Birkaç hafta önce elime 1939 tarihli bir roman geçti. “Amerika’ya Kaçırılan Türk Kızı” serlevhasını taşıyan bu eser bugün piyasada hemen hiç yok. Biraz araştırmalarım neticesinde yalnızca bir yayınevinin basımına rastlayabildim. O da pek ehemmiyetsiz bir yayın olarak sürülmüş piyasaya, kim bilir nüshaları da kaç adet kalmış… Kanımca yine Türk neşriyatının kaleleri Ötüken’e, Mavi Gök’e büyük iş düşüyor. Düşmeli de. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mümtaz’ı (Huzur romanı başkarakteri) Sahaflar Çarşısı ziyaretinde içten içe şunu demişti:
“Bu polis romanları hülasalarının bu Jules Verne’lerin, Binbir Gece’lerin, Tûtinâme’lerin, Hayatülhayvan’ların ve Kenzülhavas’ların yerini alabilmesi için bütün bir cemaat yüz sene bunalmış, didinmiş, doğum sancıları çekmişti.”
Ahmet Mithat Efendi önderliğinde açılan bu gediğin, birçok Türk ve Yervant Odyan gibi Osmanlı Ermenisi ediplerin elinde, coğrafyamızın çektiği doğum sancılarında büyüdüğüne kaniyim. Edebiyatımızın zenginliğine bu vesileyle iman ediyorum.
Türk Edebiyatı’na yeniden kazandırılmasında fayda gördüğüm, İskender Fahrettin Sertelli tarafından yazılmış bu eser de Türk polisiyesinin altın çağından bir yadigâr. Türk olmanın adeta bir cürüm sayıldığı ve bunu ikrar edenlerin dillerinin bağlandığı böyle bir dönemde Türk adı taşıyan her eseri, tarihin perdeli mazisinden çekip, olanı yeniden ispat etmeyi bir vazife sayarak bugün, uzun zamandır ara verdiğim polisiye incelemelerine yeniden dönüyorum.Öyleyse buyrunuz…
İskender F. Sertelli, adı pek derinlerde kalmış bir yazar. Polisiye edebiyatımızın altın çağından böyle bir isim, işte bugün benim vasıtam ve sizlerin ilgisi ile yeniden hayat bulacak. Büyük saadet doğrusu.
Peşrev faslını nihayete erdirdiğime göre esas konumuza dönebiliriz. Evet. “Amerika’ya Kaçırılan Türk Kızı”…
Dönem henüz cumhuriyetin emeklediği yıllara denk geliyor. Ve bu emekleyişin uzantısından sebep yazarlarımız “Osmanlılık, paşalık” kavramlarından da bir hayli kurtulamamışlar. Peyami Safa, Ebüssüreyya Sami, Vala Nurettin gibi yazarlar bu dönemde kaleme aldıkları polisiye eserlerinde hemen hiç yeninin devlet ricalinden bahsetmiyor ve daima Osmanlı paşalarına ve Osmanlı dönemine merceklerini çevirerek hikayeyi örüyorlar. İşte Sertelli’nin eserinde de Sadullah Feyzi Paşa namında Abdülhamit dönemi paşalarından (kurgu icabı) bir karakter var. Asıl hikaye Sadullah Paşa’nın modaya, eğlenceye pek düşkün ve bizde tıpkı Fatih-Harbiye intibaı uyandıran da bir kızı var. Ve Necla adındaki bu kız Aslan Turgut’un nişanlısı ve müstakbel karısıdır. Pekala kim bu Aslan Turgut? İlk fasılda Aslan Turgut hakkında yazarın bize daha kitabın ilk pasajında bir köşe notu olarak verdiği özgeçmişi de nazarlarınıza sunuyorum:
“Aslan Turgut, mütareke senelerinde polis müdüriyetinde çalışan zeki, yakışıklı ve ecnebi dillerini iyi bilen bir memurdu. Modada Abdülhamit paşalarından zengin bir adamın kızıyla nişanlanmıştı.”
Aslan Turgut, zaman ve mekan grafiği içinde çok başarılı neticeler elde eden ve büsbütün kılık değiştirme kabiliyetini haiz biridir. İşte tam burada bize hikayenin devamı lazım çünkü Aslan Turgut hakkında artık hiçbir intro verilmeyecek ve olayların gelişmesiyle beraber biz, Aslan Turgut’u yakinen olmasa da tanıyacağız.
Kurguya Dair Eleştiriler
Kurguda rastladığım “Gogol”vari Tanzimat kusurlarını görmezden geldiğimde eser iyiye yakın bir kalitede diyebilirim. Aslında o dönemde polisiye eserleri gördüğüm kadarıyla gazete veya dergilerde parça parça, her vaka bir öykü teşkil edecek şekilde neşrediliyor ve okuyucular bir sonraki eseri heyecanla bekliyordu. Yahut roman formatında bile olsa bu eserler çok kısa oluyor (Vala Nurettin’in Yılmaz Ali’si gibi) ve okuyucuyu kısa sürede neticeye vasıl ediyordu. Fakat Sertelli’nin bu kitabı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kitap yaklaşık 21,5 x 18,5 ebatlarında ve yazılarının 12 punto büyüklüğünde olduğuna kanaat getirdiğim bir boyutta olmasına karşılık 220 sayfadan oluşuyor. Bu çok uzun bir serüven demek. Amerikalı bir zenginin yatında başlayan heyecanlı hikaye, Necla’nın Amerika’ya kaçırılması ile hız kazanıyor fakat burada biz Aslan Turgut’tan çok Amerikan polis memuru Thomson’ı görüyoruz ve onun beceriksiz yardımcısı Jim’i… Romanın serlevhası Aslan Turgut adını taşımasa da ilk bakışta biz onun başkarakter olacağını tahmin ediyorduk ama neyleyelim Amerikalı bir dolandırıcı olan Parker, polis memuru Thomson ile başı çekiyor. Cingöz ve Mehmet Rıza gibi… Bu verilmek istenen ve ortaya çıkan arasındaki tezatı 84 yılın ardından eleştirmek biraz kabaca da görülse öyle yapacağım. Çünkü ben aynı dönemin yazarları olan Nermi (Yıldırım Cemal’in yazarı), Vala Nurettin hatta Peyami Safa eserlerinde bu tezatı görmedim. O sebepten olacak buradaki eleştiriyi Sertelli’ye çevirmem hata sayılmaz sanırım.
Bir başka köşe olarak, karanlık çağından yeni çıkmış ve kadın haklarına aydınları sayesinde ancak aşina olabilen Osmanlı’nın yıkıntılarında yükselen cumhuriyet rejimi, yazarlarına bunu hâlâ öğretememiş olacak ki kadınların üzerinde de çok fazla yersiz argümanla yükseliyor bu eser. Türkiye’nin Osmanlı son döneminde arz-ı endam eden üç tarz-ı siyasetin burçları Sebilürreşad, Türk Yurdu, İçtihad gibi dergiler bu konularda fazla yazıp çizmişler. Hepsinin programlarını madde madde görüyoruz, yer yer çarpışmalarına da şahit oluyoruz bu konuda. Hatta Abdullah Cevdet’in neşrettiği yazıda bu mücadelenin izleri açıkça görülüyor:
“Beni korkutan bu ihtimaldir. Bulgarlar’ın topları değil, Bulgarlar’ın topları değil…” diyerek, mevcut durumdaki savaş ve kayıpların, buhranın sebebini kadınların peçelerini açmasına, ince elbiseler giymesine bağlayan softaların artık devrinin kapandığını gösteriyor bize. Eserden bu konuya örnek olarak şunlar verilebilir:
“Bir sinir nöbeti olacak! Her kadın böyledir. Ah şu kadınlar, birbirine ne kadar da çok benzerler!”
“Haydi canım… Benim gibi bir adam, kadın sever mi hiç! Hayatta, bir kadını sevmek demek, ona yenilmek demektir!”
“Çiçekler, kadınlara benzedikleri için, onları koklamaktan tiksinirim.”
Peyami’nin Kadın-Aşk-Aile adlı Objektif Serisi’ne, Necip Fazıl’ın iğneleyici tarzda yazılmış had safhada hikayelerine bakıldığında da durum pek farklı görünmüyor. Ama bunun ardında ciddi bir kaygının, fikrin ve davanın nişanesi var, ham softa yazıları değiller yani.
Dikkatimi çeken ikinci bir durum da ufak bir atıfla İstanbul’un işgal yıllarına yönelik bir işaret verilmesi idi. O da Aslan Turgut’un İstanbul’daki İngiliz polis amiriyle mücadele etmekten usanması… Bu tek cümleden oluşan bilgi, bize başka yerlerde hiç hissettirilmiyor (mütareke bahsi hariç). Yalnız krizde olduğumuzun bir emsali olmak üzere bugüne namzet olarak bir Amerikan dolarının iki Türk lirası denk gelmesi, belki bu eserin en trajik yanı.
Amerika İçişlerine Kayıtsız Kalamamış Bir Yazar
İskender F. Sertelli Amerika’ya hiç de kayıtsız kalmamış olacak ki hikayenin neredeyse tamamının o coğrafyada geçmesi bir yana, NewYork Times gazetesine sık sık atıf yapması, eyaletler arası otel ziyaretleri, Vinter Garden gibi bir içki mekanı hiç gözümüzden silinmiyor. Hatta daha ileriye giderek dönemin Cumhurbaşkanı Wilson ve onun içki yasaklarından da haberdar oluyoruz. İlginç olan ise, Wilson’un “cumhurreisliği öncesinde bir avukat” olduğu bilgisi… Birinci Dünya savaşının bitimi addedilen Beynelmilel Wilson ilkelerini hatırlarsanız eğer, Amerika’nın yalnız Amerika olmasından değil de biraz Wilson’ın hukuki altyapısına da atıfla bu ilkelerin onaya sunulduğunu görebiliriz. İçki yasağına dair de şu pasaj güzel bir tarihi bilgi içeriyor:
“Vilsonun Cümhurreisliğine geçtiği günden beri Nevyork zabıta işleri çok gevşemiş ve zabıta vak’aları -eskisine nazaran- iki misli artmıştı. Bunun birçok sebeplerinden başlıcası şu idi: Ötedenberi şiddetle takip edilen içki kaçakçıları son günlerde -sivil zabıta tahsisatının kesilmesi yüzünden, eskisi gibi şiddetli takip edilmiyorlardı.
Kaçakçılarla mücadele için ayrılan tahsisatın üçte biri bütçeden kaldırılınca, haydutlar tekrar meydanı -boş değilse de- zayıf bularak - her tarafta faaliyete geçmişlerdi.”
Ayrıca Wilson gibi viski düşkünü birinin içki aleyhine konferanslar verip bu kaçakçılarla anlaşarak kendisine içki ısmarlattığını da iğneli bir şekilde işliyor yazar. Buraya bir dipnot olarak da: Zabıta memurlarının gizli kapaklı yerlerde içki içtiğinden dem vurulmasından da aslında yasağın şiddet düzeyini anlıyoruz.
Dil, Üslup ve Bir Okuyucu Mektubuna Cevap
Türkiye’nin dil devriminden öncesini bahse konu etmeyeceğim çünkü bunun çok uzun bir geçmişi var. Dil devriminden sonradır ki günümüze kadar Türkçe büyük bir evrim (evulation) geçirmiş görünüyor. Kitapta rastladığım kelimelerin günümüzde ayrı yazılmasına nazaran o gün birleşik ve hatta Arap alfabesinin direkt latinizesi şeklinde bir mahiyette olduğunu görüyoruz. Mesela biz geçmişte bir vakayı anlatırken “vaktiyle” deriz. İskender Sertelli, Vala Nurettin bunun yerine “vaktile” demeyi tercih ediyor. Başka kaçış rampaları da yok elbette. Çünkü Osmanlı Türkçesi’nde vakit diye bir kelime yok. Onun yerine “vakt” kullanılıyor. Sesli harflerin (elif, vav, ye okutucularının) kullanılmamasından kaynaklanan bir eksiklik olduğu da gözden kaçmamalı. Noktalama işaretleri de hemen hiç yok. Elbette nokta, virgül, kısa çizgiler kullanılıyor fakat kesme işaretinin olmaması pek garip hatta isimlerin Türkçe okunuşunun tercih edilmesi de apayrı bir bahis. Yukarıda isimlerini zikrettiğim Thomson, Jim yerine yazarımız, Tomson, Cim demeyi tercih ediyor. Türkçeye sadakat bağlarını böylesi bir meseleye bile indirgemiş olmaları takdir edilebilir düzeyde. Tabi bunu ilerleyen zamanlarda Necip Fazıl’da da müşahede edeceğiz.
Kitabın güzel bir detayı da birkaç polisiye esere atıf yapması ve Fransızca etkisindeki Türkçe’nin diyaloglara sirayet etmesi ve elit tabakaya da etki etmesi… Örnek olarak:
“— Gud morning, Mister Şerlok Holmes!
— Bonjur bibi!”
Sherlock Holmes yakıştırması yalnızca Aslan Turgut’a değil, Amerikan polis memuru Thomson’a da yapılıyor. Bir pasajda da “Nik Vinter” adıyla zabıta veya hırsız olduğuna emin olamadığım (hiçbir veriye ulaşamadım) bir isimle karşılaşıyoruz. Bunu da tıpkı Aslan Turgut’a benzeterek bir kıyasa başvuruyor Amerikalı hırsızlar. Hatta Wilson’ın bu kişiye müracaat ederek bir istirhamda bulunduğunu da söylüyorlar. Yazarın pek fazla polisiye okuduğundan bu sayede şüpheye düşebiliyoruz.
İngilizce’nin yavaş yavaş dilimizdeki ehemmiyeti de Amerika’da geçen konuşmalarda ayrıca öne çıkacaktır.
Üslup açısından yazarın iyi söz söyleme gayesini sezebilirsiniz. Bu kısımlarda kanımca başarılı da oluyor. Polisiye eserleri heyecanlı ve çabucak bir serüven olduğundan, yazarlar afili edebiyat yapmaktansa bunu diyaloglara veya ufak pasajlara sıkıştırıyor. Misalen:
“—Sevginin bulunmadığı yerde, kuru kalabalık, insana dost olamaz. Böyle bir kalabalığın rüyada görülmüş insan kalabalığından farkı yoktur. Onları her gün görürsünüz… Ve hafızanızdan her gün silinirler! Aramızda doğan sevginin, ilkönce kafamızda yer etmesi lazım. Bu sevgi, yavaş yavaş, kafamızın içinden kalbimize inen yolu bulur ve zamanla kalbimizde de yerleşir.”
“— Kaşlarınızı mı incelteceksiniz?
— Hayır. Görüyorsunuz ki kaşlarım, sizin fırçanızın yaratacağı güzelliklerden çok daha güzeldir.”
Yeri gelmişken Klasik Edebiyatımıza Amerika cihetinden yapılan atıfı da görmezden gelmemek isterim. Amerikalı bir kadının ağzından dökülen şu sözler pek kayda değer:
“Çiçeklerin, kadınlara benzediğini duymadım. Kadınların, çiçeğe benzediklerini her zaman her erkeğin ağzından duyarım. Bilhassa Şarkta, şairler bütün kadınları çiçek kadar ince ve zarif görürler ve onları koparıp incitmekten korkarlar.”
Mehmet Kaplan gibi gözleri satırlar arasındaki incelikleri fark etmekte mahir bir edebiyatçımız olsa bu üslubu muhakkak fark edecekti. Bir örnekle başlığın ikinci bahsini de kapatalım madem:
“…bu kendinden geçiş, insana ne kadar tatlı geliyor. Ben afyon çektiğim zaman gördüğüm güzel ve heyecanlı rüyaları, normal uykularımda katiyen göremiyorum. İnsanın bazan böyle tatlı ve heyecanlı rüyalar görmeğe ne kadar ihtiyacı vardır, değil mi?”
Şimdi projeksiyonumuzu kısa bir süreliğine Amerikalı polis memuru Thomson’ın bir münakaşada sarf ettiği kelama çevireceğiz. Buradan bir hukuk ve medeniyet ikilisinin şimdiye kıyasla bile Türkiye’den çok daha iyi şekilde Amerika’da idrak edildiğini anlayacağız. İlgili vakada bir gazetecinin polis memurlarının başarısızlığını gazeteye bir karikatür ile ilan vermek istemesi beceriksiz yardımcı Jim’in hoşuna gitmiyor ve derhal onu durdurmak üzere Thomson atılıyor:
“Ne yapıyorsun? Bir gazeteciyi, yapmak istediği herhangi bir işten menetmeğe salahiyetin var mı? Gazetede çıkacak olan karikatür haysiyet ve şerefini kıracak bir mahiyette ise, ancak mahkemeye müracaat edebilirsin!”
İdeal anlamda bir davranışın bir polis memurunun şahsiyetiyle terkibi olarak bu sözler, bugün Ankara’ya dip bucak döşenmeli bence. Çünkü bizler 14. Louis değiliz. Hukuk, ağzımızdan çıkan bir şey değil. Yatay ve dikey eşitliklerin üstünde bir kavram. Montesquieu’nun deyimiyle meselenin özü:
“Bir ülkeye gittiğim zaman orada hukukun iyi olup olmadığına bakmam. Mevcut hukukun tam manasıyla uygulanıp uygulanmadığına bakarım. (İran Mektupları, Montesquieu)”
Nihai bir bahis olmak üzere ilim ve tekniğin bir okuyucu mektubu çerçevesinde polisiye işlerindeki mahareti ve halk tarafından hayret makamındaki rağbetini aktaracağım. Sertelli’nin adı geçen eserinin ikinci basımına düştüğü bir dipnotta okuyucularından birinin yazara gönderdiği mektuba bir cevabı var. Muhtevası:
“Bir okuyucumuz bizden, bu makinenin (yazar burada yer altını görebilen bir dedektörden bahsediyor) hayali olup olmadığını soruyor. Buna benzer bir icadı, birkaç yıl önce bir Amerikan gazetesinde okumuştuk. Uzakta olan biten işleri bir insanın oturduğu yerden görebilmesi işini bundan elli yıl önce düşünen adam, Alman fizikçilerinden (Paul Nikkov) dur. O vakit keşfettiği bir makine ile bütün hadiseleri uzaktan görmeğe muvaffak olan Alman kaşifinin icadı, bugün hâlâ Nikkov levhası adile anılmaktadır. O tarihten bugüne kadar bu makine üzerinden hayli tekamül eseri görülmüş, hatta ziyanın elektrik cereyanı şeklinde nakli bile temin edilmiştir. Fakat, zabıtaca mahzurları görülen bu nevi icadların halk arasında yayılmasına hiçbir hükümet müsaade etmemiştir.
I.F”
***
Şayan-ı hayret doğrusu!
Türk polisi Aslan Turgut’un Amerikan polisi tarafından dahi takdir edilen üstün maharetleriyle neticeye vasıl olan bu sergüzeştinin, önümüzdeki zaman merhalelerinde günümüz okuyucusuna sunulmasına bir nebze katkıda bulunmak da isteyerek “Kökü mazide olan âtî”lere selam ve esenlikler dilerim.
Mehmet Can KUYUCU