Eleştirinin ilk bölümü için tıklayınız.
Milliyetçilik: Faydacı Bir İdeoloji bölümü “Milliyetçilik şart mıdır?” sorusuyla açılıyor. Kendine karşı son derece dürüst bir soru. Devamında ise Dinçaslan yıllardır nedense dile getirilemeyen aksaklıklardan bir kerede kurtuluyor. "Bir milletin diğerlerinden üstün olduğu, diğerlerini yönetme hakkı olduğu, aleme nizam vermesi gerektiği gibi iddiaları çürütmeye değer dahi bulmuyoruz." Kendi sapkın fantezilerini milliyetçilik adı altında meşrulaştırmaya çalışan herkese karşı birinin bunu yapması gerekiyordu. Dinçaslan da ancak bu tavırlardan uzaklaşarak milliyetçiliği bilimsel ve rasyonel bir şekilde ele alabileceğimizi söylüyor.
Bir sonraki paragraf ise kitabın ana fikrini en kısa ve öz şekilde ortaya koyuyor: "Millet olma hali faydalıdır. milliyetçilik, millet olma halini temin ve muhafazayı amaçlar, bu faydanın peşindedir."
Bu bölümdeki ikinci ana açıklama ise çok daha iddialı ve mücadeleci bir pozisyonu ortaya koyuyor:
"Bir defa "yöntem"i ve faydaları tespit ettiğimiz reçeteyi ortaya koyduktan sonra, bu şartlara uymayan milliyetçiliklerin dışlanması, milliyet materyalini beyhude ve hatta muzır yere çarçur eden düşman akımlar olarak görülmesi de şarttır --tam bu yüzden kitabın adı yalnızca milliyetçilik değil, seküler milliyetçiliktir."
Bu iki argüman bence son derece önemli zira birincide milliyetçiliğin temel amacı millet kavramı altında yaratılan işbirliğinin faydaları için, millet olma koşulunun korunması gerekliliği tespit edilirken, ikincide milliyetçiliğin aydınlanmacı ve seküler mirasına sahip çıkılıyor ve alternatif milliyetçilik denemeleri ile araya bir sınır çekiliyor. Türkiye'de milliyetçi olduğunu iddia eden çoğu temelsiz/teorisiz örgütlenmeler ve tüm örgütlenmesi tarihi bir anlatının parçası olan, kültür mücadelesinin çoktan bırakmış yapılarla araya koyulmaya çalışan bu mesafe bence hem Dinçaslan'ın sıfırdan milliyetçilik düşüncesi ile paralel hem de milliyetçi fikre tekrardan yeşermesi için bir alan oluşturma yönünde çok önemli bir beyaz sayfa.
Metnin devamında Botswana örneği var. Dinçaslan burada Daron Acemoğlu'nun fikirlerini bir tenkide tabi tutuyor. Esas tartışma ise Bostwana'nın gelişmişliğinin sebebi üzerine. Acemoğlu ve Robinson yapılanma modellerinin ülkeyi zenginleştirdiği, Dinçaslan ise millet mayasının ülkeyi zenginleştirdiği kanaatinde.
Dinçaslan Botswana'yı teşkil eden kabilelerin bir milliyetçilik fikri çevresinde bir arada durdukları için zenginleştiklerini savunmaktadır. Dinçaslan'ın sorusu gayet basittir:
"Botswana milleti eğer millet olmamış olsa, küçük aşiret aidiyetlerinden daha önemli ve kolektif bir kimliği olmamış olsa, yahut bu aidiyetin zayıflığı yüzünden Marksist bir Pan-Afrikacı çizgi takip etse bugün komşularından çok daha müreffeh ve istikrarlı bir ülke kurabilecek miydi?"
Ben bu argümana katılmıyorum. Birincisi Botswana ile Afganistan'ın tamamen farklı tarihleri, kültürleri, dinleri, dilleri, komşuları, coğrafyası, emperyalizm öncesi örgütlenmeleri, emperyal dönem içindeki yerel meseleleri, ekonomik kaynakları, stratejik pozisyonu vs. gibi verileri karşılaştırmadan sadece millet olma hali üzerinden ölçülmesi bence ne bilimsel ne de güvenilir. Kimsenin daha örgütlü bir Sapiens grubunun daha az örgütlü bir Sapiens grubundan başarılı olacağını inkar etmez ancak örgütlü olmak sadece millet/milliyet bağlamında değerlendirilemez. Aynı milliyetten olanların örgütlenmesinin duruma bağlı çok zor olduğu gibi, farklı milliyetten olanların da kolaylıkla, başarıyla ve uzun süreler boyunca örgütlü kaldığı örnekler de vardır. Millet olmanın etkisini küçümsememekle birlikte sadece millet hali üzerinden ilgili konuyla ilgili çıkarım yapılamayacağını ve Acemoğlu-Robinson'un katmanlı incelemesini takip etmekle özellikle müreffeh toplum yaratma konusunda daha fazla fayda sağlayacağımız kanaatindeyim.
Faydalar ve faydacılık ise daha tarihsel bir husus ve Dinçaslan meseleye şu şekilde başlıyor: "Millet en verimli cemiyet birimidir, örgütlenmeyi, işbirliğini kolaylaştırır, etkili ve sürdürülebilir kılar. üstelik genetik dürtülerimiz ile uyumludur."
Kişisel yorumum tanımın belirli ön kabuller üzerinden inşa edildiğidir. Örneğin millet en verimli cemiyet birimidir derken hangi iş için sorusu akla gelir. Örneğin devletin savaşımı için evet epey verimlidir. Ancak bir fabrika işçilerini daha verimli hale getirmenin yolu millet değildir ve olamaz. Bir yerel sorunun çözüme kavuşturmak için de millet dışında bir yöntem bulmak zorundasınız. Üstelik bu nokta milliyetçiliğin geleceği için önemli bir tartışmayı da beraberinde getirir. Milletin büyük kısmının çıkarı diğer kısmının imha edilmesinde yatıyorsa bu durumda ne yapacağız? İkincisi aynı milliyete fakat farklı milletlere sahip olan örneğin Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ortak hedefler nasıl belirlenecektir? Her coğrafyanın milliyetçi örgütlenmesi kendi mefkuresinin kendi sınırları etrafında şekillendirir. Bu da özellikle birbirinden uzak coğrafyalara dağılmış Türkler için birbirinden tamamen bağımsız mefkureler ve milletler demektir. Milliyeti millet yapan yöneliş, coğrafi mekanla doğrudan ilişkilidir. Yanı sıra aynı milletin çıkarları birbiriyle her an çakışabilir. Bu sebeple sapiens örgütlenmesinin en verimli halini her bağlam için sadece millet olarak tanımlamak bana hatalı geliyor.
Faydacılık tartışmasında ise Dinçaslan alışık olmadığımız bir yol izliyor ve dünya tarihindeki faydacılık tartışmasına bir yorum yapmıyor. Kalabalığın çıkarı için azınlığa mağduriyet yaratılması yahut millet fikrine en baştan katılmamış olanların faydası ile tartışmaya girmiyor. Milliyetçiliğin faydası olarak Atatürk'ün devrimlerini gösteriyor. Atatürk eğer milliyetçi olmasaydı millet fikri uyanamayabilirdi diyor ve bu konuda da haklı. Daha ilginç olanı ise Dinçaslan Türk kültürü marazlıdır diyor ve bir kültür eleştirisine girişiyor.
Dinçaslan Türk kültüründeki marazlardan bahsettikten sonra bu marazların ülkenin coğrafyasıyla açıklıyor: "Sürekli olarak işgal ve fetih muhatabı olan Anadolu yerlileri, asırlar hatta binyıllar içinde bu tür itaatkar ancak sıvışık, kurnaz bir yöntem geliştirmişler ve bu sayede varlıklarının sürdürmüşlerdi -- aynı hareket tarzını bugünün Türklerinde de görüyoruz." Yani Türkler Anadolu’nun ruhunu benimsemiştir. Dinçaslan bu tespitin milliyetçilik ile çelişmediğini zira milliyetçilik tanımının milleti olduğu gibi kabul etmek değil, onun sürekli daha iyiye gitmesi için çabalamayı içerdiğini belirtiyor. Yani durum budur ve bu durumda rahatsızsak eğer bunu değiştirmek, iyileştirmek için milliyetçi olmalıyız. Buna temel fikir olarak katılabilirim.
Birey mi toplum mu? Çözüm milliyetçilik başlığı tekip ediyor. Zannediyorum ki en sert tartışmanın yaşanacağı alan burası olacak. Dinçaslan kesinlikle en kritik noktadan başlıyor: biyolojik evrimimiz izle sosyal evrimimiz çakışmaktadır. Bu insanlığın özellikle son zamanlarda gittikçe daha fazla artan bir şekilde üzerine konuştuğu bir sorun. Ancak yeni bir sorun değil. Dinçaslan duruma örnek olan bir Roma kıssası anlatıyor. Bir generalin oğlu disiplini aslında faydalı bir şekilde bozuyor ancak yine de disiplini bozduğu için babası tarafından öldürülüyor. Dinçaslan bu hukuka saygının Roma'yı Roma yaptığını iddia ediyor. Yine haklı olduğu bir temel var ancak tüm roma genişlemesini ve gücünü sadece Roma'nın bireysel hakları toplumsal çıkar için hiç tanımamasına bağlarsak bence aceleci bir tespit yapmış oluruz.
Dinçaslan çok tartışmalı bir konuya da girmeden bölümü bitirmiyor. Evrimsel olarak hemen her türün, türün devamı için kendinden fedakarlık ettiği rahatlıkla görünebilir. Karıncalar, arılar gibi tüm grubun tek bir organizma sayıldığı canlılardan pek çok memeli türüne bu fedakarlık meselesini görmek mümkün. Dinçaslan millet olma halinde bu tip fedakarlıkları yapacak olanların ortaya çıkacağını ya da milletin kendisi tarafından birisine devredebilebileceğini iddia ediyor. Yani bir savaş durumunda kimin savaşacağını ve kimin evinde oturacağına yine millet karar verebilir. Bu bakış açısı milliyetçi bir gelenekten gelen biri için kabul edilebilir ancak işe liberal taraftan baktığımızda çok ciddi sorular sormak gerektiği açıktır.
Liberalizm içinde özgürlük tartışması iki eksene yayılmış şekilde sürer. Birinci eksen antik özgürlük denen yasa yapma sürecine katılım olarak özgürlüktür. İkinci eksen ise modern özgürlük denen tamamen idari sistemden ve bireyin idari sistemdeki yerinden münezzeh bireyin topluma, devlete yahut herhangi bir örgüte karşı korunması olarak özgürlük. Birincide yasalara katılım özgür olmanın şartıyken ikincide engellenmemek özgürlüğün şartıdır. Birincisini antik Yunan ve Fransız İhtilali döneminde görmek mümkünken ikincisi için İngiliz sistemine bakmak daha sağlıklı olacaktır.
Burada sorun şuradadır, millet denen fikri, bedeni ve olanakları yönetenler bu milletin çıkarı için bireye neleri dayatabilirler? Terör döneminde olduğu gibi "doğru" özgürlük uğruna "yanlış" özgürlük savunanları katledebilirler mi? Milletin çıkarına olduğuna emin oldukları için savaş çıkarabilirler mi? Milletin yararına millet içindeki ikincil bir etnik azınlığın üzerinde negatif uygulamalar başlatabilirler mi? Millet uğruna mallara mülklere el koyabilirler mi? Millet uğruna piyasaya müdahale edebilir mi? Bu işin sınırı neresidir ve bu sınırları kim belirleyecek? Milletin motivasyonu için her sabah andımız okunmalı mı? Milletin kutsallarına küfretmek yaptırıma tabii olmalı mı? vs. vs. Bu tartışmayı çözmeden teorinin bu kısmını yarım olarak değerlendireceğim. Zira sorun doğru tespit edilmiş ancak detaylı bir çözüm önerilmemiş sadece millet için fedakarlığın doğallığı vurgulanarak millet için fedakarlık edecek olanlara söz hakkın tanınmadan devam edilmiştir.
İkinci bölüm burada bitiyor. Takiben sekülerlik başlıklı üçüncü bölüm ile devam edeceğim ve bu soruların yanıtını o bölümde bulmaya çalışacağım.
Yazı dizisinin sonraki bölümü için tıklayınız.
Uğur İsmail Aygün