Kitap İncelemesi: Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi / III

TAKİP ET

Ömer Faruk Engin, Bahadırhan Dinçaslan'ın Seküler Milliyetçilik kitabının ayrıntılı incelemesine devam ediyor. Üçüncü bölümün ana başlığı sekülarizm.

‘Birileri Tanrı adına konuşabiliyorsa, sorunların çözülme ihtimali yoktur.’

İncelememizin 3. bölümünde, kitaba ismini veren ‘Sekülarizm’ bölümünü inceleyeceğiz. Bölümün anafikri esasen yukarıdaki alıntıda özetleniyor. Dinçaslan’ın bölümde savunduğu tez, yanlışlanamaz ve eleştirilemez otoritelerin olduğu yerde iyi ve kötü kavramlarının anlamını yitireceği gibi, sorunları tespit etme ve çözme yeteneğini de yok edeceği gerçeği.

Yazar, bölüme insanoğlunun yalan söyleyebilen, ve bu sayede diğer canlılardan ayrışan bir canlı oluşunu anlatarak başlıyor. İlginç bir nokta olarak, aslında Dinçaslan’ın ‘yalan söylemek’ derken esas kastı, hayal kurabilmek. Yazar, yalan kavramını ‘var olmayan bir olay ya da olguyu gerçekmiş gibi dile getirmek’ şeklinde tanımlıyor. Ancak bu tanım, ve öncesinde kullanılan örnekler aslında ‘hayal kurmak’ olarak da pekala açıklanabilir. Var olmayan olguları gerçekmiş gibi hayal edip spekülasyon yapma, senaryo kurma yeteneği yazarın da belirttiği gibi stratejiler kurmaya, edebiyat yapmaya, hipotezler üretmeye yarar. Yalan söylemeyi ise, her ne kadar hayal kurmayı gerektirse de neticede muhatabını kasti olarak yanlış yönlendirmeye yönelik, kötü niyetli bir tavır olarak kodlarız daha ziyade. Fakat yazar, ‘hayal kurmak’ yerine ‘yalan söylemek’ üzerinden bir düşünce akışı kurmayı tercih etmiş. Bu tercihi Dinçaslan’ın somurtkan bir şair oluşuna vererek, bölümü incelemeye devam edelim. 

Yazar, yalan söylemenin insana mahsus oluşu gibi, yalanı anlama kapasitesinin de ancak insanda bulunduğunu anlatıyor. Bu yalan tespit mekanizması, aydınlanma ile beraber bilimsel yöntem ortaya çıkana kadar ancak anlatılan hikayenin tutarsızlıklarını, yahut yalan söyleyen kişilerin karakteristik özelliklerini ya da fiziksel tepkilerini gözlemleyerek çalışabiliyordu. Ancak aydınlanmayla birlikle keşfedilen hipotez-sınama mekanizması beraberinde bir dönüşüm getirdi, ve bilimsel yöntemi doğurdu. Artık anlatılan hikayeler sınanabiliyor, gerçek olanlar tutularak yalanlar elenebiliyordu; ki bu da bildiğiniz üzere insanlığın müthiş bir sıçrama yapmasına vesile oldu. Denilebilir ki, yalanın icadı medeniyeti doğurduysa, gerçeğin icadı da onu göklere çıkarttı.*

Seküler Milliyetçilik: Bahadırhan Dinçaslan'ın Beklenen Kitabı Çıktı

Dinçaslan kurduğu bu analojiyle, gerçeğin hipotezler ve deney vasıtasıyla keşfinin, yanlışlanamaz ve sorgulanamaz bir ‘mutlak doğru’yu temel alan herhangi bir ideolojiyle uyuşmayacağını ve nihayetinde bu tür ideolojilerin doğru ile yalanı ayırt etme kabiliyetini yitireceği çıkarımını yapıyor. Ve diyor ki, ‘Böyle bir ideoloji, karşılaştığı sorunlara çözüm üretemez.’ Yazarın -kitabın en temel savı olan bilimsellikle de gayet tutarlı olan- bu çıkarımını genel çerçevede yerinde ve haklı  bulmakla birlikte, sonuca varış yolunda bir parça acele ettiği hissine de kapıldım. Zira, ‘seküler, yani dünyevi olmayan bir düşünce sistemi, doğası gereği sorun tespit edemez ve çözüm üretemez’ yargısına bu denli hızlı vararak aradaki önemli bir düşünce zincirini kestirip atmak, son bir kaç yüzyıla kadar tamamen dünyevi olmayan düşünce sistemlerinin etkisinde gelişip serpilen medeniyeti de görmezden gelmek olur. Elbette ki, yukarıda da değindiğimiz üzere medeniyetin büyük sıçraması bilimsel metodun, yani dünyeviliğin keşfiyle olmuştur, ancak aydınlanmanın tohumları kadar, medeniyetin gövdesi de dünyevi olmayan düşünce akımlarının suyuyla beslenerek büyümüştür. Gelgelelim, yine de Dinçaslan’ın vardığı sonucu tamamen haksız bulamıyorum.

Bu tartışmanın devamında, kitap bize ‘kötülük problemi’ni tanıtıyor ve ahlaki bir ideolojinin ancak dini kaideler üzerine inşa edilmesi gerektiği savını, İslam dini üzerinden örneklerle tartışarak çürütmeye girişiyor. Kitapta uzun uzadıya incelendiği için burada detayına inmeye lüzum görmesem de, bu hayli ilginç -ve zihnimde onlarca merak kıvılcımı yaratan- iyilik/kötülük tartışmasını zaman ayırıp okumanızı, ve tuttuğunuz ipin ucundan sizi götürdüğü yere gitmenizi naçizane tavsiye ederim.

Kısaca özetlemek gerekirse, bu alt başlıkta yazar iyilik ve kötülüğün kökenleri; neye iyi neye kötü denebileceği; bu dikotominin Tanrı kavramıyla yarattığı çelişkiler ve bu çelişkilerin erken dönem İslam aleminde neden olduğu çeşitli felsefi tartışmaları bize tanıtıyor. Neticede de kaçınılmaz biçimde, ‘İyilik ve kötülük kavramlarını metafizik kök nedenlere dayandırarak açıklamak, görülüyor ki, yığınla çelişkiye neden oluyor’ sonucuna varıyor. Yazarın vardığı -ve kitabın bilimsel düşünce metodunu tekrar zarifçe sergilediği- sonuç ise, iyilik ve kötülük kavramlarının, evrimsel olarak ‘hayatta kalmaya yarayan’ ve ‘zarar veren’ konseptlerden türediği. Dolayısıyla, esasen iyinin ve kötünün kökeni mutlak bir ‘Tanrı’ değil, kaotik ‘Doğa’ oluyor. Yani ‘uhrevi’ değil, ‘seküler’ bir kök nedene varıyoruz yine.

Kitap İncelemesi: Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi / I

Kitabın ana ekseninden kopma pahasına bu düşünce akışını devam ettirirsek, insanoğlunun hayal kurma kapasitesinin zamanla onun tüm düşünce sistemini ele geçirişine dair ilginç bir perspektife ulaşabiliriz. Hayal kurabilen, yahut Dinçaslan’ın tabiriyle yalan söyleyebilen insanoğlu, sebebini açıklayamadığı ama anlamak için tüm gücünü sarf ettiği (ki, çoğu zaman bu bir hayat-memat meselesiydi) doğa kuvvetlerini açıklamak için uydurmaya başladığı hikayelerin zamanla tüm zihnini, ve nihayet tüm toplumsal yaşamını ele geçirmesine müsaade etmiş gibi gözüküyor. Bir noktadan sonra ise, bu hikayeler bir araç olmaktan çıkıp, büyüsüne kapılan toplumların amacı haline gelerek ‘hakikatin ne olduğuyla değil de, yeni açıklamaların önceki inanışlar ile uyumlu olmasını temin ile meşgul’ olmaya başlamışlar. Neticede binyıllar süren bu hikayeler, kimi zaman mitolojiye, yahut masala dönüşmüş, çoğu zaman da ilahileşerek bir dine evrilmiş. Bu zinciri kırmak ise onbinlerce yıl sürmüş, aydınlanma çağına kadar. Ancak bu süreçte, kaçınılmaz olarak hikayelere inanmanın çeşitli evrimsel avantajları da olmuş olacak ki, biz bugün hala hikayelere, anlatılara meftunuz. Bilincimizin evrimi bizi inanacak, peşinden koşulacak bir hikaye aramaya devam ettiriyor. Hatta, yazarın milliyetçiliğin en önemli nedenlerinden biri gördüğü, topluma dinamizm katacak ve onu dönüştürecek enerjiyi haiz olmasının bir nedeni de bu hikayelerden birinin taşıyıcısı olması değil mi? İşte tam da bu yüzden de insanoğlunun metafizikten koparak seküler bir zihni altyapıya kavuşacağı evrimsel süreç hayli zor ve uzun bir macera olacak gibi. 

Kitaba geri dönecek olursak, ahlaki bir tartışmanın zemininin seküler olması için belki biraz daha beklememiz gerekecek. Ancak bu gerçek, bizi doğru olduğuna inandığımız yoldan alıkoymamalı, zira evrim yaşanacaksa bu seçilim sürecinin de yaşanması gerek. 

‘Seküler Kutsallar ve Domuz Yemi’ alt başlıklı bölümde ise Dinçaslan ‘kutsal’ kavramı üzerine bir tartışma yürütüyor, ve önemli bir tespitte bulunuyor;  ‘bugünün Türkiye’sinde kutsalımız yok, ikonlarımız var’. Bu tespit bana kalırsa tüm müslüman ülkeleri kapsayacak şekilde genişletilmeli. Ki, yazar da takip eden paragraflarda İslam dininin, kutsallarını toplumu sevk ve idare aracı olarak kullandığı çeşitli örnekler veriyor. Benim de katıldığım bu tespit, İslam dininin temel özelliklerinden birisi aslında. Zira İslam, yazarın bahsettiği profane kavramını kabul edemeyecek kadar toplumsal hayatın içerisinde bir din. Bunun sebeplerini İslam’ın en başından bir devlet kuran, toplumu sahiden de sevk ve idare eden ve dönüştüren bir kurucu mantıkla, ilahi bir din olmanın yanısıra toplumsal hayatın her anında hak iddia edecek bir yönetim sistemi olarak da şekillenmesinde aramak lazım. Yani evet, dindışı hayata dair her şey kutsal olması gereken dini söylemlerin belirlediği çerçeveye uymak zorunda kalıyor zira İslam’da dindışı hayat diye bir şey zaten söz konusu değil. Olmasını temenni etmek bu şartlar altında -İslam dini özelinde- yalnızca iyi niyetli bir dilek olarak kalıyor. 

Kitap İncelemesi: Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi / II

Bir sonraki kısımda ise dini toplumsal hayattan ayırarak bireyle Tanrı arasında tutmanın zarureti, ve dahi faydaları incelenmiş. ‘Dini Bireyin Vicdanına Hapsetmek’ alt başlıklı bu bölümde, bireysel düzlemde şahsi ve muhterem olduğu, ancak kamusal alandan uzak tutulması gerektiği vurgulanmış. Seküler anlayışın en kısa özetlerinden biri sayılabilecek bu söyleme katılmamak elde değil. Kaldı ki, dini otoritenin kamusal alanda kendine alan açması çeşitli nedenler yüzünden hayli tehlikeli. Bu nedenlerden en önde geleni, kitapta da incelenen alternatif otorite meselesi. Dinçaslan bu tabiri bu şekliyle kullanmamış, ama devletin ve kurumlarının mutlak otorite olması gereken kamusal alanda bir alternatif otoritenin varlığının yaratacağı olası tehditleri detaylıca anlatmış. 

Bu kısımda ufak bir parantez açarak, yazarın dinin doğası gereği tekil olduğu tespitine katılmadığımı belirtmek isterim. Dinleri de bir çeşit büyük anlatı  olarak kabul edersek, ve yukarıda da uzunca değindiğimiz bir hikayenin peşinden giden insanlardan husule geldiğini kabul edersek, bir dine inanan insanlar bir bütünün, bu büyük anlatının parçaları olarak görülebilir. Teşbihte hata olmaz, nasıl ki bir futbol maçını televizyondan izlemenin ruh hali ile, stadyumda diğer taraftarlarla beraber izlemenin ruh hali bambaşka iki deneyimse, bir ‘cemaat’in parçası olarak yaşanan din ile, tekil olarak yerine getirilen ibadetlerle yaşanılan din iki bambaşka deneyimdir. Yani kanaatimce toplu iman diye bir şey söz konusudur; keza İslam dininin camiye, cemaate, toplumsallığa verdiği önem de boşuna değil. Yani, inananlar tek tek inansa da, herkesin inancı parmak izi gibi kendine özgü olsa da, bir grubun parçası olmakla tek tek bireyler olmak arasında muhakkak ki bir fark var.

Bu da bizi bölümün son tartışması olan tarikatlar konusuna getiriyor. En baştan belirtmek isterim ki, bir önceki bölümdeki itirazım bir yana, Dinçaslan’ın tarikat hususunda yaptığı tespitlere ve dikkat çektiği tehditlere yüzde yüz katılmamak elde değil. Naif bir ‘liberal’ yaklaşımla kimilerince sivil toplumun parçası olarak görülen bu tarikat yapılanmalarının esas korkunç yüzleri, altında yatan felsefeyi biraz deştiğinizde hemen ortaya çıkar. Dolayısıyla, tam da kitapta denildiği gibi Türkiye’deki tarikatlerin örgütlenme hakları yoktur, olamaz. Bu kesin yargıya nasıl vardığımız konusuna burada uzun uzun değinmeye lüzum görmüyorum, zira kitap bu konuyu halihazırda etraflıca incelemiş. Ancak, bir önceki paragrafla beraber değerlendirdiğimizde, tarikat büyük anlatısının nasıl kırılacağı hususunda pratik zorlukların büyüklüğü kaçınılmaz. Seküler Milliyetçilik kitabının pratik öneriler içeren bir rehber değil, ideolojik sınırları çizen bir teori kitabı olduğunun bilinciyle, bu tartışmaların uzun uzun farklı platformlarda yapılarak pratik çözümlerin keşfedilmesi işini kitap incelemesinin dışında tutuyorum.

İncelememizin üçüncü bölümünü burada bitirirken, kitabın en hararetli tartışmalara, en yoğun itirazlara sebep olması muhtemel Sekülarizm başlığının altından başarıyla, ve ta en baştan vaadedildiği gibi bilimsel yöntemden sapmadan kalkan Dinçaslan’a bu zihin açıcı tartışmalar için teşekkürlerimi sunarım. 

Kısa zamanda incelememizin son kısmı olan ‘Hürriyetçilik ve Demokrasi’ bölümünde görüşmek üzere.

Ömer Faruk Engin

*İnsanlığın hikayesi, kendi ürettiği mitolojileri yaşıyor gibi, evlatlar babalarını yiyor. Modernizmin ‘gerçek’i yalanı nasıl tahtından ettiyse, post-modernizm de gerçeği tahtından edecek gibi. Ancak bu, bir sonraki bölümün konusu.

Yazı dizisinin birinci bölümü için tıklayınız.

Yazı dizisinin ikinci bölümü için tıklayınız.

Yazı dizisinin dördüncü bölümü için tıklayınız.

Kitabı TamgaTürk doğrudan satış adresinden imzalı almak için tıklayınız.

Seküler Milliyetçilik Kitap İncelemesi Ömer Faruk Engin Bahadırhan Dinçaslan Sekülarizm 21. yüzyılda Türk milliyetçiliğinin teorisi