Kısaca okurlara kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Kendini tanımaya çalışan bir insanın kendini tanıtması pek kolay değildir. Kendini, hayatı, olay ve olguları, insanı anlamak için çaba sarf eden bir ilahiyatçı, bir akademisyen, bir eş, bir baba; ama her daim bilimi önceleyen bir kimse olduğumu söyleyebilirim. Gerçekten de insanın kendini tanıtması dünyanın en zor işlerinden birisidir; siz ne derseniz deyin, insanların çoğu sizi görmek istediği gibi görmekten pek vazgeçmezler. Büyük ölçüde kendimle barışık olduğumu ifade edebilirim. İdeallerimin %80-%90’ını yitirmiş olmama rağmen çevremde hala çok idealist olarak bilinen bir insanım. Bazen iflah olmaz bir optimist olduğumu ben de fark ediyorum. Onun ötesinde okumayı hayat tarzı olarak düşünen bir insanım. Her gün yeni bir şey öğrenmezsem mutlu olamam. Bu sebepten de mutluluğun temelinde bu öğrenme arzusunun yattığını ve yeni bir şeyler öğrenmenin yaratıcılığa kapı araladığı için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mutlulukla yaratıcılık ve anlam arayışı arasında da bir bağ vardır; hayata tutunabilmek için insanın yaratıcı yetilerini etkin kullanması ve bunun da farkında olması gerekir. Dolayısıyla bilerek inanmaya, bilerek yaşamaya, sürekli öğrenmeye, anlamaya ve ilkeli olmaya çalışan; özgürlüğüne düşkün; bu bağlamda da imkanlar nispetinde insanlara faydalı olmak için çaba sarf eden bir kimse olduğumu söyleyebilirim. Bir tek insan, benim sayemde, özgür olmanın, insan olmanın anlam ve öneminin farkında olmuşsa, akletmenin hem dinin, hem de insan olmanın gereği olduğunu fark etmişse, özgürce nefes alabilmişse, kendimi başarılı addedebilirim. Hedefim, her zaman bir tek insan olmuştur. Öğrencilerimden her duyduğumda çok mutlu olduğum cümle: “Hocam ufkumuzu nasıl açmışsınız; Allah razı olsun” şeklinde ifadelerdir. Bir yerde özgürlük ve adalet yoksa, orada İslam’dan söz etmenin pek bir anlamının olmayacağı kanaatindeyim.
Bir gününüz nasıl geçiyor? Günlük rutinleriniz var mı yoksa yapacaklarınız gün içinde mi belirliyorsunuz?
Benim için her gün yeni bir gündür. Doğrusu kendimi zaman kalıplarına mahkum etmekten pek hoşlanmam; zamanı iyi şekilde değerlendirmeye gayret ederim. Bu da her şeyin plansız, programsız ve rastgele yaşadığım anlamına gelmiyor. Üzerinde çalıştığımız kitaplar, makaleler, tebliğler, fakültedeki dersler günlük hayatın akışında daha bir belirleyici oluyor. Her gün mutlaka yaptığım bir işten söz etmem gerekirse, sadece “okumak” diyebilirim. Her fırsatta okumak. Okumanın yeri ve zamanı yok. Yani yorulduğum zaman da okurum, dinlenmek istediğim zaman da okurum. Çok yorgun olduğumu hissettiğimde roman okurum. Yatakta uyku beklemekten nefret ederim. Bu sebepten yatmadan önce mutlaka okumaya gayret ederim. Her gün hiçbir şey okuyamasam yatmadan önce üç beş sayfa bir şey okuyup uyumayı tercih ederim. Onun ötesinde zaten fakülte açık olduğu zaman dersler ve ders programlarının yetişmesi gerekiyor. Öğrencilerle, asistan arkadaşlarla onların tezleriyle ilgilenmek bir hayli zaman alıyor. Ama sabahları erken kalkarım. Mümkün olduğunca güneş doğarken ayakta olmaya çalışırım. Hatta güneşin doğuşunu seyretmek en büyük zevklerimden birisidir. Güneş her gün yeni bir güneştir ve mutluluğu, yeniliği, dirilişi ifade eder. Sabahın güzelliği ile ilgili bir tespitim var bunu da küçük bir makaleye dönüştürmüştüm. Güneş doğarken uyuyanlar güneşin batışındaki güzellikle yetinmek zorunda kalırlar. Güneşin doğuşu her zaman batışından daha görkemli olur. Onun dışında zaten Müslümanın hayatında rutin olacaksa normal namaz vakitleri ve diğer akışlar belirleyebiliyor. Burada şunu söylemeyelim anlama ve öğrenmeyi merkeze alırsanız her şey ona göre şekillenmeye başlıyor. Eskiden her günümü düzenli olarak planlamak için çok uğraştım; pek çok plan yaptım; ne kadar kendimi zorladım ise de başarılı olamadım. Ben de ilkeleri ön planda tutmaya karar verdim. İlkelere öne çıkınca, zaman ilkelere göre şekil almaya başlıyor. Yaz günlerinde dağ bayır yürümek; her gün yeni vadi, yeni su kaynağı keşfetmek benim için büyük bir mutluluk kaynağıdır. İnsan ayağı basmamış yerlerde, insan ciğerine bulaşmamış havayı teneffüs etmeyi çok önemsiyorum. Bir nehir gördüğüm zaman, onun ilk doğduğu yeri görmedikçe rahat edemem. Bir vadiye rastladığımda, onun başlangıç noktasına ne pahasına olursa olsun, ulaşmak isterim. Bu gerçekler bana süreçlerin ve “süreç” algısının anlam ve önemini kavrama imkanı sağladı. Müslümanların değişimi ve süreçleri niçin sağlıklı değerlendiremediklerini daha iyi anlamaya başladım. Yani hayatımın akışını büyük ölçüde ilkeler üzerinden inşa etmeye çalışan bir insanım.
Günlük yaşantınızda iş, aile ve sosyal hayat arasında vakit dağılımını nasıl yapıyorsunuz?
Şundan hep rahatsızlık duymuşumdur. Benim eşim ve iki oğlum yani mutlu bir yuvam var; çok şükür. Ama iyi bir baba, iyi bir eş olup olmadığımı hep sorgulamışımdır; çünkü bilim öyle bir şey ki, her şeyin önüne geçiyor; ciddi bir iş yapmak istiyorsanız bilim kuma kabul etmez. Yani hayatınızda her şeyden önde olmadığı sürece çok başarılı olamazsınız. Bu yüzden iyi bir baba, iyi bir eş olup olmadığımı hala sorgularım. Vicdanımda zaman zaman o tür muhasebeler yaptığım olmuştur. Bu anlamda eşimin hakkını ödeyemem. Hayatın yükünü, çocukların yükünü daha çok o üstlendi ve bana özgürce çalışma imkanı sağladı; zihnimi hiç meşgul etmedi. Akademik hayatın en zor dönemi doktora dönemidir. Paranız azdır, tecrübeniz azdır ve sizden hayatınızın çalışmasını yapmanız beklenmektedir. İşte böyle bir süreçte, o zor dönemde çocuklarınız küçüktür; sıkıntılarınız ve sorunlarınız çok fazladır ve sizden beklentiler de çok yüksektir. Böyle bir dönemde eşinizin, çevrenizin anlayışı ve desteği olmazsa emin olun işler çok zor olur. Benim doktora tezimin yeni bittiği bir zamanda eşimin mezun olduğu Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Gazi Üniversitesi’ne bağlı fakülte haline gelince eşime asistanlık teklif etti hocaları. Ben de ona ilettim ve sen de akademisyen olabilirsin dediğimde eşimin söylediğini hiç unutmam. “Bir eve bir deli yeter” dedi. Bilim benim hayatımda hep ön plana çıktı. Doktora, doçentlik... Akademisyenlik, iyi bir akademisyen olacaksanız bir maratondur; yüz metre koşusu değil. Hatta bir hayat tarzıdır. Ben bilimsel çalışmalardan fırsat bulduğum zamanlarda eşimle, çocuklarla, eş-dost ile ilgilenmeye çalıştım. Tabi bu da sosyal hayatınızı büyük ölçüde zayıflatıyor. Çevredeki eş-dost fedakârlık yapıyor. Eve gelmek istiyorlarsa Hasan hocanın müsait günü ne zaman diyerek soruyor ve ona göre kendilerini ayarlıyorlar. Tabi şunu da görmek lazım, her şeye hak ettiği kadar değer vermek gerekir. Ben mesela akrabalık ilişkilerini çok önemsiyorum ama bu konuda organizasyonu yapan eşimdir. İçinden geçtiğimiz süreçlerde özellikle gençler açısından bu gerçeği hakikaten çok iyi kavramak lazım. Eğer bir genç anne baba sevgisinin koşulsuz olduğunun farkındaysa hata yapabilir, düşebilir ve yanlış yapabilir ama ailenin kucağının kendisine açık olduğunu bilirse daima o hatalarının üstesinden gelme gücünü bulabilir. İçinden geçtiğimiz süreçler aileyi çok daha öne çıkartıyor. Akrabalık ilişkileri de çok önemli. Eşiniz dostunuz olabilir ama akrabalık ilişkilerini mutlaka diri tutmak lazım. Bu da tabi insanlara zaman ayırmakla mümkün. Aslında sağlıklı bir şekilde eğer yine ilke bazlı yürürseniz ilkeleriniz bu akışı bu ölçüde büyük dengeleyebiliyor. İnsanlara zaman ayırmak lazım, ilgilenmek lazım. Burada yeterince başarılı olduğumu söyleyemesem de başarısız da değilim diye düşünüyorum.
Hayatınızda bir dönüm noktası var mı?
Varsa hayatınızı nasıl etkiledi?
Hayatımda benim birkaç tane dönüm noktası vardır ama bunlar tepe taklak olma değildir, bana daha ivme katan dönüm noktalarıdır. Birinci dönüm noktası ilahiyatçı olmaya karar verdiğim andır. İlahiyat fakültesinde birden ikiye geçtiğim yıl karar verdim. İlahiyata gelirken ilahiyatçı olmak gibi bir kararım yoktu. İlahiyata isteyerek de gelmedim ama birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtikten sonra ilahiyatçı olmaya karar verdim bu benim için bir dönüm noktasıdır. Evlenme kararım bir başka dönüm noktasıdır. Ondan sonra üçüncüsü 1993 yılında İngiltere’ye gittim bu da benim hayatımda dünyayı anlama açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Üçü birbirini tanımlar niteliktedir. Dolayısı ile eğer dönüm noktasını hayatınıza ivme katan ve algılama biçiminizi değiştiren diye tanımlarsanız bunları söyleme şansım var. Mesela İngiltere’ye gitmemin hayatımdaki katkısı ne? Ben 1993 yılında gittim. 1999’da doçent olmuştum; çok istememe rağmen bir burs bulup da yurt dışına çıkamamıştım. O zamanlar radyoda program yapıyordum, televizyon programlarına katılıyordum, çok hızlı bir tempom vardı. Sağa sola makaleler yetiştiriyordum, konferanslar veriyordum. Böyle bir tempo içerisinde İngiltere’ye gittim ve giderken kafamda ki tek şey şuydu; Batı medeniyeti çökecek, o çatlaklara birkaç dinamit de ben bırakayım ki daha çabuk çöksün. Londra’da ilk şoku metroda yaşadım. Ben yürüyen merdivenler beni götürsün diye beklerken, herkesin koştuğunu gördüm. Hırsla kitapçılarda yöneldim. Günlerce başım ağrıdı. Benim doktora tezim “Emeviler Devri Şii Hareketleri” idi; yani Şiilik çalışmıştım. Dillons kitabevindeki Şiilikle ve Ortadoğu ile ilgili kitapları gördüğüm zaman gerçekten moralim bozuldu; bu yüzden başıma ağrı çıktı. Kitapların çoğunun adını bile duymamıştım. Ben doktora tezini 1986’da tamamladım; tezi daktilo ile kendim yazdım. Bilgisayardan haberimiz olmadığı gibi, interneti de İngiltere'ye gidince anlamaya çalıştım... Gerçekten imkanların çok kısıtlı olduğu yıllar. Bulduğunuz kitapların literatüründen kitaplara ulaşmaya çalışıyorsunuz. Yurt dışında tanıdıklarınız varsa onlar sayesinde kitap getirtmeye çalışıyorsunuz. Tabi rahatsız oldum ve her gün giderek o kitapları karıştırdım. Kovalayan falan da olmadı Allahtan. Sonra bir gerçeği fark ettim. Biz bunca imkansızlıklar içinde böyle bir neticeye ulaşmışız, bu insanlar bunca imkanların içerisinde benim yakalayabildiğim bazı gerçekleri görememişler... Bunu fark edince rahatladım. İşte İngiltere’ye gidişimin dünyayı anlama, kendimin bilim dünyasındaki yerimi görme açısından çok ciddi katkıları oldu. Bir ay boşluk içerisinde kaldım ve şu soruyu sordum. Hasan Onat nereye koşuyor? Çünkü TV, radyo başka şeyler böyle bir temponun içerisinde. Arkasında ikinci soru, ağzın güzel laf yapıyor ama donanımın yeterli mi? Hayır. Tecrüben yeterli mi? Hayır. Amacın ne? Bu bir aylık sorgulamalar kendimin bilim dünyasındaki yerini ve hayatla ilgili beklentilerimi, temel amaçlarımı yeniden gözden geçirme imkanını sağladı bana ve orada bir karar aldım. Dedim ki 2000 yılına kadar medya yok, 2000 yılına kadar her yılımı eksiklik hissettiğim alanlara ayırdım. Bir sene mitoloji ve dinler tarihi okudum. Bir sene felsefe ve felsefe tarihi okudum. Bir sene sosyoloji ve sosyal psikoloji okudum. 1999’a kadar okuma programımı iyi yürüttüm. 99’da Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi dekanı oldum. 93’de yaptığım plan 6 sene sonra bozuldu. Bu da hayatımda başka ilginç bir tecrübe imkânı oldu. Batı medeniyeti çökecek diyordum; fakat yakından bakınca Londra’daki hayat aktığı sürece, bilime önem verildiği müddetçe; alternatifi yaratılmadıkça Batı medeniyetinin kolay kolay çökmeyeceğini gördüm. Evet, medeniyetin omurgasını bilim, teknoloji ve sanat oluşturmaktadır. Sonra insanlar bilim alanında var olduğu sürece medeniyet çökmez. Bir medeniyetin çökmesi için alternatif bir medeniyet lazım. Alternatif medeniyeti Müslümanlar yaratacaksa o zaman bilimde ve sanatta enerjilerini ortaya koymaları ve üretmeleri lazım. Bugün bilimde de sanatta da akışı hala Batı medeniyeti belirliyor. Merkezler arasında değişiklikler olabiliyor ama. Şu anda Batı medeniyetinin merkezi Paris, Londra veya Berlin değil Amerika’ya kaydı. Ne olacağını ayrıca düşünmek lazım; Batı medeniyeti çökecek demekle de Batı medeniyeti çökmüyor. Mesela evrensel düşünmenin ne anlama geldiğini İngiltere’de öğrendim. Manchester Üniversitesi’nde Dr. Martin Palmer’la konuşurken bana “sayın Onat ilginç görüş ve düşüncelerin var, niçin İngilizce yazmıyorsun” diye sordu. Dedim ki “ben buraya gelinceye kadar İngilizce konuşma ihtiyacı bile hissetmedim ki İngilizce yazayım.” Bana “sizin çok özgün ve ilginç fikirleriniz var bunu insanların tanıması lazım; ama İngilizce yazmazsanız bu olmaz” dedi. Ben doçentlik sonrası süreçte 1993’te İngiltere’de 6 ay kalma fırsatı elde ettim ama önceden yurt dışına çıkmak çok kolay bir olay değildi. O yüzden gençlere tavsiyem fırsat bulunca mutlaka yurt dışına çıkmaları. Yurt dışı tecrübesini çok önemsiyorum. Burada demek istediğim oralarda kalın değil, bunu önermiyorum mutlaka yurt dışına gidin ve bu ülkeye dönün; ülkemizin size çok ihtiyacı var. Mesela benim büyük oğlum şu anda Amerika’da nöropsikoloji alanında doktora yapıyor aynı anda üniversitenin önerisiyle yeşil kart sahibi oldu. Şimdi Türkiye’ye döner mi çok da emin değilim; benim oğlum gibi yüzlerce genç var, bu durum Türkiye için bir kayıp. Bu durumda o kadar çok gencimiz var ki. Türkiye’deki belirsizlikler bunlara yol açıyor. Maalesef Türkiye’de önümüzü görmek pek kolay olmuyor; gençler biraz da kırılgan oldukları için, geleceklerinden endişe ediyorlar. Ancak bu ülke bizim ülkemiz ve üzerinde yaşayabileceğimiz başka Türkiye de yok. Gençleri anlayabiliyorum; yaratıcılığın teşvik edilmediği ortamlarda bilim gelişmiyor. Türkiye’ye dönmek bu açıdan önemli ve bu ülkenin her şeye rağmen gençlerimize çok ihtiyacı var. Türkiye Avrupa’dan, Amerika’dan bakılınca biraz tuhaf görünse de, Asya’dan, Afrika’dan bakılınca bir yıldız gibi parlıyor. 2 hafta önce Özbekistan’daydım, bu gerçeği bir defa daha derinden düşünme imkanı buldum...
Hasan Onat ile gerçekleştirilen bu mülakat, "İslam Toplumlarında Özgürlük ve Adalet" başlığıyla Merhale Dergisi'nin Şubat 2019 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.