Bundan yaklaşık bir ay evvel eski işyerim olan Vakıflar Müdürlüğü’nden Ziya ile T.O. lokalinin önünde karşılaştık. Günlerden cuma olduğu için, ertesi günün işten azade olacağı hissiyle biraz geç vakitlere kadar oyalanmak niyetindeydim. Ara sokaktan Cağaloğlu’na ve oradan da Eminönü’ne inen yol sebepsiz bir tesirle iyi hissettiriyordu bana. Zannımca her ne kadar sebepsiz de desem geçmişte neşriyatın can damarı bu sokaklar idi. Büyük ustaların mekana sinen ruhları, benim de her zerreme temas edip yapışıyordu. Duvarlarda belki de elli yıl önce ilk defa okunmuş ve bugün herkesin dilinde gezinen sözler, şiirler vardı. Göz, bunları görmek; kulak da duymak için pek yetersizdi. Her sırra, yalnızca sessizce akıp giderken vâkıf olabiliyordum bu sokakta. O akşam da düzenli yürüşlerimin pek keyif vermeyeceği hissindeydim. Bunu fark eden Ziya:
‘’İşin yoksa biraz oturalım mirim.’’, diye mukabele ederek davete bulundu.
Ufak bir baş selamıyla daveti kabul ettim. Lokalin, bir köşesine sinip oturduk. Yalnızca birtakım insan sesleri vardı. Pek kalabalık da sayılmazdı hem. Uzun bir bekleyişin ardından sandalyesine tam manasıyla kurulup sessizliği bozan yine Ziya oldu:
-Anlat bakalım. Bulabildin mi idealindeki kadını?
-Her daim olduğu gibi, bekliyorum. O’nu, bekleyerek arıyorum.
-Adam sen de! Gençliğinin baharını yalnız başına taçlandırmak da neyin nesi? Bu hayat sana sıkıcı gelmiyor mu böyle? Farkında mısın bilmiyorum ama büyüleyici bir güzellikten nasiplisin, tıpkı bir asilzadeyi andırıyorsun. Halin keyfin de yerinde. Neden bu yalnızlık?
Söylediği her şeyi kelimesi kelimesine muhasebe eleğimden geçirip düşünüyordum. Doğru söze ne denirdi? Bu defa cevabımı susarak ilettim kendisine. Gözlerimin düşüşünü görünce de ellerime uzanıp onları bir dost edasıyla sıktı.
- İdealist ve hayalperest tavırlarından vazgeçersen mutlu olabilirsin ancak kıymetli dostum. Ayakların yere basmıyor. Hakikatin beşyüz mil tepesinde geziyorsun. Hem, kadında güzellikten başka ne arayabilirsin ki?
Bu manasız tavsiyelere hiç kulak asmadım. Benim aradığım veyahut beklediğim kadın, asla suni, yapmadan düzmeden bir kadın değil. Benim aradığım veya beklediğim kadın, muhayyilemin ötesindeki ötede, saf ve gerçek, kadınlığın tekamül noktasına müsavi bir asalete mazhar ve ruhunu bedeninden daha fazla maddeleştirmiş bir kadın. Ah, işte bu idealimi bilse bile insanlar, beni asla anlamıyorlar ve sadece yalnızlığa mahkum olduğumu söylüyorlar. Böylesi bir kadından azade yalnızlığın hoşluğundan haberleri bile yok. Aslında doğmamış ruhların ve çilesiz kafaların bana reva gördükleri şey için üzülmüyorum. Aksine, onlara yalnızca acıyorum.
Bir anda içimde biriken aforizmalar şiddetli bir taaruzla boğazıma yapıştı.
- ‘’Ziya!’’
Sesim pek gür çıkmıştı. Herkes gayet iyi bilirdi ki sesim böyle gür çıkınca tahammül hudutlarımın artık son çizgisindeyimdir fakat çoğu zaman da kırıcı bir şekilde tezahür eder bu vaziyet. Arkadaşımın gözlerindeki şaşkınlık ve pişmanlığı görünce sesimi yumuşatıp sözlerime devam ettim:
-"Rica ediyorum bu bahsi kapatalım. Bana, herhangi bir konuda verilen tavsiyeler ruhumu boğuyor."
Sözlerimi muzaffer bir edayla tamamladım. Ziya’nın söyleceği her söz boğazında kalmış gibiydi. Bu sırada nihayet varlığımızı fark eden paspal ve Türkçe’si bozuk bir garson yanaşıp isteklerimizi sordu. Ziya kısık bir sesle:
"Çay", diyebildi.
Bense bir elma çayı söyledim. Masamıza kirli ellerle uzanan bir adisyon bırakıldı ve ardından yabancısı olduğum garson sureti uzaklaştı. Her şey derin bir sessizlikle ete kemiğe bürünmüştü. Sanki suskunluk, gözleri kör eden bir sis gibi çökmüştü her tarafa. Ah ne güzeldi, ne güzeldi. Keşke yalnızca, yalnızca birkaç dakikalığına bütün sesler susabilseydi. O birkaç dakikaya yayılan suskunluk eminim ki bedenimizin her noktasına sökülmez bir elyaf gibi işleyecek ve yeryüzünde, bu anlaşılmazlıkların başkentinde, insanlar bir nebze olsun düşünüp birbirini anlayabilme imkanını elde edecekti. Heyhat ki ne çare!
"Seni dangalak çocuk!’’, diye yükselen bir sesle ürperdim.
"Geldiğinden beri bu kaçıncı bardak ha?’’
Bu gürleştikçe iğrençleşen sesi aradı gözlerim birkaç saniye. Mutfağa doğru başımı çevirdiğimde kırılan bir bardağın hesabını soran, tipinden ve bir şehriyar edasıyla yükselen sesinden de anladığım üzere şef garson kılıklı biri, küçücük bir çocuğun yakasına yapışmıştı.
"Def ol buradan! Ne o? Bir de yevmiye mi bekliyorsun?"
Şef garsonun sözleri gittikçe yakınlaşıyordu. Nasılını ben de bilmiyorum fakat desibeli artmayan bir sadanın kulaklarımın içine doğru yükselmesine anlam veremiyordum. Gözyaşları içerisinde yalvaran, mırıldanan çocuğun sesleri de belirginleşmişti ama o gaddarın sözleri bunu bastırıyordu. Kahrolasıca insan! Güçsüzü fark edince tüm kötülüklerini sergilemekten nasıl da imtina etmiyor.
Sesler daha da yakınlaşmıştı. Ve bu defa duyduğum şey bir tokatın sesiydi. O tokatın ardından şef garson gözleri dönmüş bir vaziyette bana baktı ve o ateş püsküren deccal gözlerini üzerimde hisseder hissetmez sandalyeyi kaptığım gibi başına geçirdim. Hiç farkına varmadan mutfağa kadar nasıl geldiğimi ben de bilmiyordum. Dizlerim üzerine çöktüm ve ellerimde bu gaddarın kirli kanını görene kadar mütemadiyen vurdum. İçimde dehhameşelerek büyüyen bir kin vardı. Büyük bir kederle iman ediyorum ki, insanoğluna biriken kinimi bu adamdan alıyordum. En sonunda güç bela beni durduran Ziya’yı gördüm. Artık hiçbir şey umurumda değildi. Onun bembeyaz, sakalsız yanağına öyle bir tokat aşk ettim ki, zavallıcık orada bayıldı. Ayağa kalkıp kasayı açmalarını söyledim. Çalışan birkaç kişi hemen emir telakki ettikleri bu sözümü yerine getirip kasayı açtılar. Avucuma sığabilecek bir desteyi alıp yerde çaresiz ve korkulu gözlerle vaziyeti müşahede eden çocuğa uzattım.
‘’Al ve kaç buradan. Bir daha da gelme.’’
O an gözümün önünden mekân kaldırıldı. Bir karanlık boşluktaymışım gibi yürümeye başladım. Tenime çarpan soğuktan fark ediyordum ki dışarıya çıkmıştım. Ve zorlaşan adımlarım da anlatıyordu ki Cağaloğlu yokuşundan mutat olduğu üzere aşağı doğru yürüyordum. Artık hiçbir sese tahammülüm kalmamıştı. Paltoma iyice gömüldüm. Yüzümde gözyaşları, tebessüm ve huzur…
Yazar: Mehmet Can Kuyucu
Editör: Semir Yapıcı