İki Peyami Safa ve Hikayecilik Temayülleri

TAKİP ET

Mehmet Can Kuyucu yazdı...

Onu romanlarıyla tanırız: Matmazel Noraliya, Fatih-Harbiye ve bedbaht çocukluluğunun izdüşümü Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Belki ek olarak Sözde Kızlar ve dahası… Ama Peyami’yi meşhur kılan ve döneminin fenomeni yapan en etkin unsur aslında hikayeciliği ve özellikle onu bu aşamada teşvik eden “para kazanma uğruna hikayeciliği”dir.

Edebi kabiliyetinin babası Ismail Safa ve abisinden (İlhami Safa) mülhem olması kaçınılmaz. Çünkü biz insanoğlu maruz kaldığımız şeylere meyleder ve onların mümessili olmak için çaba harcarız. Gayelerimiz, maruz kaldığımız şeylerin ufkumuzu ne denli geniş tuttuğuna bağlı olarak istikamet alır. Belki Peyami için ilk başta bir heves olan edebiyat, babasının ve abisinin ve doğrudan onların çevresindeki ediplerin de kendisiyle sık irtibatta olmasından sebep çok küçük yaşlarda Peyami’nin yolunu çizdi. Abdullah Cevdet’in onu evladı gibi sevmesi ve teşvik etmesi, ilerleyen zamanlarda Yakup Kadri’nin onore edici sözleri… Sultan II. Abdülhamid’in İsmail Safa’yı sürgün etmesi belki burada yine büyük etkendir. Çünkü İsmail Safa, Peyami daha çok küçükken sürgünde hayatını kaybetmiştir. Peyami ise ömrünün sonuna kadar bu ölümün baş mümessili olarak Abdülhamid’i görecek ve belki de babasını bir manada kendisi için ideal alacaktır. Kaldı ki maruz kaldığı ve aynı zamanda mecbur olduğu edebi hayatı da onu bugünün Peyami’si yapacaktır. Esasen Peyami’nin kariyeri, Damad-ı Şehriyari Enver Paşa’ya benzer. Hızlı yükselişler ve (günümüze özgü olmak üzere) inhitat… Bu düşüşün sebebi cemiyetimizde meydana gelen hadiselere bağlanabilir. Bizlerin ve evvelinde edebiyatın basitleşmesi, baş amiller… Ama yükseliş?

İşte bu incelemenin esasını oluşturan da bu konu: Peyami’nin yükselişi…

***
O’nun yükselişi hikâyeciliğinin sürümündedir. Henüz 13 yaşında, Vefa Lisesi’nde bir talebe iken kaleme aldığı “Bir Mektepli’nin Hatıratı - Karanlıklar Kralı” isimli hikaye, Peyami’nin edebiyat hayatına attığı ilk başarılı adımdır. Adımların ilk başta cılız olması beklenirken, Peyami, ilk adımını kabiliyetle ve itidalle atıyor. İlk okunuşta önyargı ile ele aldığımız bu kitap, 13 yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek bir ustalık ve bilgelikle hikayeye yön verişi, onun bu sahaya başarılı bir girişi addedilmeli. Hikaye üzerinde belki sonradan işçilik yapılmıştır bilinmez fakat (ben de dahil olmak üzere) biz hikayeciler, hikayenin özüne ve temasına sadık kalarak işçilik yaparız. Theseus’un gemisine çevirmeyiz meseleyi. O sebeple 13 yaşındaki bir çocuğun daha ilk kavrayış merhalelerinde kaleme aldığı bu hikaye kanımca 21. Yüzyıl hikayeciliğinin çok ötesindedir. Şu manidar alıntılar, bedbaht ve bilge bir çocuğun (Peyami) “Bir Mektepli’nin Hatıratı”ndandır:

“Yok olmak! Ne dehşet!”

Hikaye bağlamında fiziken bir yok oluş olsa da sonraki dönemde kaleme alacağı hikayelerden ve şahsi hayatındaki seciye imtihanlarından da anlaşılabileceği üzere Peyami egzistansiyalist bir benliğe sahiptir. Ve onun muhafazası altında gelişen bu varoluşçu kavram, bedbaht ve hasta çocukluğunun edebi bir çevre içerisinde harmanlaşmasıyla sıkı bir temas halindedir. Belki daha başka bir eserde ele alınacağı üzere, o, felsefe ve psikolojiyle de yakından alakadar olmuştur. Hatta daha çocukluk yıllarında ruhunu terbiye etmek için hafif eğimli bir yamaçta, çimlerin üzerinde
kendini yuvarladığını biliyoruz.

Devam edelim:

“Hayatın, hiçbir hadisesi seni sarsmasın. Bu omuzlarına hayalin ağırlığıyla yüklendiği gün hulûl edebilir: Eğer onlar lazım olduğu kadar sağlam değillerse bu zaafı göz yaşlarıyla ödemek mecburiyetinde kalırsın. Fakat senin omzun bir demir gibi sağlam olursa ona hayat kendisiyle beraber küre-i arzı da yüklese sen onları taşıyabilirsin. İşte senin hayat-ı maddiyenin şerefi budur.”

Diğer hikayelerine kıyasla uzun sayılabilecek bu eserinde dilin akışkan ve sürükleyici yapısı ve temizliği, ayrıca dile ustaca hakimiyet Peyami’nin ilk başarısıdır. Daha sonra Server Bedi ve Safiye Peyman müstearıyla yazdığı hikayeler bile dil itibarıyla bu hikayenin kalitesinde gidecek ve hatta bazı zamanlar ondan aşağı kalacaktır. Tema itibarıyla ise her daim niteliğini koruyan bu hikayeler bitmek bilmez hıncahınç konuların ustaca uyarlaması ve istikrarlı bir yeteneğin özgüveninden ibarettir. (İlerleyen safhalarda ortaya çıkan bazı eserlerdeki nitelik inhitatı, onun, yazarlığı bir “geçim kaynağı” haline getirmesiyle pekala ilgili.) Peyami Safa’nın Peyami Safa olarak yayımladığı hikayeler ise her gün ve her an kendi hudutlarını aşmaya namzet bir halka gibi genişlemeye devam etmiştir.

İlk Peyami

Neden iki tane Peyami var, burada anlayacağız. Bu başlık altında ele alınacak olanlar Peyami Safa’yı Peyami Safa olarak var kılan hikayeciliği, ikinci başlık altında ele alınacak olan ise ekseriyetle para kazanmak için kaleme aldığı ve müstearıyla var olduğu eserleridir. Bir Mektepli’nin Hatıratı ile başlayan Peyami Safa sergüzeşti, histerik bunaltılarla kıvranan bir imparatorluğun başkentinde başlıyor. Afrika’nın, Türkiye’nin, Ortadoğu ve Balkanlar’ın hamisi hasta adam, Peyami Safa’nın karakterinde gri/karanlık bir portre olarak beliriyor evvela. Sultan II. Abdülhamid’in istibdat yönetimi altında kıvranan imparatorluk yakın bir gelecekte savaşlara, işgallere ve daha tümel bir yaklaşımla buhranlara da ev sahipliği yapacaktır. Abdülhamid’in İsmail Safa’yı sürgüne göndermesi ve Peyami’nin, babasını bu sürgünde kaybetmesi ve istibdat altındaki imparatorlukta gelişen hasta bir çocukluk ve dahası bohem atmosferi ve aydın kimlikleriyle Peyami’yi edebiyat dairesinden tutan şahsiyetler… Bir karakterin iskeleti burada teşekkül ediyor. Ama asıl amil Peyami’nin hasta bir çocukluk geçirmesidir. İlerleyen yıllarda kendisinin de
söyleyeceği üzere zira “insanı yazmaya teşvik eden şey muhakkak hastalıklardır”. Bu mezkur hastalığın sebebi boks merakındandır. Çocukluk döneminde boks merakıyla tutuşan Peyami okulda herkese meydan okuyup galibiyetler elde eder ve nihayet Arnavut Recep isimli iki üst sınıftaki bir mektepliye feci şekilde mağlup olunca bu vaziyet ona yıllarca uğraşacağı bir hediye verecektir: Mafsal iltihabı… İçten içe hastalıklar, kayıplar, işgaller ve madde-ruh muvazenesi arasında hırpalanan Peyami’nin ilgi odağı 1912 sonrası (Bir Mektepli’nin hatıratı isimli eserin neşri sonrası) gençlik döneminde daha farklı bir çizgiye kayacak ve özünü madde-ruh muvazenesinden kaybetmeyen bu anlayış “Kadın ve Erkek” teması üzerinde maddeleşecektir.

Asrın Hikayeleri adı altında topladığı ilk gençlik hikayeleri (Abdullah Cevdet himayesinde) ona asıl şöhretini kazandırmak için yeterlidir. Kendine ve kalemine güvenen bu şahsiyet, temaya ve içeriğe aldanmadan, cüretkar bir şekilde insanların zihnini iğfal edebiliyor. Hele “Sarı Lekeler” “Kadın Ayakları” isimli hikayeler … Hem tebessüm ettiren hem de Türk insanının gizli meclislerde konuşmayı adet ettiği fakat dışarıdan hiç fire vermediği bir konu üzerinedir: Cinsellik.

Nakavt eden hikayeler kaleme alan Peyami’nin eserlerini muhteva bakımından sunmayacağım çünkü bunlar beklenmeyen sonların yer aldığı bir muhtevaya sahip. O sebeple kaba çizgilerle ele alınacak olan bu eserler, okundukça anlam kazanacak bir mahiyette.

Peyami şöhrete kavuştuğunda henüz yirmili yaşların başındadır. Hikayelerinin hemen her zaman müstehcen kıtalarda at koşturması onun eserlerini ilgi çekici hale getiriyor. Şahsen Peyami’nin kadınlardan anlamak gibi özel bir yeteneği de var. Onun birkaç matbu eserini okumak kadınlar hakkında fikir sahibi olmamız için yeterlidir. Fakat her ne kadar erkek egemen bir cemiyet hayatının izlerini görsek de “erkeklerin zavallılığı” üzerine de bir hikaye kaleme almıştır. Talepkarlıkta ve hokkabazlıkta ustalaşan, bir kadını elde etmek için edebiyatın çeperlerini yırtan model, erkektir zira. Server Bedi müstearıyla yazdığı bir hikayesinde ise tanımadığımız bir kadını elde etmek için iki unsur teorisini ortaya atıyor: Tesadüf ve Cesaret.

Aslında serlevhaya İki Peyami değil İkibin Peyami yazsak da yeridir. Bilinmeli ki onun aslında hikayecilik dışında ve içinde bambaşka bir halet-i ruhiye ve gaye ile yazdığı  eserler vardır. DoğuBatı Sentezleri, polisiye numunleri, milliyetçi-maneviyatçı dünya görüşleri, hatıralar, tarihi eserler…

Peyami gerçekten ilginç bir şahsiyettir. Laf olsun diye değil, muhakkak öyledir. Bu mesele kadın ve erkek noktasında düğümleniyor. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum lakin yine matbu bir eserinde de hikayelerinde gördüğümüz herkesin “çevresinden bir tanıdığı” olduğunu söylüyor.

“Hikayelerindeki kadınlar ya gerçekse?” sorusunu sorduğum, geçmiş zamanda dünyaya
gelseymişim asla nefsine hakim olamayacak renkli ve en az Peyami kadar kadınlardan anlayan bir şahsiyet olurmuşum, diyorum. Düşünün, bazı hikayelerinin karakterleri kimi zaman üç erkeğin arzusuna aynı anda cevap vermeye çalışan bir kadın, cilveleriyle saçının teline binlerce erkeği takan kadın ve erkek egemen doğayı ve ona bağlı unsurları iradesince sürükleyip götüren yine kadın… Tabi hikayeler sadece kadınlar üzerinde odaklanmıyor. Hırsızlar mı dersiniz, çarşafının üstünden henüz tomurcuklanan göğsüne dokunduran kızlar mı… Şakacı ve düzenbaz arkadaşlar mı dersiniz, yoksa hayatın değerini anlamakta olan hastalar mı… Hepsi ama hepsi bir insan hayatının verimli coğrafyasında rastlanabilecek tipler ve hiçbiri olağanüstü değil. Onlar BİZİZ.

İşte bu hikayelerin okuyucularının bazıları Yakup Kadri ve Yahya Kemal gibi isimler olacaktır. Onlardan ilki “Bize üslup getirdin.” İkincisi, “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami’dir.” diyecek. Dili ustaca kullanma ve aforizma sıkma hususuna bakışlarımızı attığımızda ise hikayelerin içerisinde sıklıkla bunları görerek onun başarıyla taşıdığı en mümeyyiz vasfını anlayabiliriz. Zira Peyami’nin dili kullanırken bazen içinizde tecrit edilmiş duyguların ayan beyan bir masa kadar maddeleştiğini göreceksiniz. 21. yüzyıl ruhen hastalıkların hem gerçek anlamda hem de hava atmak maksadıyla ortaya çıktığı bir dönem. O yüzden şu an alıntılayacağım satırlarda pek çok kişinin teşrih edilmiş
kalbi yatmaktadır:

“Bazı ölülerin halet-i nezde ölümü hissettiklerini söylerler. Bu halet-i nezi biraz uzatınız, bu ölümü biraz geciktiriniz… İşte ben, işte benim halim.” (Hâlet-i Nez: Ecel Anı)

Bunları yazan kişi henüz gençlik ateşinin par par yanan dalgasında savrulan Peyami’dir. Çimlerde neden yuvarlandığı sorusuna “Hiç, seciyemi terbiye ediyorum.” Diyen çocuğun, seciyesinin geldiği derece! Bu, ona üstün bir kavrayış, derin bir gözlem kabiliyeti bahşetmiştir. Hoş, bunca renki konuya rağmen, Peyami mefkurevi bağlarını da hikayelerine elyaf gibi işleyecektir. Öyle ki ilk temsili hikayesi, adını hatırlayamadığım bu mezkur eser olsa gerektir. Afaki şöyle diyordu hikayenin sonunda:

“Bu tepeye toplananlar kimler?
-Türkler.
-Tepenin adı ne pekala?
-Mefkure.”

Benzeri milliyetçi tavırları Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda da görüyoruz:

“Ecnebi mekteplerin kuvvetli silindirleri altında yamyassı olmuş bu kafaların kesilmesinden başka çare görmüyordum.”

İşin en ilginç yanı ise daha sonraları Türk Milliyetçiliğine Bakışlar adlı kitabında milliyetçiliğini tescilleyecek, dönemin Marksist-Materyalist temayülüne, Milliyetçi-Maneviyatçı bir göz de sunacaktır. Peyami ise hala gençtir. Aslında her ne kadar hangi meseleyi burada bahis mevzuu etmek istesem, bir yerlerden Onun daha önce yayımlanmış bir eseri daha peyda olacak ve eksik kalacaktır. O sebeple yarın birgün bu incelemeye ekler de gelebilir. Döneminde kendisinin karikatürlerine bile işlenecek olan “sürekli yazma” durumu, onu gazetelere dahi konu etmiştir. Zira 500’ün üzerinde eserinin olduğu bilinmekte.

Düşününüz ki bir yazar var ve niteliğinden belki de pek az şey kaybederek birbirinden farklı içerikler meydana getiriyor ve kendisine bu sorulduğu zaman “konu bulamamaktan değil, kafasında biriken konuları seçememekten” bahsediyor. Belki denilebilir, “Karakterlerin halet-i ruhiyesini pek iyi yansıtamıyor.” diye. Bana kalırsa Peyami Safa’nın asıl başarısı da burada yatıyor. O, herkes olabilecek kadar keskin gözlere ve üstün seziş sahibi bir mizaca sahip. Bir misal olması için “Yankesici” adlı hikayesinde nasıl güpegündüz hırsızlığın yapıldığı anlatılan bir pasajı nakletmek istiyorum:

“En birinci maharet tetiği bozmamak. Şaşırdın mı hapı yutarsın. O sırada yüzüne bakacak olursa elini birdenbire çekeyim deme! Suratını buruşturursan fena olur. Bir de hep şişman adamlar zayıflardan daha vurdumduymaz olurlar. Kaşları çatık, hiddetli adamların yanına hiç yanaşma, onlar işi çabucak çakarlar.”

İnanıyorum ki Peyami bu hikayeyi şimdi yazsa, hükümet onu hırsızlığın inceliklerini öğrettiği gerekçesiyle suçlu bulacak ve bacakları sallanan yargımızın kollarına teslim edecekti. Neyleyelim haksız da sayılmazlar. Bu hikayeyi okuyunca hırsız olmak istemedim diyemem(!). Hatta Server Bedi müstearıyla yazdığı Vebali Boynuna isimli hikaye, hırsızlık sanatına dair bir püf nokta da ihtiva ediyor. Belki hırsızlığı meslek haline getirmiş bir şahsiyet olsam, Peyami benim için büyük bir usta olacaktır.

Şimdi gelelim İkinci Peyami’ye…

İkinci Peyami

1914’te abisi İlhami Safa’dan devraldığı müstearıyla vardır bu Peyami: Server Bedi. İlerleyen zamanlarda ise Safiye Peyman da bir başka müstear olarak baş gösterecektir. Server Bedi, anlam olarak eşsiz haberci demek olsa da bilinçli bir tercih değildir bu seçim. Çünkü aslında bu ismin kaynağı, annesi Server Bedia Hanımefendi’dir. Yazarlığı bir geçim kaynağı haline getiren Peyami’nin en verimli dönemi addedilecek bu dönem kayda değer. En niteliksiz ve belki de en nitelikli eserlerini burada görüyoruz. Mesela Cingöz Recai (bir kısmı hikaye bir kısmı roman), Tilki Leman, Çekirge Zehra, Zıpçıktılar, Son Şarkı, Ramazan Geceleri, Siz Bir Alçaksınız ve daha yüzlercesi (bazıları roman)… Hırsızlık bahsinde zikrettiklerime ek olarak gelebilecek Cingöz Recai’yi özellikle burada ele almak istedim. Peyami’yi Server Bedi kadar Peyami yapan bir başka eseri de Cingöz Recai’dir. Necip Fazıl’ın bile bu seriye öykünüp Meş’um Yakut adlı bir polisiye yazmaya teşebbüs ettiği bilinir. Çünkü Peyami 25 yaşında iken Cingöz Recai’nin omuzlarında adeta yükselmektedir. Hatta Necip Fazıl’a nerede oturduğu sorulduğunda “Peyami’nin evinde.” cevabını verecek, Peyami’nin nerede oturduğu sorulduğunda ise “Cingöz’ün evinde.” diyecektir.

Bazı edebi muhitlerce eleştirilen fakat halk tarafından büyük rağbet gören bu polisiye merakı yine, Peyami’nin çocuklukta büyük bir tutkuyla okuduğu Sherlock Holmes’tan gelmektedir. Hatta daha evvel söylediğim üzere kendince boks maçı çeviren Peyami’nin en büyük arzularından biri de Arnavut Recep’i tıpkı Sherlock gibi bir yumrukta devirmektir. Sonraları Sherlock tutkusuna Arsen Lüpen de eklenecek ve Cingöz, bir nevi yıllardır Osmanlı, Türk polisiyesinde uyarlamaları yapılan Sherlock, yani dedektif kimliğini devirerek Türk polisiyesinin bundan sıyrılmasını sağlayacak ve “Arsen Lüpen”vari bir hırsızlık serüvenine dönüşecektir. Hatta öyle ki Türk polisiyesinin zirvesi ne Ebüssüreyya Sami tarafından yazılan Amanvermez Avni ne de Nermi’nin Yıldırım Cemal’i gibi polis/dedektif tiplemesi değil, Cingöz Recai gibi bir hırsızın makamı olacaktır.

Server Bedi ve Safiye Peyman hikayeciliğine dönecek olursak…

Cingöz Recai’yi okurken fark edeceğiz ki kadın ve erkek teması yine orkestradaki yekvücut sesin ardından usul usul giren viyolonsel sesi gibi her an her yerdedir. Peyami hemen her eserinde maneviyatçı, (nadiren milliyetçi) ve özellikle ikili ilişkilerden hiç taviz vermeyecektir. Asıl mesele ise öz adına kıyasla niteliği düşük eserler meydana getirmesi ve bazen öz adının bile üstüne çıkabilecek tema ve nitelikte eserler neşretmesidir. Bu yazının sonunda Peyami’nin bir hikayesini nazarlarınıza sunacağım. Server Bedi müstearıyla yazdığı mezkur hikaye bence hikayecilik hayatının enleri arasındadır. Fakat çoğu defa sadece yazmak için yazdığı belli olan bu eserler, hikayede tıpkı Necip Fazıl gibi başarısızlık ve teknik anlamda kusurlar ihtiva edecektir. Necip Fazıl’ın şahsiyetini ve sanat hayatını hemen hepimiz biliriz. Şair ve tiyatrocu kimliği her şeyin üzerindedir. O sebeple ki kibrinden hikayeciliğe de el atmak isteyen Necip, şair ve tiyatrocu kimliğinden burada da kurtulamaz. O sebeple hikayeleri daima şöyle cümlelerden geçilmeyecektir:

“Bir adam… Hava karanlık…”
“Mahkeme… Sanıklar ayakta.”
“Sükut… Deniz’de vapurlar…”

(Emsal olaraktır. Cümleler bana ait.)

Peyami de, Server Bedi, Safiye Peyman müstearıyla yazdığı hikayelerde tıpkı bu şekilde şaircilik ve tiyatroculuk emsallerini (bilinçsizse) sergileyecektir. Hikayelerin teması, nakavt ediyor oluşu nitelik kaybetmiyor ve aslında bahsettiğim kusurlar da basit okuyucu kitlelerini tatmine yarıyor. Amma velakin bu kusurları bilerek, temalardaki kaliteyi göz ardı etmemek de elzemdir. İşte, İkinci Peyami… O, Peyami Safa’nın hem kendisi hem değili olarak edebiyat hayatımızın muamma şahsiyeti kalmaya devam edecek ve yıllarca, buhran dolu coğrafyamıza renk katmakla müsemma olacaktır.

***

Nihai sözlerimi burada noktalarken, okuyucularımı Cingöz Recai’nin, kolları arasındaki bir kadına söylediği sözlerle, yani beni yargılamalarını istediğim makamla baş başa bırakıyorum:

“Benim nezdimde en büyük mahkeme, senin vicdanındır.”

NOT: Cingöz Recai, Polisiye İncelemeleri serimizin ikincisinde incelenecek olduğu için burada kısa tutulmuştur.

peyami safa tamgakritik TamgaKritik iki peyami safa cingöz recai