Yerine Ulaşmayan Bir Mektubun Hikayesi: Çolpan İlhan'a Yazılan Mektup 61 Yıl Sonra Ortaya Çıktı

TAKİP ET

Adem Sercan Kaba'nın söyleşisi.

Kitlesel iletişimin evrimi, sanatçılarla hayranları arasındaki iletişimi radikal bir şekilde değiştirdi. Eskiden mektuplarla başlayan bu iletişim, bugün hızlı bir dijital etkileşime dönüştü. Yıllar öncesine kadar insanlar, sevdikleri sanatçılara ulaşmak için mektuplar yazıyor, imzalı fotoğraf istiyor ve umutla cevap bekliyorlardı. Ancak o zamanlardaki mektupların kaderi, birçoğu için bilinmezdi. Bu belirsizliğin içinde yıllara meydan okuyan mektuplardan biri, 24 Kasım 1962 tarihinde Feriha Okçu tarafından Çolpan İlhan’a gönderilmek üzere postaya verilmişti. Mektup ne yazık ki Çolpan İlhan’a ulaşmamıştı, ancak ben, bu mektubun sahibine ulaşacak kadar şanslıydım. 61 yıl sonra Feriha Hanım’a yazdığı mektubu gösterdim ve kendisi ile ufak bir söyleşi yapma fırsatı buldum.

Mektubunuzu yazdığınız 1960’lı yıllardaki sinema anlayışınızı paylaşabilir misiniz? O dönemde sinema, toplumun ve bireylerin hayatında nasıl bir rol oynuyordu?

Çok rol oynuyormuş ki hiç kaçırmıyorduk. Her gelen filme mutlaka giderdik, yani haftada bir veya iki… Her gelen dediysem kaliteli olanlarına tabii. Yazlık sinemalar da vardı o dönemde. Benim babam toplardı mesela mahalledeki kızları. "Hadi sizi sinemaya götüreyim" derdi. Herkesin babası götürmezdi çünkü, yani bazıları sinemaya da gitmezdi, çocuklarını da götürmezdi.

O yıllarda yerli film oynatan sinemalar ayrıydı, yabancı film oynatan sinemalar ayrıydı. Yani ona da giderdik, ona da giderdik. Mesela Türk filmi "Kızıl Vazo (1969)" filmi ilk aklıma gelen. Ondan sonra hiç unutamadığım bir Türk filmi vardır, “Acı Hayat (1962)”. Türkan Şoray, Ayhan Işık, Nebahat Çehre, Ekrem Bora… Yıllar sonra ben bunu çocuklarıma söyledim, dedim ki “O filmi mutlaka izleyin”. Bende o kadar büyük izler bırakmış ki o film, sonradan yeniden çevrildi ama inanmıyorum o eski tadı bulduklarına.

Çolpan İlhan dışında artistlere de mektup yazıp, imzalı resim istediniz mi, yoksa ona özel   bir hayranlığınız var mıydı?

Tony Curtis’e yazmıştım. Ondan bana cevap da geldi, fotoğraf da geldi. Ben de onu yıllarca sakladım. Başka kimseye hiçbir şekilde yazmadım. Çolpan İlhan’a da neden yazdım, onu da bilmiyorum. Hiç hatırlamıyorum zaten.

Bölgenize gelen filmler ağırlıklı olarak Türk filmleri mi oluyordu yoksa yabancı filmler mi?

Mesela Emek sineması devamlı yabancı film getiriyordu. Yabancıların da kalitelileri gelirdi. O yıllarda unutamadığım bir tane yabancı film söyleyeyim: “Picnic (1955)”. Hiç unutamadığım bir filmdir, mutlaka izlenmesi gerekir. O, Kim Novak’ın gençliği… Harika bir Amerikan filmiydi. "Acı Hayat" filmi gibi gençliğimde unutamadığım filmlerdendir.

Yerli filmlere mi daha sık gidiyordunuz yoksa yabancı filmlere mi?

Yabancı filmlere daha fazla gidiyorduk. Öyle altyazı falan da yoktu, hepsi dublajdı.

Hayran mektuplarının, o dönemdeki sinema ve popüler kültürdeki figürlere yönelik anlamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mektup yazma, izleyicinin film yıldızlarıyla etkileşim kurma isteğini nasıl yansıtıyordu?

Bizim için onlar ulaşılmazdı. Şu an televizyonlarda görüyoruz, magazin sayfalarında görüyoruz. Teknoloji çok ilerledi, bizim için onlar sadece bir film karesiydi. Ne yerler, ne içerler, nereye giderler, nasıl yaşarlar, kendi sesleri nasıldır bunları hep merak ederdik. Nerede oturuyorlar, değil mi? Bunları bilmiyordunuz. Sadece tesadüfen böyle yakalanırlarsa röportajda, şurada burada öyle görürdük, yani ulaşılmaz oldukları için tabii ki çok gizemlilerdi. Fakat şimdi herkesin hayatı ortada. Onun içinde artık kimse resim istemiyordur, zannetmiyorum. Bizler çok masum yaşamışız.

Gerçekten çok büyük bir çaba. Bir mektup yazıyorsunuz, adresini buluyorsunuz, onu postaya veriyorsunuz. O dönemde tahmin ediyorum posta falan da bugün ki kadar kolay değildir.

61 sene mi geçmiş üstünden?

 Evet, 61 sene geçmiş.

Ve gelmemiş resim. Açılmamış bile daha doğrusu

Evet, ben açtım mektubu ilk kez.

Demek ki sanatçılara giden mektuplar da böyle menajerlerin elinde mi kalıyor, asistanların elinde mi kalıyor, kendileri alıp bakmıyor bile.

Bende ki mektuplar Çolpan Hanım’a ulaşmayıp iade edilmiş.

Geri mi gitmiş?

Tabii çoğu ona ulaşmadığı için iade olmuş. Sonra bir şekilde sahaflara, mezatlara düşmüş.

"Şimdi Hayranlık mı Besliyorlar Düşmanlık mı Besliyorlar"

O dönemde hayranlık ve ünlü ile etkileşim kurma arzusu, günümüzdeki sosyal medya etkileşimleriyle kıyaslandığında nasıl bir evrim geçirdi? Sosyal medyanın hayranlık ilişkilerine etkisi hakkında düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?

Sosyal medyanın hayranlığa etkisi için şöyle söyleyeyim; bazı yorumları okuyorum da inanın utanıyorum. Hayranlık mı besliyorlar, düşmanlık mı besliyorlar, ağızlarına geldiği gibi bir güzel yorum yapabiliyorlar. Özellikle Instagram’da. Bizim zamanımızda sanatçıya karşı bir saygı vardı. Mesela, o yıllarda İzmir Fuarı'na dünya kadar sanatçı gelirdi. Biz bunların hepsini yakından gördük. Ses sanatçısı olsun, film yıldızı olsun hepsi sahneye çıktı. Sesi olan da çıktı, olmayan da çıktı. Kimse de çıkıp bir hakaret etsin onlara, hiç görmedim, hiç duymadım. Dediğim gibi ben çoğu yıldızı, çoğu artisti böyle yakından gördüm. Ama ne gidip bir resim istedim ne fotoğraf çektirdim hiç öyle bir şey olmadı.

Yakından gördükleriniz arasında tavırlarını beğenmediğiniz bir sanatçı oldu mu?

Şimdi düşünüyorum da kimi gördüm acaba çok yakinen. Mesela Gönül Yazar’ı bir İzmir Fuarında görmüştüm. Orada bir programa gidiyordu, öyle peşine takılıp biz de arkasından gittik. Sonra Türkan Şoray’ı görmüştüm. "Cemo (1972)" diye bir film çekmişti o yıllarda, kaza geçirmişti çekimlerde. Kadir İnanır’ı Antalya’da, Talya Hotel’de çok yakından gördüm. Beraber yan yana masalarda oturduk. Şimdi gözümüzde çok büyütüyoruz. Mesela Kadir İnanır çok yakışıklı adam.

Fahrettin Aslan, Selçuk Aslan, Canan Yaka bir de Kadir İnanır; bunlar bir Ankara grubu ile İstanbul grubu çok yakın masalarda oturuyordu. Biz bir bayram tatili yaptık orada. İnanın, o Kadir İnanır’ın kabalığını gördükten sonra gözümden düştü. Hani kahvaltılık binada beraberdik, dışarı çıkıyoruz beraberiz, mesela Kale içine gidiyoruz hep beraberiz. Biz nereye gitsek onlar da, onlar nereye gitse biz de oraya gittik. Bir kere masalarımız çok yakındı. Talya Hotel'de akşamları böyle çok güzel Türk geceleri falan olurdu. İşte sanatçılar falan geliyordu, ben hiç beğenmedim tavırlarını, konuşmalarını falan.

Kıyasladığınız zaman size göre o dönemin (60, 70 ve 80’ler) sineması mı sizin için daha anlamlı yoksa bugünün sineması mı?

Bugün çok daha iyi Türk filmleri çekiliyor, çok daha kaliteli. Bir kere herkes kendi sesiyle konuşuyor. Benim kulağımı tırmalayan filmlerdeki dublaj sesler. Mesela erkekleri, bütün jönleri Abdurrahman Palay konuşuyor, kadınları Jeyan Mahfi konuşuyor. O, böyle benim kulağımı tırmalıyor. Dizileri daha çok seviyorum ben. Bana daha gerçekçi geliyor. Daha bizden, hemen herkes kendi sesiyle konuşuyor.

Mektuplar ve imzalı resim istekleri sizin için sadece bir hayranlık ifadesi miydi, yoksa sinema figürleri arasında özel bir bağın bir parçası mıydı?

Özel bir bağın parçasıydı. Belki bir denemeydi. Acaba gönderecek mi, göndermeyecek mi? Çünkü ben hiç hatırlamıyorum. Yani, belki iletişim kurmak istemişim. Bir de adres bulmuşum yani. Niye bir Türkan Şoray değil de Çolpan İlhan? Şöyle olabilir; mesela Çolpan İlhan’ın ses tonu, kimse de olmayan bir sesti. Böyle çok nazik, narin, naif bir hanımdı. Belki ondan olabilir. Bilemiyorum yani. Çok yıl geçmiş üstünden.

61 yıl sonra yazdığınız bir mektupla karşılaşmak size nasıl hissettirdi?

Ben çok şaşırdım. Gerçekten çok şaşırdım. Oğluma dedim, sana bir şey söyleyeceğim, anne çok meşgulüm sonra söyle, dedi. İnanır mısın hastanede anlattım, acilde. İnanmadı, gerçekten mi diyor. Anne diyor gerçekten sen mi yazdın. Ben yazdım dedim. 17 yaşında da mı sen böyleydin diyor. Şimdi beni biliyor musun yaşımla çok bağdaştırmıyorlar. Yaşlı gibi değilim. Kendime bir söz verdim. Ben ihtiyar olmayacağım dedim. E olmadım da. Faaliyetlerim var, aktivitelerim var. Onlara gidiyorum. Böyle oyalıyorum kendimi…

Günümüzde sanatçılarla doğrudan etkileşim kurabiliyoruz, hatta bazen sanatçılarla yapılan yorumlara cevap gelmediğinde hayal kırıklığına uğruyoruz. Ancak geçmişteki mektuplar, bu tür anında geri dönüşleri beklemeksizin yazılmıştı.

Feriha Okçu'nun mektubu gibi, bir kısmı belki de sanatçılara ulaşamadan kaybolmuş, bazıları da bir fotoğraf, bir imza ve bir anı olarak geri dönmüştü.

Adem Sercan Kaba