Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - I

TAKİP ET

Uğur İsmail Aygün, Bahadırhan Dinçaslan'ın yeni kitabı Seküler Milliyetçilik'i TamgaKritik okurları için inceledi.

Seküler Milliyetçilik'in ne olduğunu M. Bahadırhan Dinçaslan'dan öğrenmeyi tercih edeceğim. Zira yazar yaşıtımdır. Üstüne, kültürüne, çalışkanlığına ve samimiyetine bizzat kefilim. 

24 Mart 2023’de Dinçaslan'ın Seküler Milliyetçilik kitabı imzalanmış bir şekilde elime ulaştı. Kitabı bu başlık altında satır satır okuyacak ve kitapla uzlaşmaya çalışacağım. Umarım seküler Türkçü teoriyle kendi hürriyetçilik algımı bağdaştıracak bir zemin bulabilirim. Metindeki başlıklar, kitaptaki başlıklardır.

Başlarken

Metin skeuomorph kavramıyla açılıyor. Bu kavramın bir tuzağa dönüşme ihtimalini sorduktan sonra da Türk milliyetçiliğinin bu kavram ile düşünülebilecek özellikleri olduğunu belirtiyor.

"İşlevini yitirmiş bir çok motif, tartışma yahut konsept, estetik değilse bile, alışkanlık saikiyle korunuyor. Bu korunmuşluk zihinlerimizi aldatıyor ve esasen hiç gereği olmadığı halde, sonuçsuz tartışmalarla enerji tüketiyor, emek harcıyor ve zaman kaybediyoruz. Öyle ki elektrikli arabamızın ızgarasının eskidiğini düşündüğümüz için aracımızı trafiğe bile sokmuyoruz."

Bu noktadan sonra Dinçaslan Türk milliyetçiliğinin "henüz icat edilmiş" gibi yeniden tasarlanmasını ve kodlanmasını öneriyor. Kendisini tamamen haklı buluyorum. Bunun sebepleri üzerine biraz konuşmakta fayda görüyorum. Milliyetçilik Türkiye’de hala tam olarak ne olduğu belirsiz bir kavram olarak dolaşmaktadır. Ülkücüler, ulusalcılar, Ecevitçi sosyal demokratlar, Kemalistler, Türkçüler ve daha radikal Atsızcılar gibi gruplar arasında sürekli dile gelen ancak herkesin kendisine göre yonttuğu bir kavram haline dönüşmüş durumda. Milliyetçiliği "vatan sevmek" gibi muallakta bir duygu durumu içine sıkıştırıp kimseyi dışarda bırakmayacak bir zemin üzerinden düşünmek, bana göre ne fikrin geleneği ile ne de fikrin amacı ile bağdaşmaktadır. Milliyetçilik vatan sevmekten fazlası, hatta çok daha fazlasıdır.

Devam edersek, Dinçaslan, Türk Milliyetçiliğinin din ile ilişkisini "işlevsiz kör bağırsağın iltihaplanması"na benzetiyor. Ümmet ile millet arasındaki mezkûr ucuz politik bağlantı nihayet Türk milliyetçilerinin teorilerinde olanca çıplaklığı ile ele alınıyor ve bilimsel metodun önceliği alenen ilan ediliyor.

Seküler Milliyetçilik: Bahadırhan Dinçaslan'ın Beklenen Kitabı Çıktı

Dinçaslan'ın bu çıkışı sadece bir politik grubun eleştirilmesi değil, aynı zamanda Türk gençliğinin, özellikle milliyetçi Türk gençliğinin pusulasının yeniden ayarlanması anlamına geliyor. Türkiye'de liberallerin bile hala tam olarak anlamadığı özgürlük kavramı ve birey olma mantığı milliyetçi camia içinde en yüksek düzeyden duyuruluyor. Esas sorunun fikirler yahut onların varyantlarında değil, onları uygulayacak olanların zihin setinde bulunduğu özellikle içinde yaşadığımız dönemde çok daha açık seçik önümüze seriliyor. Bu sorunun adı dinî düşünce şeklidir ve içine karıştığı her şeyi kitleselleştirmek ve sürü ahlakına uygun hale getirmekle yükümlüdür. Türkiye’de milliyetçilik uzun bir aradan sonra nihayet, sekülerliği tekrar keşfediyor. Siyaset ile uğraşan herkesin sevinçle karşılayacağını düşündüğüm bir gelişme.

Millet Olma Hali ve Gerekliliği 

Dinçaslan öncelikle teorinin neliği sorusu ile araştırmasına başlıyor. Teori bakmadan görmeni sağlar diyerek Neptün’ün keşfi örneğini veriyor. Sonrasında ise ana argümanını tek cümlede veriyor: "Bir meseleye dair gerçek ve dört başı mamur bir teori teşkil ettiysen, zaten, o an için aklına gelmeyen sorulara dahi karşılaştığı zaman cevap üretebilecek bir kabiliyeti haiz olmalıdır."

Teori üzerine biraz daha konuşmakta fayda var. Teori bakmadan görmeyi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda geri dönülecek büyük planı hatırlatır. Askeri doktrinde bir birim ne yapacağına karar veremediğinde kendisini ilk başta oraya gönderen akla döner. O da daha üstün bir akla. Neticesinde ulaşılan yer teorik bir tartışma olur. Teori ne kadar incelikli bir şekilde işlenmiş ve ilgililerine ne kadar sağlıklı bir şekilde iletilmiş olursa, karmaşa karşısında çözüm o denli bütünlüklü bir çerçeve içerisinde bulunur. Teorinin olmadığı yerde sadece kararı alanın görebildiği ufuklar dahilinde hareket mümkün hale gelir, kalanı savrulmadır. Tek adam idaresinin çöküşünün altında da aynı teorisizlik yatar. Dinçaslan burada teorinin önemini derinlikli bir biçimde kavrayarak Türk milliyetçiliğini dinî zihin setinden kurtarmaya en baştan başlıyor.

"Millet hakikatini tekrar tekrar ispat için değil, milliyetçiliği verimli yapabilmek için teoriler inşa etmeliyiz: biz milliyetçilik yapmasak ve hata millet hakikatini inkar etsek bile millet var olmaya ve tesir etmeye devam edecektir.[...] fakat aslolan milletin faydasını gütmek anlamına gelen milliyetçiliğin bu faydayı tespit etmesidir." 

Milletin faydasını gütmek olarak milliyetçilik hala biraz geniş bir tanım halinde zira milletin faydasını gütmeyeceğini ilan eden hareket bildiğimiz kadarıyla henüz yok. Burada tartışmanın öncelikle millet nedir ve fayda nedir ekseninde sürmesinin beklemek gerekir. Dinçaslan da tam olarak bu eksenden hareket ederek önce millet olma halini neye endeksleyeceğimiz sorusunu soruyor. Şuur mu ifade mi diye sorup bilimsel bir yöntem öneriyor.

Bu bölümdeki ilk tartışmaya değer husus milliyetçilik ile modernite arasındaki ilişki. Dinçaslan milleti/milliyeti primordialist bir yaklaşımla inceliyor. Modernitenin milliyetçiliği yaratmadığını bilakis milliyetçiliğin modernizmi yaratan unsurlardan biri olduğunu ve milliyetin kendisini düşünmesi anından itibaren (millet olma anı) milliyetçiliğin bir fikir olarak ortada olduğunu savunuyor. Bu konuda kendisine tamamen katılmakla birlikte tartışmayı biraz daha açmaktan fayda görüyorum. Herhangi bir Sapiens toplumunun büyük gruptan koparak kendi kültürünü yaratması aşamasında ortaya çıkan "biz" kültürü milliyetçiliğin temeli olarak rahatlıkla kabul edilebilir. Zira öncelikle bu gruplar kan bağına dayanırlar, yani kabiledeki herkes akrabadır ve bireysel seçilimden sonra gelen grup seçilimi burada devrededir. Bunun üstüne ortak amaç demek olan norm ahlakı bu grupların günlük pratiklerinden türer. Türeyen şeyin adı biz olmaktır ve karşılıklı özgecilik ahlakına dayanır. Bu ahlak grubun üyelerinden fazlasını temsil eden ortak kurallar bütününe dayanır. Kültürün bu sürecine doğrudan milliyetçilik demek hatalı olsa da milliyetçiliğin başlangıç noktası olarak görmek mümkündür. Akrabalardan oluşan ve kendi dünya görüşü olan bir grup insan aile olabilir, aşiret olabilir, dini grup olabilir, millet olabilir.

Dinçaslan'ın verdiği şecere örneği önemlidir. Türklerin yabancı bir tanrıya tapmaya başladıktan sonra çakışan Türk Arap mitolojilerini ele alıyor. Mitolojiler birbirine karışsa dahi insanlar o güne kadar takip ettikleri aidiyeti bir kerede kenara atmaz, atamazlar. Bu sebepledir ki Türkler, Dinçaslan'ın yerinde tespitiyle İslam mitolojisi içine kendi dünya algılarını da ekleştirmişlerdir.

Sapiens grubu, Türklerde özellikle rahatlıkla görülebileceği üzere, aşiretler şeklinde örgütlenmiştir. Bu örgütlenme biçimi kendisini diğerlerinden ayıran bir öge bulmak zorundadır. Bu öge örgütlenmenin temelini sağlayacak ahlaki altyapıyı ve ilerleyeceği doğrultuyu çizecek bir vizyonu aynı anda içinde taşımalıdır. bu ögeyi keşfetmek ve kullanmak için modernitenin beklendiğini kabul etmek bana da doğru gelmiyor.

bu uzlaşmalardan hareketle Dinçaslan ilk büyük tanımını yapıyor:

" Milliyet, bu bağlamda, şemsiyesi altındaki tüm topluluklar arasında;

1- Aynı dil ve lehçelerin konuşulduğu
2- Ortak etno-sembollerin bulunduğu
3- Şemsiyenin dışındakilere paylaşılana nazaran, altındakilerle paylaşılanın davranış, düşünüş ve kendini tanımlamada belirleyici olduğu 

bir cemiyet birimidir."

Tabii burada tartışma biraz daha genişletilebilir. Örneğin Sapiens üstteki üç koşulu türler arası düşünce bağlamı için de sağlar. Hepimiz insan dili ve türevlerini konuşuyoruz, Nuh tufanı gibi evrensel sembollerimiz var ve Sapiens şemsiyesi içinde olan canlılarla paylaştıklarımız davranış, düşünüş ve kendimizi tanımlamada belirleyici olabilir. Zira dünyanın tam olarak hangi temele yaslanarak bölünmesi gerektiği tartışması farklı bilim dalları arasında muazzam farklılıklar gösterebilir. Öte yandan, aynı tanım bir köy grubuna kadar indirgenebilir.

Bence buradaki sorun "milliyet"in teknik taraflarının yanıtının verilmemiş olmasıdır. Milliyet İzlanda'da gördüğümüz gibi birkaç yüz bin insandan da mürekkep olabilir Çin'de gördüğümüz gibi milyarlarca insandan da. O halde ortak bir şemsiye altına girmiş insanlarla milliyet arasındaki fark dil, sembol ve aidiyet tanımlarına bağlı hale geliyor. İki farklı dili konuşan grup arasında tasnif yapıp bunun üzerinden bir politika belirlemeye varız da neden dili Sapiense özel bir yapı olarak düşünerek tüm Sapiens üzerinden bir politika belirlemeye karşı mesafeliyiz?

Aynı şekilde etno-sembol vurgusu doğal olarak halihazırda verili bir etnik yapı olduğunu varsayıyor. Dinçaslan'ın kendi örneğine dönersek mitolojiler iç içe geçtiğinde, Allah örneğin, dini bir sembol müdür yoksa etno-sembol olarak mı değerlendirilmesi gerekir? Aynı şekilde insanların bir atadan ve türden geldiği bilimsel olarak bilindiğine göre hangi sembolleri seçtiğimize göre milliyetin tanımı da genişleyip daraltılamaz mı? Bu da doğrudan milliyetçilik yerine kozmopolit bir insan dayanışmasını öncelemez mi? Yine Dinçaslan'ın İnuitler örneğinden yola çıkarsak, aynı şey ateş yakma bilgisi bağlamında North Sentinel adalarındaki insanlarla Norveçliler arasında yaşanamaz mı? Bir şekilde iki Sapiens grubu bir araya gelse ve biri diğerinden daha iyi teknikler biliyor olsa bunu kolayca öğretemez mi? İnuit'in İnuit'e öğretmesiyle Norveçli'nin North Sentinelliye öğretmesi arasındaki fark sadece meseleye milliyetçi bir perspektiften yaklaşılması değil midir?

Dinçaslan milliyet tanımı üstüne bir de millet tanımı yaparak düşünüşünü derinleştiriyor:

"Devletler bir defa kurulduklarında, beslendikleri milliyet havzasından kimi zaman rastgele, kimi zaman kasten seçtikleri etno-sembolleri kullanır, bunlar üzerine yeni bir üst-kimlik inşa ederler ki, millet buna denir."

O halde millet, bir milliyetin egemenlik haklarına sahip olduğu belirli bir alan içinde yaşayan diğer Sapiens gruplarıyla birlikte daha çok ortak noktası olan bir birliktelik yaratmasıyla oluşur. Yani Alman ve Fransız milliyetleri tüm Avrupa’yı tek bir egemenlik alanı içinde birleştirip onları yeni bir "Avrupalı" fikri etrafında birleştirerek bir Avrupalı milleti yaratmaya çalışmaktadır. Aynı dil ve lehçeler için almanca ve fransızca seçilmiştir ki slavlar hariç tüm Avrupa zaten alman ya da latin dillerinden birini konuşmaktadır. Etno semboller sanattan seçilmiştir örneğin marşları 9. senfonidir ve sözler Latinceden gelir (etno-semboller yerine kültür sembolleri kullanılmış denilebilir mi?) ve marşlarındaki açık mefkure bellidir:

"Our unity in diversity,
May contribute to world peace.
[...]
And freedom for its peoples
In a greater motherland
Citizens, Europe shall flourish
A great task calls on you
Golden start in the sky are
The symbols that shall unite us."

O zaman milletleşme sürecinin hala devam eden bir örneğine şahitlik ediyoruz diyebilir miyiz?

Kitaba geri dönersek Dinçaslan sayfa 33'te "Türk etno-sembollerini aile ortamından alan herkes Türk milliyetindendir demek yeterlidir." diyor. Türkiye’deki Türklük tartışmalarını nihayet aşan bir cümle. Türklüğü yasalarla, kanunlarla tanımlama garabetine artık bir son verebiliriz.

Kimlik edindirme ve vasıtaları ve din başlığında Dinçaslan Gökalp'ı takip ettiğini belirterek "Dinin milletleşme sürecinde ancak bir araç olduğunu; teolojik haliyle, yani aslıyla değil, işlevleriyle ele alınması gerektiği söyleyerek girizgah yapabiliriz." diyor.

Dinçaslan'ın buradaki temel argümanı dinin kültürler tarafından yaratıldığı ve din her ne kadar kültürü etkilese de esas etkilenenin din olduğudur. Türkiye Müslümanlığı İran Müslümanlığı ve Arap Müslümanlığı aynı kitabı okur ancak bambaşka sonuçlar üretir. Dinçaslan'a göre kültürler kendi dinlerini ve din anlayışlarını yaratırlar. Bu fikre katılmamak mümkün değil. Sapiens gruplarının dar alanlarda sadece kendilerine yarayacak bir din algısı yaratması nesnenin doğası gereğidir. Buradan hareketle de milletin ümmet üzerindeki hegemonik pozisyonunu berkitiliyor. Türklerin Müslüman oldukları için kimliklerini korudukları yönündeki İslami argümana da Türkçeyi unutmuş sadece Arapça ve Farsça konuşan Türk kökenli toplulukları örnek vererek onlarca yıl önce kapanması gereken tartışmayı nihayet kapatıyor.

İslam'ın Türkleri etkilediğini, kendisiyle birlikte çözmeye çalıştığı Arap kültürüne ait sorunları da Türklüğün içine taşıdığını ifade ediyor Dinçaslan. Ancak bunun etkisinin kritik olmayacağını, her kültürün din ne kadar komplike olursa olsun o dinin kendine uygun bir versiyonunu yaratacağını iddia ediyor. Ilerlemiş ya da geride kalmış olmanın da dinle bir alakası yoktur bu mantığa göre. Dinçaslan buradan hareketle milliyetçiliğin gayesini de "kültürün dönüşmesi" olarak belirlemiş oluyor.

Dinçaslan sonrasında ise bir dil tartışmasına giriyor ve dilin zihni nasıl etkileyebileceğinden söz ediyor. Aynı zamanda da dilin millet mefhumu için olan önemine değiniyor. Bu bağlamda eklenecek bir şey görünmüyor.

Milletin evrimi ve gerekliliği başlığında ise biraz daha detaylandırılması gerektiğini düşündüğüm bir yaklaşım var. Dinçaslan şöyle diyor:

"Dünyada bir şekilde etnolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur - bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde etnik temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendisini var eder."

Bu cümle etnik kavramının sınırlarıyla ilgili bir tartışmayı beraberinde getiriyor bence. Evet kimlikten bağımsız bir insan düşünülemez ancak bu kimliklerin etnik olduğu konusunda bu kadar emin olmaktan çekinmek gerektiği kanaatindeyim. Roma’ya gidelim örneğin. Sezar, etnik temelli bir düzenden ziyade aile temelli bir düzendedir. Bir Romalı olmadan çok daha önce ve çok daha derinde bir Julius’tur. Aynı etkiyi günümüzde de görebiliriz. LGBT üyesi bir kişi tüm örgütlenmesini ve aidiyetini etnik bağlamdan çok daha önemli gördüğü cinsiyet temelli inşa eder. Aynı şeyi veganlar, AKP'liler ve dünya liberalleri için de söyleyebiliriz. Bu sebeple etnolojik kimliğin mutlak varoluşu ile onun etkisini birbirine karıştırmadan düşünmek gerekir. Zira aynı mantıkla " dünyada bir şekilde teolojik kimliği olmayan insan topluluğu yoktur- bu kimliğin hangi safhasında olursa olsunlar, bir şekilde din temelli aidiyetin belirleyici olduğu bir düzen insan topluluklarında kendini var eder" diyebiliriz ve islamcıların da temel argümanı zaten budur. O halde milliyetçilikte herhangi bir örgütlenme stilinin fazlası olan şey nedir ona odaklanmak gerekir.

Bir başka ifade sayfa 64'te şu şekilde verilmiş: "Millet olma halinin tanımı çağına göre değişebilir, işlevi de öyle; ancak en genel haliyle insan topluluklarının organizasyonel becerilerine çarpan etkisi yaptığı için varlığını sürdürmüştür." Buna kimse itiraz edemeyecektir diye tahmin ediyorum. Fakat günümüzdeki cemiyet tartışmaları bu işin neresinde kalıyor onu da baştan düşünmek gerekiyor. Eşcinseller, tarikatlar, fikir örgütleri vs. örgütlenmenin neden millet ayağı yerine cemiyet ayağını tercih etmişlerdir ve bunun anlamı milliyetçilik teorisi için ne olabilir? Bugün tarikat üyelerinin aidiyetlerine olan sadakatleri zannediyorum ki Türkçü camiayı solda sıfır bırakacak ciddiyettedir. Buradan sapiens örgütlenmesi üzerine farklı sonuçlar çıkarmak mümkün görünüyor.

Dinçaslan'ın esas iddiası ise sayfa 65'te görünüyor. "Yani millet, modernist-marksistlerin iddia ettiği gibi yeni, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi yahut İletişim Devrimini takip eden süreçte yaratılmış bir konsept olmadığı gibi, iptidai insanların ihtiyacından husule gelmiş ve misyonunu tamamladıktan sonra rafa kaldırılmış bir alet değildir."

Bu iddianın ilk kısmında aydınlanma sürecinin neticeleri üzerinden ikinci kısmına ise modern cemiyetler üzerinden bir yanıt verilebilir. Devrimler çağı öncesinden elbette bir millet duygusu vardı ancak onun farkına varılması ve toplum mühendisliği bağlamında sürekli kullanılan bir şey haline gelmesi arasında bir fark vardır. Aynı şey bilim için de geçerlidir, deney yapmak ilk olarak aydınlanmacıların aklına gelmemiştir ancak bilimin ne olduğu aydınlanmadan sonra artık belirli temellere oturmuştur. Nasıl ki bilim tarihi derken aslında son 400-500 yılı kastediyoruz aynı şekilde milliyetçilik derken de bu aralığı alabiliriz. Ben kişisel olarak buradan bakma yanlısı değilim ancak bu bakış açısını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum. İkinci kısmına gelirsek LGBT örneğinden devam edebiliriz. Insanların yeni ihtiyaçlara yeni örgütlenmelerle yanıt verdiği çağlarda gerçekten millet örgütlenmesinin bu kadar kalıcı olduğunu söylemek anlamlı mı? Bugünün Türkiye’sinde örgütlenmek özellikle millet dışındaki alternatiflerde gerçekleşmiyor mu? Böyle bir erozyon karşısında milliyetçinin pozisyonu ne olmalıdır? Bu sorulara kitabın ileri kısımlarında yanıtların verildiğini umuyor ve devam ediyorum.

Bir diğer iddialı çıkış sayfa 66'da. Dinçaslan şöyle diyor: "İnsan, söylediğimiz gibi, büyük işleri büyük kimlikler sayesinde başarmıştır ve bu büyük kimliklerin ölçeğinde en etkili en tutarlı ve sürdürebilir olanı millettir." Bu cümlenin doğruluğuna ben de katılıyorum ancak bunun iyi bir haber mi kötü bir haber mi olduğundan tam olarak emin değilim.

Vakit buldukça takip eden bölümleri irdelemeye devam edeceğim.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız

Uğur İsmail Aygün

Seküler Milliyetçilik Kitap Eleştiri Kritik TamgaKritik Bahadırhan Dinçaslan Türk Milliyetçiliği Teori Kitap eleştirisi Kitap İncelemesi Uğur İsmail Aygün