Kitap İncelemesi: Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi / I

TAKİP ET

Ömer Faruk Engin, Bahadırhan Dinçaslan'ın Seküler Milliyetçilik kitabının ayrıntılı incelemesine başladı. İlk bölüm kitabın girizgahını ve genel işlevini değerlendiriyor.

Bahadırhan Dinçaslan, uzunca bir süredir kendisinden beklediğimiz eseri ‘Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi’ kitabını Mart 2023’te yayınladı. İleride bir külliyata dönüşmesini beklediğimiz bu eserin zamanlaması da hayli doğru; Seküler Milliyetçilik’in büyük bir deprem felaketiyle sarsılan ve gelecek yüzyılını derinden etkileyecek bir seçimin arefesindeki Türkiye’ye yeni bir umut ışığı olacağını umut ediyorum.

Uğur İsmail Aygün’ün de incelemesinde belirttiği üzere, Türkiye’de milliyetçilik uzun bir aradan sonra nihayet, sekülerliği tekrar keşfediyor. Komünizmle mücadeleyle geçen birkaç on yılın ardından Anadolu’nun Cumhuriyet devrimleriyle yeni tanışan, henüz bu devrimlerle barışmamış kitlelerine açılmasıyla Türk Milliyetçiliği saplandığı tutucu ve reaksiyoner dinamiklerden kendini kurtararak kurucu babalarının attığı temellerin izinde aydınlıkçı, modern bir Türk Milleti yaratma yolunda yeni bir atılım yapmak üzere diyebiliriz -tabii eğer doğru bir rehberlikle, sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirebilirse.

Kitap da tam bu izlekte bir giriş yaparak bize skeumorph kavramını bize tanıtıyor; işlevsiz olduğu halde estetik gerekçelerle önceki dönem tasarım bileşenlerinin korunması. Yani Türk Milliyetçilerinin (hatta yer yer Türk Milletinin) bir dönemler, zamanın şartları gerektirdiği için edindiği ancak şimdilerde gereksiz -hatta zararlı- alışkanlıkları. Kitabın ‘Başlangıç’ bölümü gösteriyor ki; yazarın kavgası her şeyde önce içeridekilerle, bizimkilerle. Şüphesiz bu kavganın boyu yalnız bir kitabın hacmini oldukça aşar, fakat tartışma zeminini belirleme konusunda Dinçaslan’ın attığı adım, Türk Milliyetçiliği’nin teorisi konusunda çok uzun zamandır yapılmış en yararlı çalışma.

1. Bölüm – Millet Olma Hali ve Gerekliliği

Bağlamın, diskurun ve kullanılan dilin bir tartışmanın zeminini belirlemede üstlendiği fonksiyon bir yana, faydalı, uygulanabilir ve tekrarlanabilir sonuçlar üretmede de gerekliliği tartışılmaz bir gerçekliktir. Nasıl ki matematiğin evrensel bir dili var, ve birbirinin dilini bir kelime dahi konuşamayan iki matematikçi temel matematik aksiyomlarını, denklemlerini yalnızca evrensel sembolleri kullanarak birbirlerine hiç hataya yer bırakmadan açıklayabilirler, benzer bir zemini bir ideolojik metod geliştirirken kurmak hayati bir öneme sahip.

Önceleri defalarca tanımlanmaya çalışılsa da, millet ve milliyetçilik kavramları hala çoğu kişi için ziyadesiyle muğlak kavramlar. Dinçaslan bu hususta çok önemli bir boşluğu doldurmaya girişmiş, ve sürekli kullandığımız millet, milliyet, etnisite gibi kilit kavramları teorik bir zemin inşa ederek kitabın ilk bölümünde tanımlamış. Bu teorik zemin, sözü geçen tanımların da yalnızca ‘ben öyle düşündüğüm için’ gibi bir temelsizlikten kurtularak evrenselleşmesine önayak olacaktır diye umuyorum. Özellikle de Türkiye gibi, gündelik siyasetin tüm kavramları çorba ettiği, söylemlerle eylemlerin birbirine inadına zıt gittiği, her ideolojinin postmodern bir tavırla her türlü yorumlamaya ve pratiğe açık olduğu bir ülkede. Yazar bu tanımları kitabın adına yaraşır bir şekilde bilimsel temellere oturtuyor ve ekliyor; ‘Milletin tanımı, mensubiyetin tayini ve varlığı ile yokluğunun tespiti bilimin işidir -demokrasinin değil.’ Yani, nasıl ki çayımız çabuk demlensin diye suyu otuz derecede kaynatamazsak, yarın herhangi birinin siyasi ajandası öyle gerektirdiği için, yahut bir grup insanın canı öyle istediği için karşımıza yepyeni bir ‘milliyetçilik’ de koyulamaz.

Öte yandan kitabın örnekleri ve açıklamaları Türk Milletiyle sınırlı değil, her ne kadar her bir milletin kendi serüveni, o milletin millet tarifini belirlemiş olsa da, kitap dünyanın her bir köşesinden çok çeşitli ve kapsayıcı örneklerle dolu. Örneğin, Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfiyle ilgili bir anektod okurken, kendinizi yalnızca birkaç paragraf sonra Gazali’nin Mutezile tarikatına reddiyesinden bir pasaja atlamış bulabiliyorsunuz. Bu sayede hem okuyucunun ilgisi diri tutuluyor, hem de kitaba alanında eşsiz bir evrensellik katıyor. 

Seküler Milliyetçilik: Bahadırhan Dinçaslan'ın Beklenen Kitabı Çıktı


Tüm bu girizgahın neticesinde, Dinçaslan milliyetçiliğin tanımını şöyle yapıyor:

" Milliyet, bu bağlamda, şemsiyesi altındaki tüm topluluklar arasında;
1- Aynı dil ve lehçelerin konuşulduğu
2- Ortak etno-sembollerin bulunduğu
3- Şemsiyenin dışındakilere paylaşılana nazaran, altındakilerle paylaşılanın davranış, düşünüş ve kendini tanımlamada belirleyici olduğu 
bir cemiyet birimidir."

İlerleyen kısımlar üzerine konuşmadan önce, bu bölümde ilgi çekici ve daha detaylı tartışmaların yapılması gerektiğini düşündüğüm bir kısım üzerine konuşmak isterim; ‘milliyetin oluşması için zihinlerde ‘ben falancalarla aynı soydanım’ fikrinin uyanması için gerekli olan iletişimin nasıl sağlandığı’. Yazar, klasik Marksist-modernist anlayışın ‘Millet ve milliyetçilik kitle iletişim araçlarının ürünüdür’ tespitine karşı çıkarak mitlerin, masalların ve ‘sözlü kültür’ün önemine vurgu yapıyor. Ve ilerlerleyen kısımlarda belirttiği üzere, ‘yeni, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi yahut İletişim Devrimini takip eden süreçte yaratılmış bir konsept olmadığı gibi, iptidai insanların ihtiyacından husule gelmiş ve misyonunu tamamladıktan sonra rafa kaldırılmış bir alet değildir.’ Diyor. Ancak, belki de henüz rafa kaldırılmamış bir alettir?

Özetle, bilinçaltında benzer motifler, benzer anlatılar olan insanların birbirlerine -diğerlerinden- daha yakın hissedeceğini, ve ortak atadan gelmeseler dahi bir mitos uydurarak buna inanacaklarını iddia ediyor. Anadilin -ve bu dil vasıtasıyla taşınan kültürün- birçok noktada insan düşüncesi, davranışı ve hatta inanışları üzerinde çok belirleyici etkileri olduğu tespitine katılıyorum, kaldı ki kitapta da belirtildiği üzere Sapir-Whorf hipotezinin modern uzantıları bu alanda bilimsel kanıtları da bize sunuyor. Ancak, tarihi temelleri bir yana bırakıp bugünün koşullarını göz önünde bulundurarak bir gelecek projeksiyonu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Her anı kitle iletişim araçlarıyla işgal edilen günlük hayatımızı, kültürlerarası geçişken ve kaygan zeminleri, popüler kültür anlatılarının yaygınlığını düşünerek, orta-uzun vadede bu anlatı zincirinin kırılabileceğini ve nesiller-topluluklar arası köklü bir kopuş yaşanacağını -hatta yaşanmakta olduğunu iddia edebiliriz.

Şöyle ki, bugünün kültür taşıyıcı vasıtaları arasında mitlerin, masalların rolü giderek azalıyor. Daha doğrusu, geleneksel mitler, modern anlatılar tarafından domine ediliyor. Yeni nesiller Köroğlu’nun ismini hala hatırlasa da, şüphesiz Türk topluluklarının gençleri artık Harry Potter’ın hikayesine daha aşina. Yahut, kitapta bahsi geçen bir örneği takiben, Türk dünyasının birçok bölgesinde kullanılan ‘dedi yok yok’ redifi mi daha bilindik, yoksa Taylor Swift’in şarkı sözleri mi? Bu adı geçen kültür eserlerinin ve benzerlerinin etno-sembollerin yerini alıp zaman içerisinde daha evrensel bir bağlam oturtacağı pekala iddia edilebilir. Hakeza, esasen başka kültürlerin havzalarından çıkan bu gibi ürünlerin de, gerek ekonomik gerek pratik nedenlerle giderek daha evrensel temellere oturduğu da gözlemlenebilir. (Bu gibi kültür üretimlerinin bir ‘piçleşmeyi’ ve bozulmayı da beraberinde getirdiğini buraya not etmekle beraber, konunun detaylı tartışmasını bu yazının alanının dışında görüyorum.) Bu da, tanımın bir sonraki maddesine sirayet ederek, şemsiyenin içindekiler-şemsiyenin dışındakiler tanımlarını kökünden değiştirebilir. Hatta, bu yaklaşımı biraz daha ileri götürürsek, -kitabın ilerleyen sayfalarında da tartışılan- toplumların ve milletlerin evrimindeki bir sonraki adımın bu tür bir ‘kültür çorbası’ yeni, beynelmilel bir toplum yaratacağı dahi savunulabilir.

Daha önce de sıklıkla alıntılanan ‘İzmir’deki Türk’le Erzurum’daki Türk’ün aynı millete mensubiyeti’ tartışması da köklerini esasen bu ayrımdan alıyor. Evrensel kültür kodlarına kendini açmış topluluklar, henüz bu çözülmeyi yaşamamış daha muhafazakar topluluklardan hızla ayrışıyor. Yazarın -ve dahi benim- arzuladığımız gelecek bu çözülmeyi yaşadığı halde kendi kültürel kodlarına sadık kalmayı başarmış ve etno-sembollerini kendi kültürünün içerisinden çıkarabilmiş nesiller inşa etmek şüphesiz, ancak bu dönüşümün hızına yetişebilecek bir pratik inşasında elimizi çabuk tutmak hariç gerçekçi bir çözüm maalesef henüz yok gibi gözüküyor. 

Kitap, ‘Milliyet’ tanımını takiben bu milli kimliği edindirecek temel vasıtaların üç başlık altında detaylı bir çözümlemesine girişiyor; din, dil ve soy.

Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - I

Bu vasıtalar arasında ele alınan ilk husus din. Kitabın başında da belirtildiği üzere, kitabın yazılma nedenlerinden birisi Türk milliyetçiliğinin dinle girdiği sorunlu ilişki. Dinçaslan, kültürün dini yaratan esas etken oluşu üzerine inşa ediyor savını; ‘Asıl medium kültür ve dil, din bu ortam üzerinden taşınıyor, tersi değil.’ Bu bölümde de yine yazar savını dünya üzerindeki çeşitli dinlerden ve din-kültür ilişkilerinden örneklerle çeşitlendirmiş. Örneğin, batı toplumlarında ilerlemenin temel dayanaklarından birisi sayılan çalışma ahlakını yaratan Protestanizmi Afrikalı toplulukların yorumlama biçimi hayli ilgi çekici bir okuma. Netice olarak, kültürler bir dereceye kadar dinin etkisi altında kalsalar da, her kültürün kendine has bir din yorumu yarattığı, yani kültürün esas belirleyici etken olduğunu tespit etmiş. Ve yine isabetli bir saptamayla, bizim kültürümüzden kaynaklı sorunlarımızı çözdükçe, daha sorunsuz bir din yorumu da getireceğimizi belirtmiş. Katılmamak elde değil; Bugün Türk toplumunda -millikültürel bağların giderek çözünmesini takiben- yayılmakta olan tarikatçışeriatçı İslam yorumları her ne kadar yer yer tedirgin etse de, İslamiyetin henüz ilk yüzyılında başlayan SünniŞii ayrımından tut, pasifist-tasavvufi eksenden radikal SelefiVahhabi yorumlarına kadar onca çeşitli İslam biçimi, gelecekte daha farklı, daha ‘makul’ bir İslam anlayışının da doğabileceği ihtimalini apaçık gösteriyor. Bu kısmın sonlarındaki şu tespiti ise alkışlamak gerek; ‘Din kötü olduğu için bu halde değiliz, kötü insanların dini de kötü olur, ahlakı da davranışı da.’

Kitapta bahsi geçen ikinci kimlik edinme vasıtası ise dil. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, insanın anadili onun düşünüşünü, dünyayı kavrayışını ve diğerleriyle ilişkilerini mutlak surette etkiler. Kitabın genelinde olduğu gibi bu kısım da hayli bilimsel bir tabana oturtulmuş bir tartışma yürütüyor, ve anadilin insan hayatındaki belirleyici etkisini çok çarpıcı örneklerle gösteriyor. İrlandalılar ve İngilizce ile kurdukları ilişkinin analizi de hayli çarpıcı. 

Son kimlik edinme vasıtası ise Soy, yani genetik bağlar. Kitabın ‘Seküler’ olma iddiası bu kısımda da kendini keskin bir şekilde gösteriyor ve yazar tüm savlarını bilimsel temellere dayandırıyor. Öyle ya, eğer bir zencinin sahip olduğu genler derisindeki melanin miktarını artırıp onu sıcak iklimlerde yaşamaya daha elverişli hale getiriyorsa, benzer bir gen dizilimi başka, daha ‘davranışsal’ etkilere de sahip olamaz mı? Yahut eğer yenilen gıdalar insan fizyolojisini, psikolojisini etkiliyorsa -ki etkiliyor, toplumların da yeme alışkanlıkları yaşayışları üzerinde etkili olamaz mı? Güncel siyasi ajandayla çakıştığı için genellikle halı altına süpürülen, halbuki tamamen bilimsel temellere dayalı bu farklılıklar da insan topluluklarını esasen birbirinden ayıran, bazılarını birbirine yaklaştıran bir başka bağın göstergesi olabilirler. Öte yandan bu bağın aslında diğerlerine nispeten daha arkaplanda kaldığı, bilinç-üstü seviyede kimlikler bir kez var olduktan sonra kimin nereye ait olduğunu tespit etmede kullanışsız bir belirleyici olduğunu da not etmeden geçmemiş yazar. 

Birinci bölümün son kısmı ise Millet kavramının fonksiyonel gereklilikler nedeniyle ortaya çıkışı, yani evrimi işleniyor. Nasıl ki insan biyolojisi bir evrim zincirinin mevcut son halkasını gösterir, insanların kurduğu toplumlar, birlikler, bağlantılar da aynı evrim zincirinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır, ve millet de bunlardan azade bir yapı elbette ki değil. Yazarın başarılı bir şekilde not ettiği gibi, eğer bir grup insan çıkıp da ‘biz diğer tüm kimlikleri reddediyoruz’ diyecek olsalar, yarattıkları şey yine yeni bir kimlik olurdu. 

Kitapta detaylandırıldığı üzere, insan grupları fonksiyonel ihtiyaçlarını yerine getirebilmek, toplumsal iş bölümünü ve dayanışmayı kuvvetlendirebilmek, sahip oldukları kaynakları en üst verimle kullanabilmek, ve onu koruyabilmek için çeşitli için ‘mutasavver’ fikirler yaratmak, ve onlar etrafında kümelenmek durumunda kalmışlardır, ve bu mutasavver fikirlerin en ileri ucu da millet olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, elbette ki millet olma hali de bu toplumlar için mutlak ve ebedi değil, zaman içerisinde kazanılıp kaybedilebilen bir ‘meziyet’. Bölümün ilerleyen sayfalarında Dmitry Orlov’un Sovyet Rusya’nın çöküşünden ilhamla not ettiği ‘Çöküşün Beş Safhası’ ve bu safhaların günümüz Türkiye’siyle sahip olduğu korkutucu paralellikler, çarpıcı bir gerçeklikle anlatılmış.

İlk bölümün sonuna gelirken, bilimsel, tarafsız ve ufuk açıcı bir tonda başlayan Seküler Milliyetçilik, okurunu hayli karamsarlığa sevk edecek bir tona bürünüyor, ancak umudu da elden bırakmıyor ve biz Türk Milliyetçilerinin esas görevlerinden birini de belki burada açığa vuruyor; ‘işte, Türk milliyetçiliğinin başat rolü ... her çöküş anında yeniden inşa edebilecek imkanı, zekayı, birikimi ve teoriyi haiz olmaktır.'


Kitabın ilk bölümünü burada, umut verici, ve yüreklendirici bir tonda son buluyor. İlerleyen bölümlerin detaylı incelemesinde tekrar görüşmek üzere.

 Ömer Faruk Engin

Yazı dizisinin ikinci bölümünü okumak için tıklayınız.

Kitabı TamgaTürk doğrudan satış kanalından satın almak için tıklayınız.

Seküler Milliyetçilik kitap TamgaTürk TamgaKritik Bahadırhan Dinçaslan İnceleme Analiz Ömer Faruk Engin Seküler Milliyetçilik Kitabı