Kavgasını Yitiren Şair: Hakan İlhan Kurt

TAKİP ET

Hakan İlhan Kurt'un özellikle 2010 öncesi şiirleriyle, 2015'ten sonra belirginleşen tarzdaki şiirleri arasındaki kontrasta dair bir kritik.

“Şair, sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın” bir kehanet gibidir, tatmin olmuş bir kalbin şiir yazması, heykel yapması, resim çizmesi zordur. Başaran zoru başarmıştır, ancak sanatçı bir ruhun acıdan, eksiklikten, memnuniyetsizlikten beslendiği, “başka hayat özleyerek” tasavvur ettiği imgeleri şiire, heykele, tuvale yahut öykünün, romanın satırlarına döktüğünü söylesek sanatçıların kısm-ı küllisini kapsayan bir laf etmiş oluruz.

Bunlardan biri, yıllardır -2005’ten beri olmalı- takip ettiğim bir şair, Hakan İlhan Kurt. Epey bir süredir sohbetimiz kesilmişse de muhabbetimiz kesilmedi; hala benim için ağabeydir, “Neslin sürsün, zürriyetin bey olsun” diye bitirdiği duası hala kulağımdadır. Fakat şair olmak iddiasındaki birinin evvel emirde sadakati şiire olmalıdır; bu yüzden Kurt’un bir tür iştikakını yapacağım, yani kesip biçeceğim.

Hakan İlhan Kurt’a 2009-2010 civarında “Yeni Gençosmanoğlu” demişlerdi; şimdilerde derginin adını hatırlamıyorum ama Adana merkezli olmalı, bir edebiyat dergisinde böyle takdim edilmişti. “Destan şairi” olarak tanımlanmış, milliyetçi damarın kitlesel söyleminin ihtiyaç duyduğu söz yazarı arayışına ilaç olarak kabul görmüştü. Bundan yaklaşık altı ay sonra Ankara’da buluştuğumuzda “Ağabey, bu seni çerçevelemektir, şiirine kurulmuş bir tuzaktır. Evvela, neden “Yeni Gençosmanoğlu” olsun ki? Sen zatında bir şairsin. Sonra, evet yazdığın epik şiirler güzel, fakat bizim ihtiyaç duyduğumuz destan şairi değil, insan şairidir” demiştim. Yaş ve birikim açısından onu “ikaz” edecek mertebede değildim fakat, bir tür kardeş kaygısıydı; paylaştım.

Yıllar sonra baktığımda, görüyorum ki, Hakan İlhan Kurt, tam olarak bu tuzağa düştü. Sonra, ismini vermeden bir laf etmiştim, “kavgası bitti biteli şiir yazamayan bir şair tanıyorum” diye. Yakın dostlarımın hemen hepsi anladı – ki bir kısmından yaşça biraz büyük olduğumdan rahatça söyleyebilirim ki, çoğunun Hakan İlhan Kurt okuru olmasını sağlayan da bendim. Onu seviyorduk – hala seviyoruz, ama ne kastettiğimi bu yüzden çok iyi anlıyorlardı, sevgiden ötürü sitem de edemiyorlar, halden anlar bir edayla baş sallıyorlardı yalnızca.

Kurt’un, yahut Kurtbala’nın kavgası neydi ve neyi bitirdi, buna uzun boylu girişmeyeceğim. Zira özel meselelerdir, başkasının yorumuna açık mevzular değildir. Ancak okuyucu az çok tahmin edecektir; girişteki alıntı da bu yüzden: Artık üzülmüyor ve ölmüyor, belki de.

Yine de Kurt şiiri, Türk edebiyatında “büyük” kabul edilen birçok şairin üstüne, Yahya Kemaller, Attila İlhanlar mertebesinin biraz altına yazılması gereken bir şiir. Bu yüzden hala değerlendirmeye layıktır, bugünlerde beğenmiyorsam bile, Ülkü Tamer’in halk şiirinden ses ve üslup alıntıladığı dönemini sevmemiz, geri kalanını sevmememiz gibi; yahut Attila İlhan’ın Teleks serisindeki deneysel şiirlerini geri kalanıyla karşılaştırınca daha zayıf bulmamız gibi, geçici bir hal olabilir. Hakan İlhan Kurt, yarın yine bizi mest edecek, hayran bırakacak işlere imza atabilir. (Hoş, artık sosyal medyada şiirlerini paylaşmadığından, nadiren rast gelebiliyoruz. Belki rast gelmediğimiz şiirleri vardır ve biz hatalı bir gözlem yapıyoruzdur.) Bu yüzden, özellikle 2010 öncesinin çileli yıllarında kaleme aldığı şiirler, Türk şiirine meraklı herkesin ezber etmesi gerektiğini düşündüğüm ayarda olduklarından ayrı bir bahse değerler.

Hakan İlhan Kurt neyin şairidir diye sorsalar, evvela mısra şairidir derim. Bu beylik yahut klişe bir lafmış gibi gelebilir, ancak onda, özellikle alıntılayacağım şiirlerinde öyle bir dil vardır ki, o dizeler ancak Hakan İlhan Kurtça denebilecek bir lehçede yaratılabilirler, bu da onun dizelerini eşsiz kılar.

Yağar burkutlarımın çelik temren pençesi
Sabır tasında obam ünler Rus’a Çinli’ye
Ve kuşluk vaktine dek bütün kuşların sesi
Bir ağız Tanrı birler solgun kara dinliye
Yurdumda zürriyetim köşe bucak ay Hüdây
Ne kaçak eyle beni ne de yüke say Hüdây

Tanrı birlemek ifadesinden başlayarak her dizeye ayrı ayrı bakınız. Ahengi “özgün dil yaratma” başarısıyla harmanlayan, tekniğe kusursuz hakim, imgeye gelince, aynı şiirde “Bilmem hangi atlasın ortasına düşen nûr / Bilmem hangi böceğin taptazecik rızkıyım?” diyebilen bir muhayyile… Hakan İlhan Kurt’un neyin şairi olduğunu en güzel temsil eden şiiri budur, Osman Batur Betiği… Kurt, destan şairi değildir, bu şiir de, her ne kadar damarımızdaki kanı kaynatsa, nabzımızda kös vurdursa da, her şeyden evvel gözlerimizi doldurur; göz kapaklarımızı kısar, ufka baktırır. Osman Batur, bütün yönleriyle insandır bu şiirde, kahramanlığı da vardır, acısı da – ardında bıraktıklarının hüznü ve yası da. Hamasetten bıkan ancak Türklere özgü hikayeleri milliyetçi sloganlardan uzak bir dil ile, tını ile dinlemek isteyenler için en güzel anlatıcı Hakan İlhan Kurt’tur bu şekilde yazarken.

Ey Türkistan, yürürüm; damar damar nârına
Kanımla imzaladım ben kayıtsız kinleri
Yarına sere serpe bir tomurcuk kârına
Adak verdim adadım, kadın erkek binleri
Hürriyetim imânım, düşse sızım kaldırır
İmânım; düşsem bir gün, oğlum kızım kaldırır

“Yarına sere serpe bir tomurcuk kârına” ve “Düşse sızım kaldırır” ifadeleri, işte, tertemiz bir şair lehçesidir, bu lehçenin kullanıldığı her şiirde Kurt, “malumdur benim sühanım mahlas istemez” dese yeridir, imzasını atmasa da onun olduğunu biliriz.

Dize şairi olarak tanımladığım adamın en güzel dizesi, fonetiği ve anlamıyla, tekniği ve makyajıyla külliyat bakımından mısra-ı bercestesi nedir diye sorsanız, “Darr aşkına gök kıyamda, yer secdede, zil ve zal…” dizesini söylerim. 2006’da söylenmiş şu dizelerin kudretine bakınız:

Kırk bereket dokuz nefse beş salahın beşinden
Nasır sarmış küf yüreğin göz yalgını meşinden
Ay darında gün harında gece gündüz peşinden
Aşıp giden ömür nedir nedir vakte mahfuz hal!
Darr aşkına gök kıyamda yer secdede zil ve zal…

Öyle müthiş, öyle mükemmel ki, darr ifadesini tek r ile yazmak dahi olmaz! Yahut bakınız, ana Türkçe kelimeler, eski Türkçe telaffuzlar kullanarak yazdığı şu şiirde hiç zorakilik, sunilik bulamayışımıza:

Kün vakti Kuday verdi, yerle göğün arası,
Tengrikut Mete Han’dan oymağ öze toy olur!
Çakımlar donatırken, kara budun karası,
Kürşat’ta İlteriş’te kanım töze toy olur!
Gök girsin kızıl çıksın; ölüm bize toy olur!

Evet, böyle yazdığı şiirlerde yakaladığı epik tını, ki ilginçtir Türkçede çok az şair epik yazmayı becerebiliyor, onu en çok bu zaviyeden alkışlamamıza sebep olmuştu. Ancak buradaki başarısı yalnızca epik tınıyı yakalaması değildir, kullandığı kelimelere rağmen “bütün”ün tabii gelmesidir, iki kuşak önceki, birkaç menzil ötedeki bir ozan yazmış hissi vermesidir.

Mübariz’in haberini aldığımızda, mesela, göz yaşlarımız yeni kurumuşken şu dizeleri okumuş, yeniden yeşermiştik:

Ay vurur, divân bulur, ışıklar ığıl ığıl;
Cân cânına danışır, tan vâkti melâlini.
Ağzı köpüren atlar hürriyetinde çağıl,
Yılkılar sağrısında rüzgâr savan dem miyim?
Cem miyim omuzlamış obalar celâlini,
Yoksa sabır şâhında, diş yoğuran gem miyim?

“Bir emir cümlesinden bu kadar mı uzaksın?” diye soran adamın muhayyilesi güçlüydü, evet. Fakat en önemsediğim hususlardan biri, “Bir Türkmen sagusuyum Gülizar çığlık çığlık” diye haykıran adam, hiç değilse bendenizin özlediği, aradığı bir işi başarıyordu: Türk’ü milliyetçilikten uzak bir mazmuna dönüştürüyor, bu yeni icadında Türkmen’i “Türkmenlik çok güzel” diyerek değil, tarif ederek de değil; yanıklığın, çoraklığın, talihsizliğin bir mazmunu olarak şiirleştiriyordu. Benzeri, Attila İlhan’ın “tavana asılmış sosyalist saçlarından” dizesinde vardır.

Kaldır beni yerimden sere serpe bir vebâl
Üzerime çullanır acımaz mertliğime
Bakşı soluklarında adressiz kalır mahâl
Ve depreşir sızılar on bin yıl ötesinden
Kaldır beni yerimden yüreğim lime lime
Yüzüm ki katmerleşir sımsıcak nefesinden

O yıllar bizim küçük çevremizde aşık olan her ülkücü sevdiğine böyle seslenir olmuştu – yenilmiş birer savaşçı olarak görüyorduk kendimizi, teselli arıyorduk. Yenilmiş ancak eğilmeyen, fakat bir süre olsun yaslanıp dinlenmek isteyen başımızın küllenen ateşini en güzel Kurt anlatıyordu.

Türkmenliğinin hakkını, elbet, Türkmen’i anlatırken de veriyordu. Diğerlerini daha çok önemsesem de, siyasi bir ajandası olan şiirinde ondan başka kim,

Uçurumda kartal, bozkırda kırat;
Körükler ruhumu Celâlî mirat...
Ey cennet toplayan Kuyucu Murat,
Sönmedim, dahaca közüm var benim;
Kıyâmet gününe yüzüm var benim!

Diyerek Celali ve heterodoks isyan meylimizi anlatabilirdi ki? “Ben hep tedbirli gezerim” şiiri, o zamanların genç ülkücülerinin, bugün olsa “eşşek herif, ne işin var!?” diyerek kafasına vuracağım çocukların bellerinde “emanet” taşımasını ne güzel, ne şairane gerekçelendiriyordu! Zerre ülkücülük yoktu şiirde, “biz ülkücüler tedbirli gezeriz” demiyordu; fakat öyle bir adam tasvir ediyordu ki, yeni terlemiş bıyığını dudağının iki yanından sarkıtmış, beline ruhsatsız, belki kuru sıkıdan bozma tabancasını takmış, tespihi elinde, takım elbiseli, bütün kaba sabalığına ve hakiki salaklığına rağmen ince ruhlu bir ülkücüyü gözümüzde canlandırıyorduk – biz o kadar ince ruhlu olmadığımız halde, onun sayesinde kendimizi de iyi insanlar gibi görüyorduk.

Fakat ne oldu? Bu dizelerin mübdii, bize bizi sevdiren adam, ne oldu da bunları yazamaz oldu? Esasen objektif bir kritikte “bunlar kötüdür” dediğim şiirleri de alıntılamam lazım, ama öyle enfes şiirler alıntıladım ki, oluşacak kontrastı kaldıramaz, kör olurum. Ne oldu da, bugünlerde en sevdiğim şiirinde “çulunu alıp giden” adam, bizim çeliğimize ipek saramaz hale geldi?

Kavgasını yitirdi, dedim ya; artık ölmüyor. İhtimal, “Memleket Delisiyim”in bestelenmesinin ardından, halihazırda beğeni ve ilgi toplasa da, geniş kitlelerin ilgisinin nasıl cazip olduğunu fark etti ve onlara hitap ede ede, onlar ayarına düştü. Öyle ya, Simyacı’da mıydı, “çobanlar koyunlara benzer” denir. Liseli bir gençken onu okur, kendimce hayal kurardım: “Türkiye’de adı, kalemi para eden, sözü ciddiye alınan bir adam olursam, mutlaka Hakan İlhan Kurt şiirine dair şerhler, analizler, kritikler kaleme alacağım” diye. Ben öyle bir adam olamadım, Hakan İlhan Kurt da, artık bu hayallere layık şiirler ortaya koymuyor.

Kim bilir, belki de şairimiz mest-ü humar olmuştur, ondandır halvette kenarda duruşu. Çok eskilerden bir kardeşinin bu defa “ikaz etme” haddini kendinde bulup kaleme aldığı bu kısa yazı, onu kendine getirir de, aşağıdakine benzer şiirleri tekrar görürüz:

Gün görmeye hal mi vardı, görmeye gün mü vardı?
Hangi zaman nefes tutar; yarın mı, dün mü vardı?
Uğraş üzre yönelmeye, can havli yön mü vardı?
Tunç inadın atlasında yolunu aldı gitti!

Neredeydi, kimde idi, kim bilir hangi mekân,
Asabını sırretmeye bir çakım süngü mekân…
Dindirmeye volkan ağzı çor-çocuk mengü mekân,
Koydu bir od... Bağır deşen külünü aldı gitti!

M. Bahadırhan Dinçaslan

Hakan İlhan Kurt şiir analiz eleştiri kritik M. Bahadırhan Dinçaslan