Okunmasına Gerek Olmayan Kitap: Disconnectus Erectus / Tutunamayanlar - 1

TAKİP ET

Zaman ve mekan somutlarıyla başlayıp gidelim önce. Gidelim ve somut algılardan tecrit alemindeki her duyguya bu vasıtalarla ulaşalım. Okumak bunca zorken, incelemek elbette daha zordur Tutunamayanlar’ı…

Mekân

Eser hakkında zihnimde beliren ilk intiba, gri bir kentin altında, henüz modernleşme çabalarının ve sanayi inkılabının yeni yeni kuşattığı bir coğrafyanın resmidir. Ankara-İstanbul asfalt hattını mekik dokumasa da Ankara semalarında mekik dokunan bu eser, okuyanı çok farklı mekanlara misafir ediyor: İşyeri, ev, kerhane, lokanta, bir Impala’nın ön koltuğu ve kentten başlayan sürecin son bulduğu doğa…

Zaman

Yazara Göre: Yirminci Yüzyılın ikinci yarısı…

Kanaatim: Eseri okumakta zorlanan herkes çok haklı. Bazen sizinle aynı anda beş kişi konuşabiliyor, mesela: Yazar bir anda Turgut Özben’e söz veriyor… Turgut’un sözlerini Olric kesiyor… Turgut bazen bir şeyler düşünüyor ya da Selim’in notlarını okuyor ve notlar arasında diyaloglar geçiyor ve hatta bazen gerçeklik payı olmayan olgular (Dandini ve Dasdana Terimlerinin Kökeni mesela) bizi bambaşka bir hikaye ve olayın içine atıveriyor. Aynı kurgu burada da devam ediyor ve alt karakterlerin diyaloğunu dinliyoruz. Zaman birden bin yıl öncesine kayarken “Efendimiz!” Diye yükselen Olric’in sesiyle bir anda şimdiye gelebiliyoruz.

Haliyle yazar; zamanı elinde büküp bir kovboyun istikameti belli olan yakalama ipi gibi istediği yöne savuruyor ve her savurduğu yönde bu ip boynumuza geçip bizi zaman ve mekan arası dolaştırabiliyor. Örnek vermek gerekirse:

“Tavana kadar aynı renk, böylece düzlemler daha kesin beliriyor; modern sanatın burjuva yaşantısına katkısı. Efendim?”

Efendim derken şaşalıyoruz. Çünkü Turgut’un kafasında onlarca insan ve olaydan başka tıpkı Sokrates’in içindeki uyarıcı cin Daimonion gibi biri var: Olric. Devam edelim: “Oysa, ne güzeldi eskidem: tavana bir karış kala, bir parmak kalınlığında koyu renk, yatay bir çizgi çizilirdi; duvarın rengi orada biterdi işte.” Yazarın eskiye olan özlemi ve şimdinin bunaltısı içinde bizi Turgut Özben vasıtasıyla bizi geçmişe çekmesi ve onu anımsatması ve yaşatması sözkonusu. Görüldüğü üzere en basit türden bir zaman kayması… Yahut durduk yere bize Dandini ve Dasdana teriminden bahsetmesi… Selim’in doğduğu evi ve zamanı anlatırken birden Dandini ve Dasdana kökenine iniyor. Vereceğim bu pasaj bu bölümün ne kadar karmaşık ve yazarın tekelinde cambaz gibi oynadığını gösterme açısından yeterlidir. Sonraki yapacağım açıklamaya nazaran bu pasajın uzunluğunu göz ardı ederek olduğu gibi naklediyorum ki, okuyucu açıklamalarımı daha iyi anlasın:

"Selim iki yaşındadır. Eski bir taşra konağının arka bahçesi. Uçları sivriltilmiş tahta parçalarından yapılmış bir çit. Bazı tahtalar düşmüş, yerine tel takılmış. Bakımsız bahçede otlar büyümüş. Otların arasında serbestçe gezinen böceklerden Selim'i korumak için, yere eski bir kilim serilmiş. Sıcak bir mayıs akşamı. Büyükanne, Selim'i uyutmağa çalışıyor. Penceresi bahçeye açılan mutfakta hizmetçi kadın suböreği pişiriyor, kokuları, Selim'in üstünden aşarak, tahta perdeye çarpıyor. Tahta perdenin aralıklarından sıyrılıp yandaki bahçeye geçebilir Selim. Fakat, orası da aynı: aynı ısırgan otları, aynı papatyalar, aynı gelincikler. Gene de bir çekiciliği var: tahtaperdenin aralıklarından bütün bahçe görünmüyor. Gizli köşeleri olmalı. Kulağına ilk ürkütücü kelimeler çarpıyor Selim'in: dandini dandini dasdana. İki dandini bir dasdana. Ortaçağların bu ürkütücü kardeşleri, artık bir ninninin uyutucu kelimeleri olmuşlar.

Kutlug Dandini (ya da Batılı tarihçilere göre Dandin) ve Farsus Dasdana, İsa'dan sonra Yedinci Yüzyılda Anadolu'da yaşadığı sanılan efsaneler kahramanı Hartug Dandin'in oğulları. Hristiyan azizlerinden Gordalos'a göre, İsa'nın doktrinini yaymak üzere Mezopotamya'dan Nevşehir'e göç etmiş bir din adamı bu Hartug. Nizip dolaylarındaki bir mağarada bulunan kabartma heykeline bakılacak olursa, iri yarı, uzun ve kıvırcık sakallı bir adam. Asker elbiseleri içinde biraz rahatsız duruyor kayanın üstünde. Uzun ve kıvrık burnu, bir asil olduğunu açıkça belirtiyor. Fransız tarihçisi George Pliers, Hartug'un bir Frank savaşçısı olduğunu ve Haçlı seferleriyle Anadolu'ya geldiğini ileri sürüyorsa da, bu iddiayı ciddiye almak mümkün değil.

Hartug'un ilk oğlu Farsus, babasıyla aynı soyadını taşımıyor. Belki de Dasdana, Hartug'un öz oğlu değil. Bir teoriye göre de, ninnideki 'dandini dandini dasdana' sözleri, bu iki kardeşin adlarının Kutlug Dandini ve Farsus Dasdana Dandini olduğunu gösteriyor. Biz, Kutlug'un annesinin Türk, Farsus'unkinin de Rum olduğunu kabul ediyoruz. Kardeşlerin kan dökücü ve zalim karakterlerini de, Gordalos'un düşündüğü gibi o yıllarda Anadolu'da hüküm süren Abdolos Agostos'un baskısına dayanamayıp isyan etmelerine değil, bir Hristiyan ve tarik-i dünya olan babalarının aşırı sertliğine bağlıyoruz. Çünkü Dandini ve Dasdana, cinayetler serisine babalarını öldürmekle başlıyorlar. Eski romansların usta yazarı Lebedus, olayı, iç gerçeklere daha yakın bir düzende anlatıyor: Hartug, çocuklarının eğitimi ile ilgilenmiyordu. Çocuklar, bütün gün, babalarının bostanında kargaları kovalayarak vakit öldürüyorlardı. Kargaları vurmak için, ucu sivri değnekler yapıyorlar; vurdukları kargaları bu değneklerin ucuna takıp korkunç seslerle bağırarak bostanın çevresinde dolaşıyorlardı:

Karga da seni tutarım amang

Kanadını kanadını yolarım amang 

Kışın kebap yaparım amang

Yazın tanrı diye taparım amang

Babaları, dini ve askerî işlerini görmek için sık sık kasabaya indiğinden, Dandini ve Dasdana, bu başıboş hayatın bütün çeşitlemelerini serbestçe yaşıyorlardı. Bostan bakımsız bir durumdaydı. Hayvanlar, gelişigüzel sağda solda otluyordu. Komşuların inekleri bahçedeki mısırları, sebzeleri yiyor, çitleri bozuyor, çocuklarsa bütün bunlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Bostanın bakımsız köşelerinde büyümüş uzun otların içine yatarak gelecek için hayaller kuruyorlar; komşu çiftliklerdeki kızlardan, avcılardan, babalarının saçma işlerinden bahsediyorlardı. Cinsel konulara ilgileri ise sonsuzdu. Dasdana, kardeşine olmadık cinsel münasebet masalları anlatıyor, daha duygulu ve saf bir çocuk olan Dandini ise bunları belli etmek istemediği bir kıskançlıkla dinliyordu. Babalarının, kendileriyle oynayan çocuklar hakkında anlattığı korkunç hikâyelere rağmen bütün bu masalların sonunda, dayanamayıp kendilerini baştan çıkarıyorlardı. Dasdana, köyün kızlarıyla, kadınlarıyla neler yaptığımı bütün ayrıntılarıyla kardeşine anlatıyordu. Ormanda, bazen de yakındaki bir çiftlikte dul bir kadının evinde olan bu birleşmeler Dandini'nin içini gıcıklıyordu. Hele dul kadınla Dasdana arasında geçen macerayı dinledikten sonra, bütün gece uyumamış ve sabaha karşı gizlice evden çıkarak -oysa babası görmüştü onu- koşa koşa köy meydanına gitmişti. Çeşmenin yanındaki duvara 'Hartug Dandini oğlu Farsus Dasdana! Neden Elbasta Surkan'la yattın?' kelimelerini çarpık harflerle yazmış ve altına da bu sahneyi acemice çizmişti. Dasdana, bu resimde ayakta duruyor, kadın da havada yere paralel bir durumda yatıyordu. Cinsel münasebetten çok hareketli bir halk dansını andıran bu birleşme, Dandini'nin, babası tarafından ihmal edilen cinsel eğitimine tipik bir örnektir. (Bu taş bugün, Hartugo kasabası arkeoloji müzesinde bulunmakta ve yalnız bilim adamları ve sanatkârlar tarafından görülebilmektedir.) Resimde, ilk bakışta göze çarpan acemiliğin yanında, vahşi bir dinamizm ve erkek organlarındaki canlı ifade dikkati çekmektedir. Kadın ve erkeğin cinsel organları arasındaki oransızlık da, duyguları yeni uyan- maya başlayan bir gencin vahşi romantizminin ilk belirtileri olarak açıklanabilir.

Resim, kasabada büyük bir gürültü koparmadı; fakat Dandini babasından esaslı bir dayak yedi. Bostandan çıkması yasaklandı ve Dasdana bir hafta kardeşiyle konuşmadı. Bir akşam üzeri, iki kardeş gene incir ağacının altında sessizce sopalarını yontarlarken Kutlug birdenbire sordu: 'Erkeklik tohumları, karnımızın altına doğru bir yerdeymiş. Sen daha iyi bilirsin: doğru mu acaba?'

Farsus karşılık vermedi; yalnız, Dandini'ye belli etmeden karnının alt tarafını hafifçe yokladı. Kutlug Dandini'ye bakarak sözlerine devam etti: yere

Yalnız, tohumların aşağı inmesi için insan, organını eli ne alıp kuvvetle yukarı doğru, karnındaki o yere durmadan vurmalıymış. Organı o yere yetişecek kadar uzun tohumları olgunlaşmamış demekmiş. Çobanın oğlu Portel söyledi dün. Bizim denediğimiz biçime pek benzemiyor da, bir de sana sorayım, dedim.' 

Farsus, küçümseme dolu bir gülüşle sordu: 'Portel dene-miş mi?' 'Hayır. Yanaşma Oter yaparken seyretmiş gizlice.' Sonra telaşla ekledi: 'Kadınla yaparken buna ihtiyaç yokmuş tabil. Ne dersin?'

'Gidip Oter'e sorsaydın sen de.'

Kutlug, sözü değiştirmek istedi: 'Irmağın kıyısına gidiptaş kaydıralım mı?' Dasdana bu oyunda her zaman kardeşinden üstündü. 'Hayır.' İkisi de başka yerlere bakıyordu konuşmadan. Bir-den Farsus, 'Doğru değildi bütün anlattıklarım. Hiç birinin aslı yoktu. Bunu sen de biliyorsun,' dedi.

Kutlug atıldı: 'Hayır, hayır. Hepsi doğru, hepsine inanıyorum. Sen gene anlat, ne olur.'

Farsus yerinden kalktı, ırmağa doğru koşarak uzaklaştı

 Kutlug, kardeşinin arkasından bağırıyordu: 'Hiç olmazsa başkalarından duyduklarını anlatırsın. Ne olur Farsus, gitme.'

Irmağın kıyısında taş kaydırırlarken Kutlug durmadan anlatıyordu: 'Bir daha duvarlara yazı yazmayacağıma söz veriyorum. Kadın meselesini de bırakıyorum bir yana zaten. Babamız gibi eşsiz bir savaşçı ve din adamı olmak istiyorum. Babam, din düşmanlarıyla savaşmış. Ben bütün düşmanlarla savaşacağım: İnsanlığın bütün düşmanlarıyla. Babam, artık yalnız Aziz Paulus gibi değiştiğini söylüyor ama ben savaşmak istiyorum: Portel'e benzemek istemiyorum. Onun gibi bütün gün sığırtmaç oğlanlardan dayak yemek istemiyorum.' O günden sonra, bir daha kadınlardan konuşmadılar.

Lebedus, bundan sonra, Kutlug Dandini'nin, babasının bütün karşı koymalarına rağmen, gece gündüz kılıç talimi yapmaya başladığını, Farsus'un da, uzun uğraşmalardan sonra, bir köylü kızını iğfal etmeyi becerdiğini tumturaklı bir üslupla anlatıyor. Araya, hiç gerekmediği halde, bazı Ortaçağ Şövalyelerinin destanlarını da koymuş. Bir iki çoban şiirini de eklemeden yapamamış. Anlattığına göre, Kutlug, bir çoban kızına aşık oluyor ve Farsus'la birlikte zamanın modasına uygun bir şarkı yazıyorlar. Bu şarkıyı Lebedus'un uydurduğu muhakkak. Cinsel duyguları şiddetli olan iki kaba delikanlının kurallara uygun romantik şiir yazmaları, hikâyenin ilk satırlarındaki gerçekçi gidişe uymuyor. Bütün günlerini toprakla uğraşarak geçiren iki kardeşten, aşağıdaki misraları yazmış olmalarını nasıl bekleyebiliriz:

Çoban kızı, çoban kızı. Neden bana bakmadın? Saçlarına neden lotus çiçeğini takmadın? Beyaz güller ayağını incitiyor, basma sen. 

Gün Tanrısı aşık sana, güzel Aspersen.

Bana acı, bana acı. Acıtma saf kalbimi, Buruşturdun, parçaladın (insaf) kalbimi... vs vs.

Oysa, bugüne kadar çocukları korkutmaktan başka bir işe yaramamış olan bu iki kardeşe, aşağıdaki dörtlükler daha uygun düşüyor (ninni yapılırken müstehcen kısımlar çıkarılmış):

Ninni yavrum bebeğime 

Kirler dolar göbeğime 

Dandin vurma erkeğime 

Dandini Dandini Dasdana

 

Çıplak uzanmış Dasdana 

Kız gelmiş anadan doğma 

Yatacakları sırada 

Danalar girmiş bostana

 

Dasdana'da bu hırs varken

Bostanda kızla yatarken

Bağırmış babası birden 

"Kov bostancı danayı"

 

Dasdana kızmış köpürmüş 

Gitmiş Hartug'u öldürmüş 

Danayı kovarken gülmüş: 

"Yemesin lahanayı."

Bu cinayete Dandini'nin de ortak olduğu söyleniyor. Son mısradaki lahananın (çocukların lahanadan doğduğuna inanıldığına göre) vajinayla bir ilişkisi olduğunu sanıyorum.”

Kitabın pek çok yerinde bu tarz apaçık kaymalar yaşanıyor. Afaki son örneği vermek gerekirse:

Turgut Özben anlatıyordur. Aklına bir şey gelir. Aklında o sahneyi yaşamaya başlar. Yaşarken zaman ve mekan belirir. Diyaloglar şekillenir. Olay örgüsü yani kurgu oluşur. Bu kurgu başlı başına bir hikaye teşkil eder. Hikayeyi arada Olric böler ve birden konu Selim’e veya bir başkasına gelir. Selim’in veya x kişinin hayatında yeni baştan bu sıralama takip edilir. Ya bölüm biter ya da Turgut yeniden hayata döner…

Sonsuz bir döngü…

Genel Olarak

Selim’in intiharıyla başlayan, polisiye intibaı uyandıran çok derin söylemler içeren ve belki de Baudelaire’i, Hoffmansthall’i, Sophokles’i mezarında ters döndürecek kadar trajedik bir eser… Belki Kafka’nın Oscar Wilde’ın hatta Schopenhauer’un aforizmalarından bile daha sert ve can yakan aforizmaların başyapıtı… Disconnectus Erectus, yani Tutunamayanlar…

Bu kitabı yazar tek bir başlıkta özetlemiş. Okumaya gerek bile yok desem şaşırmayın. “Tutunamayanlar” her şeyi ifade ediyor kitaba dair. Kendisi de bir tutunamayan cinsine mensup Turgut Özben’in vefakar dostluğu ve bunun karşılığında bir tutunamayan olmasını anlaması ve ardından tutunamayanlara özgü bir hayatı yaşamak üzere kendini tecrit ederek mekanı Anadolu’ya kaydırıp Doğa’ya, yani özüne dönüşünü seyrettiğimiz kocaman bir karmaşalar zinciri…

*** (devam edecek…)

 

Mehmet Can Kuyucu

tutunamayanlar oğuz atay tutunamayanlar roman tamgakritik