemek gerekir ki önce Komünist olup sonra Müslüman olan ve bu fikri geçişi Müslüman olmanın biricik yolu olarak gören biri sağlıklı bir zihin yapısına sahip olamaz, şayet bu kişi illaki zihinsel bir duruma sahip olacaksa ya üstünlük kompleksine yahut aşağılık kompleksine sahip olabilir ancak.

Günahkâr şair, berbat bir şairdir. Yazımın bu kısmında günahkâr şairin fikir sahasına bir daha inmeyip doğrudan şiirine odaklanarak onun aslında söyleyişi ne kadar kıt bir şair olduğunu, birçok noktada gazetelere şiir gönderen amcalardan pek de farkı olmadığını, kendisinin ünlü olmasının şiirinin iyi kabul edilmesine sebep olan yegâne şey olduğunu ve nihayet yeni-formalizmin niçin şiirimizin güzelliğini ve onurunu korumak için tek yol olduğunu anlatacağım.

Öncelikle günahkâr şairin birkaç şiirini alıntılayarak kendisinin söyleyişini analiz edelim:

Sabah şairin üstüne saldırıyor
yaşamaktan bir güneşle kaplanıyor onun kalbi
onun kalbi topraktan sıyrılıyor
aşk dahi sıyrılıyor topraktan
gözlerini tanıyorsunuz: çaylak sürüleri
beyni: aç kuşlardan bir ambar.

*

Gırtlağımda bir harf büyüyor
buna dayanacağım
dişlerim kamaşıyor yıldızlardan
buna da.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir.
Artık yırtarak açtığımız zarflarda
ne kargış, ne infilak
yalnız
koynunda çaresiz, çıplak
isyan işaretleri taşıyan
bir ergen cesedi.

*

Bak, ölüm güzü kıskanıyor
şimdi ıssızdır onun sevimli kedisi
ve herkes onun el değmedik yerleri olduğunu sanıyor.

Alıntıladığım şiirlerde de görülebileceği üzere günahkâr şairin sık sık kullandığı kurgulardan biri bu. İlk mısraında şimdiki zaman kipiyle çekimlenmiş bir eylem barındırması ve bu ilk dizenin güya iddia sahibi olması (ölümün güzü kıskanması, gırtlakta bir harfin büyümesi, sabahın şairin üstüne saldırması, hayatımızın başkalarının aşkıyla başlaması vs) bu şiirlerin karakteristik özellikleridir. Şiirleri biraz dikkatle okursanız göreceksiniz ki ortada bir bağlam yok, güya iddia sahibi bu mısralardan sonra şair sanki birden sağına soluna bakıp gördüğü ne varsa şiirine dahil etmiş gibi bir intiba bırakıyor insana. Ölümün güze benzemesi, şiirin geleneğinde var olan bir benzetme. Gırtlakta bir harfin büyümesi de bazı sözlerin zor söylenmesiyle ilişkilendirilebilir bir söylem. Sabahın şairin üstüne saldırması, şairlerin geceyi sevmesi meselesine bir gönderme. Hayatımızın başkalarının aşkıyla başlaması da insanların varoluşunun başka insanlara dayanması ve aşk içinde dünyaya gelmeleri söylemleriyle benzeşiyor. Bakınız bunlar şiir geleneğinde olmayan şeyler değiller, yani büyük iddiaların sahibi olarak yansıtılan bu mısralar belki de adını bilmediğimiz binlerce ozanın konu edindiğim meseleler. Peki, şair illa farklı bir şeyi mi ele almalı diyeceksiniz ki böyle demekte haklısınız, yüzyıllardır aynı şeyi söylüyor şairler bunda bir mahzur yok ama biz gelin bu iddiaların devamına tek tek bakalım. Ölümün güzü kıskanması benzetmesi mesela, birden ölümün (veya güzün) sevimli kedisinin ıssız olmasına bağlanıyor. Bundan ne anlıyorsunuz sevgili okuyucular, bir şey anlıyor musunuz? Gırtlakta bir harfin büyümesinin konuşmanın veya bir şey söylemenin zorlaştığını ifade edebileceğini düşünmüştük, bazı şeylerin içimizde kaldığını iddia eden bu mısraın devamında ise birden yıldızlardan dişi kamaşan bir insan görüyoruz. Niçin? Sabah şairin üstüne saldırıyor, sonra birden yaşamaktan (?) bir güneşle kaplanıyormuş şairin kalbi, sonra da beyni aç kuşlardan bir ambar gibiymiş… Yahu şairin geceyi sevip sabahı sevmediğini, inzivada mutlu olduğunu anlamamış mıydık ilk mısradan, şimdi nereye geçti bağlam, ne anlatıyor bize, anlayanınız var mı? Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız, sonra serpilen her şey, güzelleşen her şey bizi mutlu ediyor, sonra birden imreniyoruz mahvolmalarına. Peki, niye? İyilik, güzellik, sonrasına ne oldu:

Yağmur mahvoluyor çarparak
kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında
yaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrur
silkiniyor vuran her damlayla.

Bırakın bunlardan şiir gibi yüce bir sanat dairesinde bir anlam çıkartmayı, bu gevezeliklerden sıradan hayat için bile bir anlam çıkarmak mümkün değil. Anlamlandırabilen biri varsa kendilerine hatırlatmak isterim ki fazla ıkınmak sağlığa zararlı sevgili okuyucu. Bu şiirin sonuna bakalım bir de: 

aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.

Bir Tarkan Tevetoğlu şarkısından hallice.

Günahkâr şairin şiirlerindeki anlamsızlığa daha sonra gelmek üzere bu kısmın meselesine geri dönelim. Evet, günahkâr şairin söyleyişi kıt. Bu kullandığı kurgudan başka birkaç kurgusu daha var ve daima bunlar üzerine kuruyor söylemini. Bu söylemlerden biri “bir şey, bir şeydir” söylemi:

Kuş damdan düşünce
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün

*

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

*

Gecenin üçüdür en uygun zaman, bahse girerim
düşünün: sabah çok yakın
oysa ışıltı yok ortalıkta
nerdeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık
henüz uyanmış bazıları
henüz uyumamış bazıları
bazıları uyanmış uykusuna doymadan
bazıları uykusuna varmadan doymuş

Gelin, bu alıntılara bakalım. Birinci şiirde kuş damdan düşüyor ve ölümün sarışın bir yürüyüşü oluyor. Tanıdığım ahmak bir şair, bunu devrimci bir söylem olarak anmıştı. Evet, bu söylemin bir şeyleri devirdiği kesin ancak sonrasında diktiği şey olsa olsa bir mum olabilir zira hiçbir çerçevede şiirin ne söylediği anlaşılmıyor. İkinci alıntı, günahkârımızın megalomanisine yine bir işaret olmakla beraber rüyalarla ödenen bir cezadan bahsediyor ve bunun insanlara denk olmak anlamına gelebilecek bir sebeple ilişkilendiriyor, ne anlamalıyız bundan, rüyalar bir ceza metodu mu yani, bunun insanların hizasına adının yazılmasıyla ne ilgisi olabilir? Üçüncü alıntı ise hamdolsun kahredici şiir paylaşımları yapan bir Twitter fenomeninin paylaşımı ne kadar iyiyse o kadar iyi, en azından etkileşim alır. Görülebileceği üzere bir şiir kuruyor günahkâr şair ve ana söylemi “bir şey, bir şeydir”, ancak devamında yine hiçbir bağlam ve mantık düzeni yok. Başka bir kurgusuna bakalım günahkâr şairin:

Bırakın ince kavak seslerini şehrin içinde
paralar yaşlı kızların koynunda yatarken
bırakın köprülerin üstüne yağmur
ve basma perdelerden lânet bize.

*

Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar
Falları grafiklerde bakılanlar siz de işitin..

*

Yüzüme bak
ve yüzümü hırpala
yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak
sen
her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat
yaban, diri memelerinden ısırmak
dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için
çok oldu tepelere vurdum kendimi

*

Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
bahçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt avluda sadece ikimiz kalınca

Bu kurguda ise görülebileceği üzere kurgu temelde bir emir cümlesinin üzerine inşa edilmiş. Şiirine başlarken birine veya bir şeylere emir veren günahkâr şair bunun peşinden manifestosunun maddelerini sıralar gibi devam ediyor şiirine. Günahkâr şairin bugüne kadar kullanageldiği kurguların önde gelenleri bunlar, bazen bu kurgular birleşiyor (“Bak, ölüm güzü kıskanıyor” örneğinde olduğu gibi) ve bu kurgulardan bir söylem inşa ediliyor. Bir şiirin günahkâr şaire ait olup olmadığını anlamak için bu kurguların şiirde bulunup bulunmadığını kontrol etmeniz yeterli, hele bir de şiirde anlamını bilmediğiniz cumhuriyetin üretimi olan fiiller geçiyorsa veya “bak”, “gör”, “kavra” gibi güya düşünmeye iten bilinir fiiller bolca geçiyorsa emin olun ki o şiirin müellifi günahkâr şairimizdir. 

Günahkâr şair, etimolojik olarak aynı kökten gelen şiir ve şuur olgularını aynı cümlede alıntılayarak “Şiir, şuursuzca ve kendinden geçerek söylenmiş şeylerdir” diyor Murat Bardakçı ile olan münazarasında, kendisinin şiiri böyle algıladığı ve böyle icra ettiği aşikâr, kendisinin şiir yazarken şuursuz olduğu aşikâr ancak okuyucular ve şairler olarak bizim buna razı olmamız demek şiirimizin canına kastetmemiz demektir. Şiirde yenilik böyle bir şey olabilir mi yahu, eğer yenilikten veya devrimcilikten söz edeceksek seviyeyi bu kadar düşürecek miyiz hakikaten? Orhan Veli gibi bir şair varken bu adamı mı devrimci kabul edeceğiz? Şiirin haysiyetine dair biraz kaygısı olan bir insan, söyleyişi bu kadar kıt ve şiirlerinin bağlamı böylesine dağınık olan birine şair gözüyle bakamaz, bakıyorsa ya vicdanı kördür ya aklı. Öfkemi biraz hapsedeyim ve biraz eğlenceli bir karşılaştırmayla devam edelim:

Altmış sene yaşadım bir tek anım bile yok
Anılması korkulu yerlerdedir meşhedim
Faka bastım kaydı don çakar almaz çark amok
Oldum cennet aşısı binbir günah işledim

Anım yok. Bırakacak mirasım Hak getire
Rızkımla takometre sırf bu yüzden akraba
Müstantik olam dedim çalkap giyem setire
Uydurarak başımı örülmüş her çoraba

Örselerdi bir çorap kör nefsimi kabartan
Nesi körlük hangisi kadınların kaprisi
Yasa dışı bir zifaf bengi sulardan artan
Lâf çakmışlar çivisiz matematik köprüsü

İsmet Özel – Otoyolda Kavşakta Kavrulmuş Ruh Satıcısı

Deli miyim neyim bilmem
Sözümden hiç geri dönmem
Şairim diye övünmem
Yaradılışım; gülümsemem
Sert erkeğim sert

Yolda yürürken bükülmem
Yaşlıyım ama dökülmem
Yırtılırım ama sökülmem
Sert erkeğim sert

Çok sert bakarım
Döşüme kırmızı gül takarım
Kızarsam dünyayı yakarım
Bir nehir gibi çağlar akarım
Sert erkeğim sert

Ercan Ermiş – Sert Erkeğim (Posta Gazetesi)

İki şiire de bakıyorum pek çok yönden benziyor, ikisinde de kafiye mevcut mesela. Öte yandan ikincisinin en azından çağrışım yaratabilecek bir şiir olduğunu söylemek mümkün, bir de bu şiirin içine ilkinde olduğu gibi anlamı pek bilinmeyen ve her türlü anlamsızlığı kamufle edecek birkaç kelime serpiştirsek her halükârda ilkinden iyi olur. Amacım mizah yapmak değil sevgili okuyucu, işin vahametinin farkına varılması için bu karşılaştırmayı yapıyorum. Sözgelimi, “Faka bastım kaydı don çakar almaz çark amok” mısraı size ne anlatıyor, öte yanda iddia sahibi şair Ercan Bey yaşlılığının getirmiş olduğu bir testosteron eksikliğini bastırmak için bir şiir yazmış belli ki ve ne söylemek istediği anlaşılıyor. Gazetelere gönderilmiş hilkat garibesi olan böylesi şiirler bile günahkâr şairin şiirlerinden daha anlaşılır, iddiası ve bağlamı daha muayyen ve muhkem. Hâl böyleyken büyük put şilti verilmiş şahsa kin gütmemek mümkün olabilir mi?

Türk milletinin sevdiğim bir hasleti var. Sanat ve sanat olmayan arasındaki ayrımı rahatlıkla yapıyor. Mesela tuvale fırçasıyla üç dört kez boya sıçratmış bir ressamın post-modern bir çalışmasını görünce bu esere tepki veriyor, bu eserlerin milyonlarca dolara satın alınmasını hayretle karşılıyor. Bu haslete ve düşünce kabiliyetine sahip bir millet günahkâr şairin şiirlerini okuyunca niye aynı tepkiyi vermiyor, anlayabilmiş değilim. Ya bu adam gerçekten okunmuyor veya işin içinde başka bir şey var. Evet, işin içinde başka bir şey var. “İsmin illüzyonu” diyorum ben buna. Bir sanat eserinin altında toplumca öyle veya böyle kabul görmüş birinin ismi yer alınca Türk milleti kronikleşmiş bir sorunu olan otoriteye karşı gelememe sendromunu yaşıyor ve eleştirisini yutuyor. İsim bir illüzyondur, eğer Ercan Bey yerine biraz daha derli toplu ve günahkâr şair gibi yazan birinin şiirini alıntılasaydım ve altına “İsmet Özel” yazsaydım bu alıntının gerçekten günahkâr şairimize ait olduğunu zannederdiniz. Bu iddiama binaen gelin bir deney yapalım. Aşağıya iki şiirden alıntı koyacağım, bu alıntılardan biri günahkâr şairimize ait olacak, bakalım altında isim yazmadan hangisinin ona ait olduğunu bilebilecek ve yine şiiri zorla beğenecek ve açıklayacak mısınız?

ey kadrini kırdığım ruh
yünü soyulmuş yorgan
başını göğe çevir ve kendine bak

*

viranelerce kuşatılmış ecel
sadrımda sağalttım seni ki kaçabilmek mümkün olsun
fakat şimdi yoksunum dişimi sıkmaktan
yıkıl artık
musa’nın duvarı ol
yıkıl üstüme

Evet, sevgili okuyucu acaba hangi şiir günahkâr şairimize ait? Birincisi mi ikincisi mi? Bundan tam olarak emin olamadıysanız iki şiiri de dikkatlice tekrar inceleyin ve ne anlattığını anlamaya çalışın. Biraz daha düşünün ve hangisinin günahkâr şaire ait olduğunu size söyleyeyim. Sevgili okuyucu, üstteki şiir günahkâr şairimize ait, ikincisiyse az önce benim yarım dakikada karaladığım bir şey. Belki anlayanlarınız olmuştur, anlayanları tebrik ederim ancak bu şiir parçasının da günahkâr şairimizin diğer eserlerinden bir farkı yok, bu şiir de yine aynı saçmalıklardan müteşekkil bir şiir. Gelin, ne anlattığına bakalım. Ortada kadri yani kıymeti kırılmış bir ruh varmış, artık kıymetin kırılması nasıl alışılmamış bir bağdaştırmaysa günahkâr şair bunu kullanmış, sanırım bu kadrin kırılmasından kasıt kıymetin kalmaması. Bu ruhu tarif ederken günahkârımız onu yünü soyulmuş bir yorgana benzetmiş, öyle zannediyorum ki bundan kasıt ya değersizlik, yoksulluk yahut kimseden bir şeyi saklayamama durumu. Biz bunun değersizliği ifade ettiğini kabul edelim ve sonraki dizeyi inceleyelim. Günahkâr şair bu ruhtan -ki bu ruh muhtemelen kendisinin ruhu- başını göğe çevirmesini ve kendisine bakmasını istiyor. Burada da panteist kabul edebileceğimiz tasavvufi bir anlayış var diyebiliriz. Yani günahkâr şair kıymeti kalmayan ruhuna kendisinin tanrı olduğunu veya günahkâr şairimizin tercih etmiş olabileceği anlamıyla Allah’ın halifesi olduğunu hatırlatıyor ve kendi ruhuna kaybettiğini sandığı kıymetinin kaybolmadığını söylüyor sanırım. Ey sevgili okuyucu, sizce bu makul bir çıkarım mı? Siz bunu gerçekten bir şiir olarak kabul edebilir misiniz? Bu dizeler salt bilinçaltı boşaltımı mı sizce yoksa bu dizeler ve anladıklarımız cidden üzerine düşünülüp de yazılmış şeyler olabilir mi? Bence olamaz hatta sizce de olamaz çünkü bu mısralar da benim az önce yine yarım dakikada karaladığım ahmakça şeyler. Gördüğünüz üzere isim bir illüzyondur, karaladığım ikinci şiir bana en az öteki kadar saçma gelse de ben ikisi arasında kalsam ikinciyi okumayı tercih ederdim -hatta belki birçoğunuz ikinciyi tercih ederdi- ama ben birincisine günahkâr şairin şiiri dediğim ve siz de buna inandığınız için birinciyi incelemiş olduk ve benim hiçbir şey düşünmeden karaladıklarımdan neredeyse tasavvufi bir yüksek söylem çıkarttık. Eğer bu şiir, günahkâr şairin şiiri demesem bu şiire de Ercan Bey’in şiiri gibi davranacak ve onu ciddiye almayacaktınız. Türk milletinin ve Türk şiirinin bu hâle gelmesindeki sebep işte bu isim illüzyonudur. Eğer böyle olmasa Facebook’taki bazı profiller birkaç şey karalayıp altına Mustafa Kemal Atatürk, Fatih Sultan Mehmet veya Cem Yılmaz yazar mıydı, eğer böyle olmasa yaşlı amcalarla teyzeler bu isim illüzyonuna dayanan paylaşımları profilinde paylaşır mıydı?

Türk şiiri bin yılı aşkın geleneğiyle çerçeveleri belli olan bir sanat sahasıdır. Zaman zaman şiirin dünyadaki tekamülüne ve değişen hayat koşullarına göre şiir anlayışımız ve çerçevemiz revize edilmiş olsa ve gelecekte de revize edilmesi gerekse de bizim bu gelenekten kökten kopmamız mümkün değildir. Zira koptuğumuzda neler olduğunu yukarıda alıntıladığım şiirlerde gördük, zırvalara nasıl mahkûm olduğumuzu gördük, günahkâr şair gibi adamların sadece polemik yaratmak ve ünlü olmakla fikir ve şiir alanlarında bizi nasıl zehirlediğini gördük. Ateşi ve ihaneti gördük…

Hâl böyleyken şiirimizi zehirleyen tüm yılanların başını taşla ezmek, ibadete zorlandığımız bu yüce sanat putlarını yıkmak zorundayız. Şiirimizin istikametini geleneklerimize sıkı sıkıya bağlı fakat gelişime ve değişime açık bir yeni-formalizme doğru çevirmeliyiz. Aksi takdirde zamanında dünyanın önde gelen şiirlerinden olan Türk şiiri geleceğin yüksek medeniyet ufkunda bir daha doğmamak üzere ebediyen sönmeye mahkûm olacaktır. Mevlüt Kaan Akçatepe

mevlüt kaan akçateğe mevlüt kaan akçatepe ismet özel günahkar şair