Üniversitelerimizde yürütülen tıp tarihiyle alakalı çalışmalar ekseriyetle Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine odaklanmıştır. Kaleme alınan bu yazıda da tarihi süreçte hekimlik ve daha özel olarak askeri hekimlik ve askeri hastaneler değerlendirileceği için bu bağlamda değer atfedilen hususlara nispeten daha dar bir aralıkta (1453- ) bilgim ölçüsünce değinmekle yetineceğim, hülasa, bu demek değildir ki bahse konu aralıktaki Türk tıp tarihi sadece buradaki olaylardan ibarettir.
Askeri Hastanelerin Tarihi
İstanbul’un 1453’teki fethi ile Osmanlı’da gerçekleşen pek çok değişiklikle hekimlik de yeni bir sürece girdi. Fatih’in daveti sonrası İstanbul’a gelen Hekim Kutbeddin Acemi, o dönem için sadrazam ve şeyhülislamdan sonra en yüksek maaş sayılabilecek bir ücretle (500 akçe)1 ilk hekimbaşı olarak göreve başlamıştır2. Fatih’in kurmuş olduğu Fatih Medresesi bünyesindeki darüşşifada (hastane) çalışan hekim sayısı 1489 yılında 7 olarak bildirilmiştir. 1489’dan 1658’e dek sadece başhekimin maaşı artırılmış olup diğer hekimlerin ücretlerinde değişiklik yapılmaması ve bu durumun 19. yüzyıla kadar sürmesi hizmet kalitesinde düşüş yaşanmasının başlıca sebebi sayılabilir3.
Padişah veya hanedan üyelerinden birisinin hastalığı uzayıp hekimbaşı tarafından tedavisi mümkün olmazsa Beyoğlu’nda yerleşmiş olan uzman gayrimüslim hekimler saraya davet edilirdi ve bunlar hekimbaşı ile saraya gidip hastayı muayene ederdi4. Bu da gayrimüslim hekimlerin yetkinliklerinin daha fazla olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Bu dönemde saray hekimlerinin sayısı 14-21 arasında değişkenlik gösterirken 1609’da kaleme alınan Ayn-ı Ali risalesine göre 17. asırda bu sayı 21 Müslüman hekim olup 41 de Yahudi hekim bulunmaktadır4. Sarayı hekimi olan Türk hekimler ile başka etnisitedeki hekimlerin sayıları arasındaki oranı göstermesi açısından bu güzel bir örnektir, ayrıca bu oran Osmanlı İmparatorluğu’ndaki genel durumun bir göstergesi olarak da ele alınabilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu 16. asırda bile gayrimüslim hekimler nicelik ve nitelik bakımından Türklerin önünde yer almaktadır.
Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin naklettiğine göre, sadrazam 1810 yılında Şumnu’da ordunun başındayken rahatsızlanmış ve ordu başhekimi de tedavide yetersiz kalmıştır, bunun üzerine padişah birisi İtalya’da eğitim almış olan Kalorya adında bir Rum ve diğeri de Piçuni adında Avrupalı bir gayrimüslim olan iki hekimi İstanbul’dan göndermiştir. Bu iki hekimin tedavisi ile sadrazam birkaç gün içerisinde ayağa kalkmıştır5. İstanbul’da 1812 yılında patlak veren veba salgınını ise bazı kimseler gayrimeşru cinsel ilişkilerin çoğalmasına bağlamıştır. Şanizade’ye göre, veba sebebiyle ölen Müslüman sayısı ölen gayrimüslim sayısından fazladır, ölen sayısı o kadar çoktur ki Fatih Camisi'nde sabah namazının ardından kılınan cenaze namazları nedeniyle aylarca tespih çekilememiştir5. Şanizade’ye göre, hekimbaşı olanlar çevrelerinde bilgileriyle kendi yerlerine gelebilecek ehliyette bir kimsenin bulunmasını istemiyorlardı. Meslekteki cehaletini gizlemek isteyen kimi hekimler Fransızca birkaç kelime ezberleyerek tıptan anlamayanları kandırmaktaydı, hekimbaşından onay alanlar muayenehane açıp her sene birkaç bin kişinin can kaybına yol açmaktaydı5.
III. Selim döneminde Nizam-ı Cedid ordusunun kurulmasıyla birlikte 1805’te Kasımpaşa’daki (İstanbul) Tersane-i Amire’de hekim ve cerrah yetiştirmek üzere eğitim hastanesi çalışmaya başlamıştır ancak 1807’deki Kabakçı Mustafa İsyanı neticesinde kapatılmıştır.
Kuruçeşme’deki Rum üniversitesine bağlı olarak Dimitraşko Moroz tarafından tıp fakültesi açılması için 1805 yılında izin alınmıştır. Okulun hangi tarihte kapatıldığı kesin bilinmemekle birlikte Dimitraşko’nun 1812 yılında idamıyla birlikte kapatılmış olması muhtemeldir. Bunun yanı sıra şu da belirtilmelidir ki, okulun eğitim dili Rumca ve mevcut öğrenciler sadece Rum gençleridir. O dönemde Türk gençlerinin bir Rum okulunda eğitim görmesi olanak dahilinde değildir6.
Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya arasında 1826 yılında gerçekleşen savaşlar sırasında askeriyenin artan cerrah ihtiyacını karşılamak üzere 20 kadar yetişmiş cerrah bulunup bunlara teorik eğitimler verilmiş ve kışlalara gönderilmişlerdir. Ancak mevcut ihtiyacı 20 cerrah ile giderebilmek mümkün olmamıştır. Sultan II. Mahmud’un emri üzerine hekimbaşı Mustafa Behçet’in gayreti ile 14 Mart 1827 tarihinde tam anlamıyla tıp eğitimine odaklanacak Tıphane-i Amire açılmıştır. Tıphanenin açılmasındaki esas amaç ordunun hekim ve cerrah ihtiyacını gidermektir, bu nedenle Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilan edilene dek başlangıçta gayrimüslimler kabul edilmemiştir, zira orduda gayrimüslim istenmemektedir. Ayrıca, ders programında İslam İlmihali ve Birgivi Risalesi gibi derslerin yer alması da gayrimüslimlerin öğrenci olarak istenmediği şeklinde yorumlanabilir. Böylelikle müslim-gayrimüslim hekim oranının da dengelenmesi amaçlanmış olmalıdır. Tıphaneye kaydolan öğrenciler o dönemin geçerli dili Fransızca okumayı bilecek, bununla birlikte eğitim dili Türkçe olacaktır7. Cerrahhane-i Amire 1831 yılında açılmıştır, cerrahların eğitimini Mehmet Salim ve Fransa’dan getirilen A. H. Sat-Deygalliére* üstlenmiştir8. Tıphane ve cerrahhane 1836 yılına gelindiğinde birleştirilerek Mekteb-i Tıbbiye halini almıştır.
II. Mahmud’un saraya yetenekli hekim bulunması emri üzerine, daha önce askeri alay ve hastanelerde görev yapmış olan Dr. Jacques Neuner’in ve Dr. Charles Bernard’ın 1838 yılında İstanbul’a gelmeleri sağlanmıştır9. Bu hekimlerle yapılan sözleşme gereği, 15-20 yıl görev yaptıktan sonra ülkelerine dönmeye karar verseler de maaşları ölene dek verilmeye devam edilecektir8. Bu da Osmanlı ahalisinden olan mevcut hekimlerin yetersizliğinin ve o dönemin en çağdaş eğitimine sahip yabancı hekimlere duyulan ihtiyacın başlıca bir göstergesidir.
II. Mahmut 14 Mayıs 1839’da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi ziyaret edip derslere iştirak etmiş ve öğrencilere hitaben bir konuşma yapmıştır, ilk kez o gün bağımsız olarak eczacılık sınıfı da açılmıştır. Eğitim dili Fransızca olan mektebin eğitim programı Dr. Bernard tarafından değiştirilmiştir10. Bernard’ın Fransızca ve Latince olarak 1844 yılında kaleme aldığı Osmanlı Askeri Farmakopesi içerisinde ayrıca İtalyanca karşılıklar da yer almaktadır. Askeri hastaneler için hazırlanmış olan bu kitapta drogların (ilaç yapımında kullanılan hammadde) listesi, farmasötik preparatlar, ilaç formülleri ve çizelgeler yer almaktadır8.
1826’da açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin esas amacı askeri hekim yetiştirmek olduğu için sivil hekim ihtiyacını karşılamak üzere de 1866 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye kurulmuştur8. Bu mektepte dersler Türkçe işlenmiştir7. Bu mektepte 1899 yılında eğitim görmekte olan 142 öğrenci varken bunların 62’si Müslüman, 62’si Hristiyan, 18’i de Yahudi’dir. Gayrimüslim öğrenci sayısının Müslüman öğrencilerden fazla olması beklentilerle uyuşmadığından bu dengesizliği önlemek maksadıyla müfredata din dersleri eklenmiştir6. II. Meşrutiyet’in 1908’de ilanı ile askeri ve mülki tıp mektepleri birleştirilerek Tıp Fakültesi kurulmuştur7. Tıp Fakültesi’nin 1912-1928 yıllarındaki askeri bölümüne kaydolan 996 kayıtlı öğrenci varken bunlardan 980’inin Müslüman olduğu tespit edilmiştir11. Buradaki sayılardan hareketle her ne kadar hekimlerin aldığı eğitim açısından nitelik olarak yorum yapılamayacak olsa da niceliğin Türkler lehine döndüğü iddia edilebilir.
GATA
Askeri Sıhhi İşler Nizamnamesi uyarınca tıbbiyeden mezun olan hekimlerin tecrübe edinmeleri için bir hastanede görev yapmaları zorunlu hale getirilmiştir, bu sebeple 1870 yılında pratik eğitim okulu olarak Haydarpaşa Hastanesi seçilmiştir. Buradaki dersler ve uygulamalar Türkçe yürütülmüştür. Ancak bu okul girişimi başarılı sonuç vermemiştir7. I. Alman İmparatorluğu ile yapılan anlaşma akabinde Dr. Robert Rieder ve Dr. Georg Deycke, İstanbul’a gelmişlerdir. Askeri hekimlerin pratik eğitim görmesi için bu iki hekimin öncülüğünde 1898 yılında Gülhane Tatbikat Mektebi (günümüzdeki ismiyle Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi, daha bilinen ismiyle ise Gülhane Askeri Tıp Akademisi, yani GATA) kurulmuştur12. Ayrıca, 1903 yılında da Şam Mekteb-i Tıbbiyesi eğitime başlamıştır, I. Dünya Savaşı patlak verince de bu okul Beyrut’a taşınmıştır ancak Beyrut’un 1918 yılında işgali ile kapanmıştır10. 1923 yılında TBMM’de Gülhane için talimatname hazırlanmış olup buna göre; hastane ve tıp akademisi olarak, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı, tugay seviyesinde, bir askeri tabip tarafından idare edilen kurum şeklinde tanımı yapılmıştır. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na girme ihtimaline bağlı olarak askeri okulların ve hastanenin Ankara’ya taşınmasına karar kılınmıştır ve hastane, 1941 yılında bütün teşkilatı ile Cebeci Merkez Hastanesi’ne aktarılmıştır. 1947 yılında ismi değiştirilerek “Gülhane Askeri Tıp Akademisi/GATA" halini almıştır. 1971 yılında ise günümüzdeki Etlik’teki yerleşkesine taşınmıştır. Askeri tıp fakültesi 1908’de kapatılıp sivil okulla birleştirilmesinden 72 yıl sonra 1980 yılında GATA’ya bağlı olarak tekrar açılmıştır13. Bu sayede Türk Silahlı Kuvvetleri’ne daha bilgili, daha disiplinli ve daha deneyimli askeri hekim yetiştirmek amaçlanmıştır. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası 31 Temmuz 2016 tarihinde çıkarılan kanun hükmünde kararname (KHK) ile GATA ve birimleri Sağlık Bakanlığı’na bağlanmıştır, günümüzde de bu şekilde hizmete devam etmektedir.
Askeri Hastaneler Neden Gerekli?
Peki askeri hekimler, dolayısıyla onları yetiştirecek askeri tıp fakülteleri ve askerlerin sağlık sorunları ile ilgilenecek askeri hastaneler neden gerekli? Çok ama çok basit! Nasıl herhangi bir ihtiyacımız olduğunda direkt o konuda mütehassıs bir isim arıyorsak o sebepten gerekli. Şöyle düşünelim, şeker hastası isek herhangi bir dahiliye hekimi değil de şeker hastalığında uzmanlaşmış olan bir dahiliye hekimi ararız değil mi? Veya idari bir süreçle ilgili sorunumuz varsa idare hukukçusu tercih edip de ceza hukukçusu aramayışımız da benzer sebepledir. Örnekler alabildiğine uzatılabilir ama buradaki gereklilik zannediyorum ki vurgulanmıştır. Zira çatışmaya girmiş bir askerin psikolojisinden, bir uzvunu kaybeden gazinin sorunlarından, çatışma sonrası gerekli cerrahi operasyonlardan en iyi askeri cerrah, askeri hekim anlar. Ve gerekli durumlarda bunlar, çatışma bölgesinde bir askeri personel olarak görev üstlenip sağlık müdahalesinde bulunabilir. Bunun için de askeri hekimlerin hekimlik mesleğinin gereklerine hakim olmaları kadar askeri disipline ve donanıma da haiz olması bir mecburiyettir. Dolayısıyla askeri hekimlerin hem asker hem hekim olarak yetişmelerinin esas ocağı olan askeri tıp fakültelerinin işlevi dışına çıkartılarak sivilleştirilmesi ve idaresinin doğrudan Milli Savunma Bakanlığı’nca yürütülmesindense Sağlık Bakanlığı aracılığı ile Milli Savunma Bakanlığı hesabına yürütülmesi yanlıştır. Ayrıca, askeri personelin ihtiyaçları ve tedavisi konusunda uzmanlaşmış askeri hekimlerden ve askeri yardımcı sağlık personelinden müteşekkil bir askeri hastanenin varlığı da zorunludur. Kamunun hekim ihtiyacını karşılama yeri askeri hastaneler değil, devlet hastaneleridir, bunun için de üzerine düşeni yapması gereken Sağlık Bakanlığı’dır. Askeri hekimlere sadece hekimlik mesleğinin gerekleri değil, temel askeri eğitim de verilmelidir ve dahası paraşütle atlama, askeri araçlarda (kara, hava ve deniz) yaralıya müdahalede bulunabilecek vaziyete gelmelerini sağlayacak uygulamalar gibi donanımlarını artıracak eğitimler sağlanmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri operasyon yaparken her zaman yanında olan ve olması gereken askeri hekimleri yetiştirecek askeri hastaneler ve akademiler neden kapatılır, bundaki esas maksat ne olabilir; takdir sizin. Ezcümle bu kurumların varlığına ihtiyaç tarihi süreçle birlikte özetlenip ortaya koyulmaya çalışılmıştır, ivedilikle bu kurumların eski işlevlerini geri kazanması gerektiği bir zarurettir.
Milliyetçi Kongre Derneği
Sağlık Komisyonu Üyesi
Dr. Ecz. Nihat Kurt
Not: Günümüzde de 14 Mart Tıp Bayramı, 14 Mayıs Eczacılık Bayramı olarak kutlanmaktadır.
*: Türkçe kaynaklarda Sıddıkalir, Sad de Kaler, Sade de Calliere, Sade de Galliere, Sat dö Galliyer gibi değişik imlalarla geçmektedir.
Kaynakça
1. Ali Haydar Bayat, Osmanlı Devleti’nde Hekimbaşılık Kurumu ve Hekimbaşılar, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1999.
2. Ahmet Özdinç. Fatih ve II. Bayezid Devri’nde İran’dan Anadolu’ya Gelen Meşhur Hekimler ve Osmanlı Tıbbına Katkıları. Anadolu Klin. 2020;25(1):56-61.
3. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fatih Külliyesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003.
4. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1984.
5. Şanizade Mehmet Ataullah Efendi, Şani-Zade Tarihi, Cilt I, Çamlıca Yayınları, İstanbul 2008.
6. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Cilt I-II, Eser Yayınları, İstanbul 1977.
7. Mehmet Melli, Cağfer Güler, Yılmaz Kurt, Türk Farmakoloji Tarihi, Özdoğan Matbaa Yayın, Ankara 2015.
8. Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 1, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009.
9. Ayten Altıntaş, Karl Ambros Bernard’ın Mekteb-i Tıbbiye-i Şahanenin İlk Kurucusu Olduğu Meselesi ve Görevi Hakkında, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1999.
10. Aslı Tuna, Şam Mekteb-i Tıbbiyesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2018.
11. M. Alpertunga Kara, Adnan Ataç, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Tıp Tarihi Müzesi’ndeki Askeri Tıbbîye Künye Kayıt Defterleri - 1912-1928, IX. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2006.
12. Merve Pabuççu, Osmanlı Devleti’nde Askerî Hastaneler (1876-1908), Cappadocia Journal of History and Social Sciences, 2014. DOI: 10.18299/cahij.30
13. Baki Erken, Güvenlikçi Devletin Güçlenmesi Örneği: Türkiye’de 1980 Sonrasında Askeri İdarenin Büyümesi, Abant Sosyal Bilimler Dergisi, 23(1):178-195, 2023. DOI: 10.11616/asbi.1206123