Bugün nazarlara sunacağım polisiye eseri, bu zamana kadar incelediklerimden pek farklı. Üslup olarak edebiyat sahasında pek kıymetli bir kalitede ve özgün şekilde ilerleyen ve aynı zamanda dilde yenileşme hareketinin yansıması niteliğinde daha sade bir eser olan bu kitap, kısa bir maceranın uzun ve kalıcı bir izini diğer polisiye eserlerle terkip ederek yazmama vesile oldu. Tarihe dipnot düşülecek birkaç olayı da bu kitapta müşahede etmekle beraber Vala Nurettin’in (kendi tabiriyle Vâ-Nû) günümüz okuyucusuyla sıkı temasta olması temennimdir.
***
Kitap kapağına elektrik direklerine sarılıp diğer eliyle de revolverini kavramış Yılmaz Ali’nin resmi adeta çakılmış. Evet, yanlış duymadınız: Çakılmış. 1933 baskısını elimde bulundurduğum bu kitap, mazinin kokusunu da üzerinde ihtiva ediyor.
Giriş
Yılmaz Ali, benim gördüğüm diğer polisiye karakterlerinden biraz çekingen ve korkak olacaktır ki kendi menfaati uğruna başkalarını feda etmekten ve hatta öldürmekten çekinmeyen birisi. Kriz yönetimi yok değil ama hikayenin neticeye ulaşması onun bu çekingen durumu ile bağlantılı. Ortalama insan haklarını başarılı neticelerle beraber bir potada eritememiş Vâ-Nû, bu açıdan büyük eksiklik içerisindedir. Ahmet Ümit gibi, Agatha Christie gibi kanlı olmasa da polisiyeyi kurbana indirgeme hususunda biraz menzili ıskalamış görünüyor ama kitabın bağlam ve giriş gelişme sonuç bölümleri, kıvrak metodları, hatta üslup ve sonrasında Yılmaz Ali’nin zekice, bir hırsızlık olayını tüm sarahatiyle açığa çıkarması eseri kaliteli eserler basamağına çıkarabiliyor.
Yukarıda neden çekingen ve korkak dediğim hususunda şu açıklamalarım kayda değer olacaktır:
Yılmaz Ali esasen bir paşa tarafından göreve çağrıldığı vakit, idam edilmesi gereken istihbarat ajanı Joseph Vahap’ı bir sözleşme ile kendisine bağlıyor. Galeyana gelen halk ve askerler bu ajanın idam edilmesini isterken, Yılmaz Ali de keskin zekasıyla; birkaç askere boş duvara atış yaptırarak silah seslerinin halk cenahında duyulmasını sağlıyor ve ardından taş dolu bir kefeni omuzlarda mezaristana değin göndererek meseleyi çözüyor. Sözleşmenin muhtevası ise kayıtsız şartsız tıpkı bir köle gibi Yılmaz Ali’nin dediklerini yerine getirmek. Dipsiz bir kuyuda İstanbul’un dışına uzanan bu eserde (ki adı da Dipsiz Kuyu eserin) karanlıkta gitmeye çekindiği yere Joseph Vahab’ı gönderiyor. En nihayetinde bir Şahmaran hikayesi intibaı uyandıran girift noktalar, soru işaretleri özelindeki mekan, Yılmaz Ali’nin elinde adeta gümüş bir şamdan gibi parlıyor.
Döneminin yazarları gibi yine Osmanlı’dan ve siyasi meselelerden kurtulamamış Vâ-Nû, Osmanlı’nın kapitülasyon politikasının ne gibi zararlara sebebiyet verdiğini şu cümlelerle hikayesine sokabilmiş (Joseph Vahab’ın müdafaasına binaen söylenmiş sözler):
“Devlet-i Osmaniyenin, kapitülasyonlar sebebile kendisini Çar hükümetine bağışlamak mecburiyetinde olduğunu küstahça ileri sürdü.”
Bu durum aslında “Memleketin neresi benim ki taksim edilecekmiş?” diyen Osmanlı gencinin haklılığını ispata yeterli bir misaldir.
Dönemin gazetelerinden Tanin Gazetesi’ne atıf yapmaktan çekinmeyen yazar, Joseph Vahab’ın bu ajanlığının cezasız kalmaması gerektiğini her ne pahasına olursa olsun müdafaa eden Tanin’in istikametini doğru tayin etmesi açısından kıymetlidir.
Şahsen burada yazarın aslında mantıken bir zemine oturmakta olan zihninide görmekteyim ki kitabın adeta Hüseyin Rahmi’nin Gulyabani eserine benzeyen de bir tarafı var. Bilirsiniz Gürpınar, eserlerinde halkın böylesi batıl inançlarını gülünç neticelerle mantık zeminine oturtmakta pek mahirdir. Ölüm tanrısının artık hayat tanrısı olarak baş gösterdiği Tanzimat’tan o yana, artık müspet ilimlerin önü açılmış ve batıl meselelerin itibarı bir kerata kıymetine inmiştir, en azından aydın kesimde… Öyle ki kitapta şu cümle geçmekle beraber yine Gürpınar’ın güldürüsüyle sonlanacak bir eser Yılmaz Ali:
“Bu kuyunun içine kim bakarsa, efsaneye nazaran bu menhus derinlik onu yutarmış.”
Medusa’nın gözlerine gözlerine bakıp kör olmayı bekleyen bizler için eh, sınaması kolay bir deney. Fakat Yılmaz Ali’nin devri için bu pek mümkün görünmüyor…
Kitaptaki bir başka nüans da Anadolu hanları hakkında. Avrupa’ya neredeyse temizlik ilmini öğreten Osmanlı’nın, yıllarca Balkanlar’dan ayıramadığı gözü yüzünden es geçtiği Anadolu’nun hanları, aslında pislik içindeymiş ki biz kitapta şu cümlelere rastlıyoruz:
“Ekser Anadolu hanlarında bulunmayan dikkatli, titizcesine bir temizlik nazarıma çarptı. Batakhane hissini veren hiçbir emare mevcut değil. Bilakis, insanı istirahate davet eden bir asudelik vardı.”
***
Aslan Turgut’un hikayesini ele alırken dönemin fen ve tekniğinin geldiği noktayı da işaret etmesi açısından dedektörü örnek vermiştim. Yılmaz Ali’de de bu husus ön planda. Hatta Kartal İhsan gibi dönemin ilmine kayıtsız kalmayan bir hafiye ile karşı karşıyayız. Misalen:
“Vahan cep lambasını yaktı ve kulaklıklı, ağızlıklı olan telefonu başına geçirerek yürümeye başladı.”
“Ali bey, elini cebine soktu ve demin bavuldan aldığı mantar gibi şeyleri birer birer kuyuya attı. Sonra, elektriği söndürdü ve dikkatle baktı.
Bu mantarlar fosfora bulanmıştı. Kuyunun karanlığında ışıldayacakları için (kuyunun) derinliği anlaşılacaktı.”
Cingöz Recai’nin Amerika’dan getirdiği son teknoloji ses değiştirme cihazını da hatırladığımız zaman mevcutlar üzerinden hikayeyi inşa etmenin aslında günümüze nispetle edebiyatı pek de etkileyeceği söz konusu değil. Aksine, okuyucunun dikkatini çekme babında kendinden bir şeyler bulma hususuna yardımcı olacak mahiyettedir bu gibi nüanslar.
Siyasi Atıflar, Nüktedanlık ve Üslup
Diğer polisiye eserlerinden farklı olarak çok nüktedan ve bir o kadar da az konuşarak çok mesaj verme hususunda başarılı bir eserden bahsetmeye başlasam herhalde Yılmaz Ali’nin maceraları baş örneğim olurdu.
Kitapta bazı sarf edilen cümleler - “Joseph Vahab faniler arasından silinmiştir.” benzeri, beni esasen pek etkilemişti. Egzistansiyalist bir meselenin varla yok arası bir örneği olarak cisimleşmiş Joseph Vahab aslında Vâ-Nû’nun elinde bunu temsil ediyor. Kaldı ki “Lâkin memnu şeyler, ekseriya merakı daha fazla uyandırır.” tespiti de yukarıda bahsettiğim Kuyu ve Medusa batılının, insan üzerinde ne gibi etkiler doğurduğunu göstermesi açısından kıymetli bir aforizma.
***
Kartal İhsan’ın ve Mehmet Rıza’nın vaka incelemelerine pek benzeyen ehemmiyetsiz nesneler veya olgular Yılmaz Ali’de de kılıç gibi kuşanılmış görünüyor:
“Bazen en ehemmiyetsiz görünen şeyler, bizim meslekte en mühim sırları meydana çıkarır.”
***
Nüktedanlık bahsinde ise Yılmaz Ali, diğer polisiye antikahramlarını/kahramanlarını geride bırakmıştır kanımca. Alelacele mahir elleriyle bir elektrik teline telefon hattı kuran Yılmaz Ali, kitap kapağına adeta mıhlanan resmin hüviyetini de izah eden şu diyaloğa taraf oluyor:
“Affedersiniz, Paşa hazretleri! Sizi rahatsız ettim. Üçpınardan telefon ediyorum.
—Hayrola… Orada telefon var mı?
— Evet… Beş dakikadan beri…”
Nihai olarak üslup açısından ve imla açısından kayda değer bulduğum bu eserde, “Gogol”vari Tanzimat kusurları üçe dörde indirgenerek yazarın müdahil olması serüveni geride bırakılmıştır. İmla olarak da noktalama işaretleri, edebiyatımıza daha bir hızla girerken; İskender F. Sertelli gibi yazarlar da kendi çizgisini korumaya devam edecektir.
***
Türk polisiyesinin altın çağı olarak isimlendirdiğim bu dönemin en göze çarpan fakat günümüzde neredeyse hiç bilinmeyen Yılmaz Ali’nin kalbini bir mercek altında incelemeyi de pek isterdim fakat gelip görelim ki yükselen polisiye eserlerin (film, kitap) arasında unutulmaya yüz tutması da başka bir bahsin konusu. O sebeple Şemsettin Sami’nin şu alıntısını bir gün Yılmaz Ali’ye irca etmek isteyerek bahsi kapatıyorum:
“Âlemi şemsin ahvalini tasvir etmekle bir hurdebinî böceğin kalbini teşrih eylemek, edebiyatça müsâvîdir.”
Mehmet Can Kuyucu