Karpatların biraz batısında, yemyeşil bir düzlüğe kurulmuş kasabanın dışarıdan bakınca civara yayılmış onlarca köy ve kasabadan hiçbir farkı yoktu. Eskiler Pannonia derdi buralara, Türkler Macar Düzü diyor, Macarlar Karpat ovası diye anıyorlardı. Toprağı bereketli, havası hoş, insanı munis bir cennet parçasıydı.
Cennet parçalarına göz diken çok olur. Vaktiyle ne kahramanlar at tepmişti burada… Gyula Arpad’la birlikte gelen Macarlar, bileklerinin hakkıyla Avarlardan almışlardı burayı. Ulahlar, Türkler, bir de yeni peyda olan Nemseliler, herkesin gözü bu topraklardaydı… Oysa kasabada yaşayan mavi gözlü Macar kızı, Emese, isterdi ki nasıl geldiyse öyle gitsin… Zırhlı atlarıyla, kuş tüyü takılmış miğferleriyle mağrur fatihler olan atalarının, müşfik ve munis kızıydı o. Öyle ya, bütün fetihler, bir gün meçhul bir neslin huzur ve refah içinde yaşayıp gitmesi için değil miydi?
Sıradan kasabanın sıradan, toprak damlı bir evinde, iki aşık konuşuyorlardı. Aşk bu, din, diyanet dinlemez, kavim ve renk ayırmaz… Türk’ün gönlü zaten maviye düşer, Macar’ın gözü de sarkık bıyıklı, kara yağız delikanlının üstüne bir düşünce, bir daha ayrılamamıştı işte… Kasabalı biliyordu, kaşlarını çatıyorlardı, ama yatağanı belinde bağlı, çekik gözlü Türkmen yiğidine meydan okumak… Hele Osmanlı hükmünü sürüyorken… Olacak iş değildi. Ses etmiyorlar, ama Emese’ye iyi gözle bakmıyorlardı. İki aşığın, fakat, umurlarında bile değildi o esnada. Kasabalı ne düşünürse düşünsün, daha önemli dertleri vardı. Biraz yakınlaşsanız, derme çatma pencerenin dibine gelseniz, ne konuştuklarını duyabilirdiniz.
“Düşümde bir kuş gördüm Polat. İhtiyar anacığım Turul derdi. Meryem anamızın kuşuymuş. Uğurlu kuştur derler. Bir yalçın dağa doğru süzülüyordu. Derken bir avcı peyda oldu, Turul’u vurdu. Döne döne bir suya çakıldı… Gitmeyesin, korkuyorum… Turul düşte boşa görülmez…”
“Emesem, gök gözlüm, dert etme sen. Senin kavmin değil midir Estergonlu belasına tutulasın diye beddua eden? Ben Estergonluyum güzelim. Bana bir şey olmaz… Sen dua et, eşin akraban çıkmasın karşıma…”
Polat gülüyordu. Emese’ye takılmayı severdi, kafir kızı yüzünü asınca daha bir sevimli oluyordu! Deli dolu ve umursamaz Türkmen yiğidi fark etmiyordu ki, sevdiği zaten işkence çekiyordu. Bütün bir kasaba onunla konuşmayı kesmiş, ölmüş ana babasının akrabaları bütün tarlalarına el koymuştu. Polat olmasa, bu küçük damı bile ona çok görecekler, yabana atacaklardı onu.
Emese yüzünü buruşturdu… Herkes ona hakaret eder, arkasından konuşurken aldırmazdı da, sevdiği böyle takılınca yaralanıyordu.
“Sen de mi böyle yapacaksın? Kasabalının dedikleri yetmezmiş gibi…” dedi Emese, yanakları kızararak… Polat ilk defa, sevdiğinin içinde gizlenmiş, nadir buluşmalarının heyecanıyla hep arka plana itilmiş bir yangın fark etti.
“Ne diyormuş kafirler hele? Benim Emese’me laf mı ediyorlar? O sinsi zangoç mu yoksa? Uğursuz demirci mi? Söyle, kellelerini vurup Pazar günü kilisenin kapısına atayım. Benim yârimi kim üzüyormuş?”
Emese’nin gözleri çakmak çakmaktı. “Polat” dedi, “Aldırmayasın. Ben de aldırmıyorum. Hem, kelle vurmakla tükenir mi ki? Nereye gitsem ayıplayacaklar beni… Gel kaçalım. Senin yurduna gidelim. Orada bizi kimse ayıplamaz. Ayıplayanla sen baş edersin… Tükendim, pes ettim Polat… Senden başka konuşabildiğim adem oğlu yok. Bir gittiğinde kaç ay gelmiyorsun. O aylar, o geceler boyunca ben ne ederim, hiç düşündün mü? Hançerimle uyuyorum… Usandım artık, al götür beni!”
Polat’ın yüzündeki neşeli ifade kayboldu. Kaşlarını çatıp Emese’nin gözlerine dik dik baktı. “Bilmiyordum güzelim” dedi, “Bilmiyordum… Pekala, bir çaresine bakarız elbet… Anamın elini öpersin. Müslüman oldu deriz. Son beşiğinden bir torun sevdiririz ha?” Son cümleyi söylerken yine gülümsemeye başlamıştı. Mizacı böyleydi onun, dalga geçmeden duramaz, cin fikirli bir lafı söyleyiverirdi. Kararını vermişti çoktan, Emese’yi alıp götürecekti. Kararını vermişse, surat asmak niyeydi ki, ciddiyete ne gerek vardı?
“İnanayım mı?” diye sordu büyümüş gözlerle Emese, alaycı sevdiğinin onu kandırıp kandırmadığından emin olamıyordu.
“İnan tabii… Bak, Nemse kafiri Estergon’u elimizden aldı. Beyimiz diyor ki, Akıncıların hepsinin namusuna halel geldi. Gidip karargahımızı geri almamız lazım. Alıp namusumuzu temizleyelim, gelip senin namusunu da temizleyeceğim. Hem, Tuna bu yana akıyor… Nereye gitsem dönüşüm sana olur güzelim, ırmak benim, deniz senin gözlerinde…”
***
Akıncı üssü Estergon, akıncılar seferdeyken baskın yemiş, Osmanlı’nın elinden çıkmıştı. Şimdi akıncılar geri dönmüş, kalelerini geri almak için kuşatmışlardı. Çoğu akın yorgunu genç Osmanlı yiğitleri, kaleyi de alıp dinlenmek için can atıyorlardı. Bölüğün ozanı, akıncıların ve özellikle Polat’ın duygularına tercüman oluyor, dertli dertli bir serhat türküsü yakıyordu: Estergon Kalesi, şu başı durak Kemirir gönlümü bir sinsi firak Gönül yar peşinde, yar ondan ırak Akma Tuna, akma ben bir dertliyim Yar peşinden gezer koşar, kara bahtlıyım Ozanın türküsü en çok Polat’a dokunuyordu akıncılar içinde. Evet, durakları Estergon’un başıydı, fakat Emese’nin sözleri içini kemirip duruyordu Polat’ın. Bilmiyordu ki, eh be kafir kızı, evvelden söyleyeydi ya… Kasabayı yakar, hepsinin boynunu vurur, yine sevdiğini korurdu. Tuna da, onunla dalga geçer gibi akıyordu geriye, yârinin olduğu yere doğru… Nakarata efkarla eşlik etti: “Akma Tuna, akma ben bir dertliyim…” Efkarına gömülmüş düşünürken, borular üflendi. İşte son saldırının vakti gelip çatmıştı. Yalçın bir falezin tepesine kurulmuş Estergon, ikinci kez Türklerin karşısına dikilmişti. Estergon’u almadan dinlenmek yoktu, Emese de… Polat’ın bölüğü en önde gidecekti. Onlarca akın görmüş tecrübeli ağalar, bıyığı yeni terlemiş civanlar… Hepsi yatağanlarını bilemiş, bıyıklarını burmuş, hücum borusunu bekliyorlardı. Boru çalındı…. Polat’ın bölüğü önde, Türkmen akıncıları dört koldan Estergon’un surlarındaki gediklere saldırdılar. Tepelerine ok, taş, kızgın yağ yağarken düşenlerin feryatları, uzaktan çalan mehter davuluna, zurnasına karışıyordu. Polat gedikten içeri girdi. Gözlerini kan bürümüş, döne döne savaşıyordu. Bu defa ne mübarek gazaydı derdi, ne ganimet, ne yiğitlik… Bir an önce bitmeliydi savaş, bir an önce Emese’nin yanına dönmeliydi. Bu dert, ona ne cihadın, ne ganimet hevesinin verebileceği bir gayret bahşetmişti. Hisara ilk girenlerden oldu. Mazgallarda, hisarın odalarında, menfezlerde ve dehlizlerde çatışma sürerken, bir sancak geçirdi eline. Hisarın en yüksek kulesine, kan ve feryattan bir yol açarak çıktı. Burca sancağı dikecek, savaşı bitirecekti. Yatağanını kınına soktu. İki eliyle kavradığı sancağı burçlardan salladı. Türk saflarında bir tezahürat koparken, Nemseliler bozgunu idrak ettiler. Artık can derdine düşmüşlerdi, kaçabilenler kaçacak, kalanlar esir düşecekti. Polat, neşeyle kahkaha atar, sancağı sallarken, kürek kemiklerinin arasında hissettiği bir yanmayla kalakaldı. Kahkahası yüzünde donmuştu. Sancağı mazgallara sapladı, güçlükle arkasını döndü… Geri çekilen Nemselilerden biri, intikam ateşiyle Tatar Yayını son defa eline almış, kaleyi onlardan geri alan Türk’e bedel ödetmişti… Gözleri kararıyordu. Gözünü açtığında, yoldaşları yanındaydı. Vücudu alev alevdi, eklem yerleri zayıf düşmüş, bir titremedir almıştı her yerini. Dikilecek gibi oldu, izin vermediler. Bir nara attı, tekrar hamle yaptı, dikildi. Eline ayağına yapışan yoldaşlarını, ona bir şeyler söyleyen cerrahı duymuyordu. Yattığı çadırdan sendeleyerek çıktı. İşte, Tuna karşısındaydı… Onu Emese’ye götürecekti… Polat, sözünde duracaktı… Kendisini Tuna’nın sularına bıraktığında, gözleri de son defa karardı. En son hissettiği, alev alev yanan vücudunu saran Tuna’nın ferahlatan serinliğiydi…***
Derler ki, kasabanın çocukları evini taşlayınca yüreği yanan Emese, ağlayarak koşmuş. Tuna’nın kıyısında bir taşın üzerine oturmuş, Tuna’yla ufkun kavuştuğu yere gözlerini dikmiş. “Neredesin Polat’ım, gel artık…” diye ağlar, sızlanırken, Tuna, uğursuz hediyesini getirmiş. Polat’ın cesedini gören Emese, bir ah edip, Tuna’nın sularına atlamış. Sözünde duran sevdiğiyle, Tuna’nın bağrında kavuşmuşlar. Kasabalılar ne zaman o taşın oradan geçse, belli belirsiz, uzaklardan gelen bir ağlama sesi duyarlarmış. Kıztaşı demişler o taşa, uğursuz saymışlar. Yıllar sonra bir Türk şair, bu efsaneyi duyunca, o taşı bulmuş. O taşa Emese gibi oturup, gözlerini Tuna’yla ufkun kavuştuğu yere dikip, bir türkü yazmış: Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı; Çeşmelerden akan, kanlı gözyaşı... Orda bir güzel var, çatılmış kaşı; Ak alnına kara çatkı bağlarmış… Söğüt dallarında hasta serçeler Eski akın destanını heceler. Tuna ağlıyormuş bazı geceler; Göğsünde kefensiz şehitler varmış. https://www.youtube.com/watch?v=J3xBGwTxhLc