Libya şehidi haberi nedeniyle adeta gazeteciliğin mahkeme salonlarına çıkarıldığı davada 3'ü tutuklu 8 gazeteci bir kez daha hakim karşısına çıktı.
Savcılık iddianamedeki suçları tekrar ederek 19 yıla kadar hapsi istenen sanıkların cezalandırılmalarını talep etti. Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel'in tutukluluk hallerinin devam etmesini ve yurt dışında bulunan gazeteci Erk Acarer'in ise dosyasının ayrılmasını istedi.
Duruşmada savcılık mütalaası okunmadan gazetecilerin savunmasına geçildi.
Haklarında 19 yıla kadar ceza istenen mütaalaya karşı ilk savunmayı 6 aydır tutuklu olan Gazeteci Hülya Kılınç yapıyor. Kılınç, savunmasında şunları söyledi:
“Mahkemeniz huzurunda vermiş olduğum savunmayı tekrar ediyorum. Haberi hangi bakış açısıyla okursanız sadece cenaze haberi olduğunu görürsünüz. Haberde yayınlanan fotoğraflarda MİT mensuplarının olduğunu bilmiyordum. Bilmem de mümkün değildir. Eğer MİT mensubu olduğunu bilmeyenler hakkında suç isnadı yapılmıyorsa benim için de yapılmamalıdır, diye düşünüyorum. Şehidin cenazesinde çekilen fotoğraflar gizli çekilmemiştir. Akhisar Belediyesi'nden yemin edilmiştir. Fotoğrafta sadece cenazeyi taşıyan köylüler görünmektedir. Eğer cenazenin köylülerin taşıdığını gösteren bu fotoğraflarda MİT mensubunu deşifre etmek isteseydim, haberde 'Şehidin mesai arkadaşları da cenazeye katıldı' ibaresi yer alırdı. Ben yalnızca gazetecilik yapmak kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla haberi hazırladım. Mahkemenizden tutukluğumun kaldırımasını ve beraatımı talep ediyorum.”
Barış Pehlivan "Ben Alışmayacağım Bu Çürümüşlüğe... Biliyorum ki Asıl Alışırsam Ölürüm"
6 aydır Silivri Cezaevi’nde bulunan gazeteci Barış Pehlivan ise şu ifadeleri kullandı:
“Dün akşam televizyonda Hababam Sınıfı vardı.
Ne acı…
Hababam’ın ünlü yazarı Rıfat Ilgaz, Sınıf kitabının mimli yazarı olarak yan koğuşumdaydı.
Sabah oldu…
Koğuştan çıkınca bir ses duydum. 'Benim bu memlekete ihanet etmeme imkân yoktur' diyordu. Sabahattin Ali belli ki savunmasına hazırlanıyordu.
Uzaktan Nâzım Hikmet’i ve Orhan Kemal’i gördüm. Cezaevinin dokuma atölyesine gidiyorlardı.
Kadınlar koğuşunun yanından geçtim. Sevgi Soysal sabah sayımı sonrası avluda şarkı söylüyordu.
Cezaevi aracına bindim. Bir yayıncı içinde dövülüyordu. Adı İlhan Erdost’tu.
Adalet Sarayı’na giden yolda insanlar öldürülüyordu.
Gördüm, arabasının içinde kurşunlandı Abdi İpekçi.
Meşale elden eleydi ya…
O cinayeti işleyenlerin peşini bırakmayan bir 'Sakıncalı Piyade' vardı. 'Atatürkçüyüm, öyleyse vurun' derdi. Uğur Mumcu’ydu.
Şehrin içinden geçti cezaevi aracı. Küçücük penceresinden izledim; bu ülkeye sevdalı bir gazeteci yerde yatıyordu. Hrant Dink’ti adı.
Girdik sonunda adliyenin eksi 7’nci katına… Aşağısı spor salonu gibiydi. Oracıkta boynunda fotoğraf makinesiyle bir genç adam vardı, Metin Göktepe idi o.
Yukarı çıkmaya başladık. Davalar görülüyordu salonlarda. Savcıların kendilerinden emin seslerini duydum. Ne var ki, onların bugün söylediklerini, ben yıllar önce Necip Hablemitoğlu’ndan okumuştum.
Sonra koridorda, askerlerin arasında İlhan Selçuk’la karşılaştım. İşkenceyi akrostişle yazmıştı ifadesinde.
Ve şimdi…
Siz de duyuyorsunuzdur; yandaki duruşma salonunda Aziz Nesin darbecilere karşı Aydınlar Dilekçesi’ni savunuyor.
Sayın Heyet…
Hayal mi bu anlattıklarım?
Adını andığım tüm isimlerin bugün mezarda olması, anlattıkları gerçeğin de gömülü olduğu anlamına mı gelir?
Kuşkusuz hayır!
Bir gün hepimiz olmayacağız ama onların uğrunda bedel ödedikleri harfler yaşayacak.
O halde…
Onları görerek geldiğim bu davada, hiç sevilmiyor diye de gerçeği aramaktan vaz mı geçeyim?
Farkındayım, benden bunu isteyenler var.
Ama, hayır!
Altında ezilmektense, gerçekleri sırtlamaya devam edeceğim.
Bu yüzden başlıyorum…
Somut gerçeği 5 maddede özetlemeliyim:
1- Şehit cenazesi haberi yayınlayarak suç işlediğim söyleniyor.
Biz…
Libya’ya TSK ve MİT mensuplarının gittiğini, Libya’da şehitlerimiz olduğunu, şehitlerimiz arasında MİT mensuplarının da olduğunu, şehit olmalarının nasıl gerçekleştiğini, şehitlerin açık kimliklerini/ fotoğraflarını/ memleketlerini/ mezarlarının nerede olduğunu, hangi görevlerde ne kadar süre çalıştıklarını ve ailelerinin kimlik bilgilerini…
Sırasıyla…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Muhtar Cemali Merter, onlarca sosyal medya hesabı, Milletvekili Ümit Özdağ ve onlarca haber sitesi ile gazeteden öğrendik.
Özetle; şehit MİT mensubuna dair fotoğraflar ve bilgiler, Odatv’den çok önce açıklandı, yayınlandı ve yayıldı. Yani bizim yayınladığımız haberde şehit MİT mensubuna dair bize özel hiçbir yeni olgu yok.
2- Bu gerçeğe rağmen biz hem şehidin ailesini hem de MİT Kanunu’nu düşünerek ekstra bir hassasiyet gösterdik. Ve daha önce ifşa olmasına rağmen, şehidin soyismini, ailesinin isimleri ile soyisimlerini, cenazenin kaldırıldığı köyün adını yayınlamadık.
3- İddia makamı da bu yadsınamaz gerçeğin farkında olarak, bizi asıl şehit cenazesinden bir kareyle suçladı. Gizli çekilmediği ortaya çıkan, şehidin tabutunun taşınma karesinde MİT mensuplarının da olduğunu iddia ettiler. Ve biz, ilgili bir adet fotoğrafta MİT mensubu olduğu iddiasını ilk kez iddianameden öğrendik.
Yani ifşayı savcılar yaptı. Ki Odatv’nin haberinde; o fotoğrafta kaymakam, siyasi parti temsilcileri ve vatandaşların olduğu yazıyordu. Sözün özü, yazmadığımız hatta ima dahi etmediğimiz bir şeyle suçlanıyoruz
4- Kaldı ki… Savcılar kaleme aldıkları iddianamede, MİT mensubu olduğunu bilmeden yapılan paylaşımları akladı. İddia makamının kendi oluşturduğu bu suçsuzluk karinesini ve kıstasını kullanıp net olarak söyleyebiliriz ki; Odatv’nin yayınladığı tabut taşıma karesinde de bir suç olmadığı tartışmasız bir gerçektir.
5- Nihayetinde basit denklem şu:
Hülya Kılınç ya da şehidimiz Manisalı olmasaydı bu haber yapılmayacaktı. Diğer MİT mensubunun cenaze haberinin Odatv’de olmaması da bunun kanıtı. Bu ayrıca, savcıların iddia ettiğinin aksine bizim MİT mensubu ifşa etmek gibi bir planımız ve kastımız olmadığının da delilidir. Sadece gazetecilik saikıyla hareket ettik.
Sayın Başkan, Değerli Üyeler,
Tüm bunları, yani işlenen bir suçun olmadığını, şüphe bırakmayacak bir şekilde ilk duruşmada ayrıntılarıyla anlattım.
Ancak…
“Kuvvetli suçsuzluk şüphesi” varken aksi yönde karar verdiniz ve tutukluluğuma devam ettirdiniz.
Hem de nasıl…
İlk duruşmadan önceki tutukluluk incelemesini 4 Haziran’da yapmıştınız. Duruşma da 24 Haziran’da gerçekleşti. Arada 20 gün vardı.
4 Haziran’daki tutukluluğa devam kararında olmayıp, 24 Haziran’daki kararda olan bir gerekçe de mevcuttu: Kaçma ve saklanma girişiminde bulunma ihtimalim!
Şimdi…
Aradaki o 20 gün içinde bir şey olmalıydı…
Ben o sırada, yani 20 gün içinde Silivri Cezaevi’ndeydim. Acaba benim cezaevinden firar girişiminde bulunduğuma dair bir iddia mı ortaya atıldı?
Acaba avludaki kameradan, kaçacağıma dair bir hareket mi görüldü?
Öyle ya…
Yoksa 4 Haziran’da kaçmayacağımı ve saklanmayacağımı düşünüp, neden 24 Haziran’da kişiliğime çok ters bir suçlamayla beni karşı karşıya bırakasınız?
Bir ben olmalı benim de bilmediğim…
Sayın Heyet…
Tutuklanmaya bu adliyeye cezaevi çantamla, kendi ayağımla geldim. Ne kaçması ne saklanması!
Tutukluluğa devam gerekçelerinden biri de tanık beyanı. Adını koyalım; Cemali Merter’in beyanı.
Yani…
Şehidin naaşının ne zaman ve nereden kalkacağını hem şehidin hem de babasının açık adıyla, yetmeyip şehidin fotoğrafıyla ilk kez internette ifşa eden, bunu yaparken herkesi de cenazeye davet eden köy muhtarının beyanı…
Yani…
İddianamenin bize isnat ettiği ve “suç” olduğunu vurguladığı tüm eylemleri ilk gerçekleştiren ama “tanık” olan kişinin beyanı…
Biliyorsunuz; ilk duruşma için buraya bağlandı, dinlendi.
O gün bu salonda olan iddia makamının gözünün önünde, şehidin adını ve soyadını, babasının adını ve soyadını, yaşadıkları köyün adını açık açık bir kez daha tekrarladı.
Bakın lütfen SEGBİS çözümlerinin 64. sayfasına, göreceksiniz.
Yani tanık bize “suç” olarak isnat edileni burada yeniden yaptı, gitti.
Ve iddia makamı “siz ne yapıyorsunuz” bile diyemedi.
Ve ben o dinlendikten sonra, yani MİT mensubunun kimliği, babasının kimliği, ailenin şu an nerede yaşadığı, ben saklarken burada gözümün içine bakarak bir kez daha deşifre edildikten sonra, “tanık beyanı” gerekçesiyle tekrar tecrite gönderildim.
Şimdi soruyorum; nedir bu “tanık beyanı?”
Eğer suçsa dedikleri, ki iddia makamı öyle diyor, tanığın suçunun diyeti bana mı ödetiliyor?
Ben onun yerine mi hapis yatıyorum?
Eğer öyle değilse, yani bu dedikleri suç değilse, ben kesinlikle başka bir şeyden dolayı tutukluyum.
Bunu tanık da biliyor, o müthiş bir özgüvenle konuşuyor, ama bana söylenmiyor.
Sayın heyet…
İlk duruşmada, MİT Kanunu yürürlükteyken son birkaç senede televizyon kanallarında, gazetelerde, internet sitelerinde yapılan bazı haberlerden örnekler göstermiştim.
Ve demiştim ki; onlara bir soruşturma dahi açmayan Türk yargısı, haberinde MİT Kanunu’na uymak için fevkalade hassasiyet gösteren Odatv’ye neden operasyon yaptı?
Dedim de ne oldu?
“Delilleri yok etme ihtimalim” olduğu gerekçesiyle tekrar Silivri’ye gönderildim.
Şimdi… Sanıyordum ki:
Odatv’de yayınlanan ve şu an yayında olmayan ama dava klasörlerinde yer alan bir haber yüzünden tutukluyum!
Yanılmışım!
Öyle olsaydı, “yok edilecek delil var” denir miydi?
Denildi.
Sonra…
Bunu düşünürken hapiste…
Her televizyon kanalında saatlerce canlı yayını yapılan, üzerine özel programlar gerçekleştirilen, gazetelerin manşetlerine taşınan bir açılışa denk geldim.
1,5 ay önceydi.
MİT’in İstanbul’daki yeni hizmet binası törenle açıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kez de, MİT’in Libya’da sağladığı istihbari ve operasyonel desteğin oyun değiştirici role sahip olduğunu söyledi. Ve tüm medyaya onlarca fotoğraf ile görüntü geçildi.
Şimdi…
Gizli yapılmayan, herkesin davet edildiği ve herkesin özgürce katıldığı cenazeden bir karede MİT mensubu olduğu iddia edilen insanların da göründüğünden yola çıkarak “suçtan” bahsediyorsak…
MİT’in yeni binasının açılışından yayınlanan karelerde kaç MİT mensubu vardır acaba?
Eğer ben yargılanabiliyorsam bu iddiayla, tüm bu TV kanallarının, tüm bu gazetelerin, tüm bu haber sitelerinin yöneticilerinin de yargılanması gerekmiyor mu?
Eğer yayınlanan bir fotoğrafta MİT mensubu olma ihtimali suç değilse, ben kesinlikle başka bir şeyden dolayı tutukluyum.
Hani bazen düşünüyorum da…
Ben bu ülkenin “sallandıracaksın birkaç tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı” sözündeki sallandırılanlardan mıyım?
Ama “ibret” almayıp yaptıklarına ve başlarına bir şey gelmediğine göre, ben başka bir şeyden dolayı sallandırılıyorum.
Evet, haklısınız.
Ve bana söylenmeyen o gizemli “suçun” delilini yok edeceğim iddia ediliyor!
Çok mu safım acaba? Bu gerçeği arayışım beyhude bir çaba mı?
Öyle ya…
Anayasa profesörünün uyuşturucu baronunu serbest bıraktırmakla suçlandığı ve tutuksuz yargılandığı…
Rüşvet alırken suçüstü yakalanan yargıcın tutuksuz yargılandığı…
Suç örgütünün isteğiyle soruşturma dosyası kapatan savcıların tutuksuz yargılandığı…
Beni 19 ay suçsuz yere tutuklu tutan, sonra kendisi 6 ay firar eden kumpas hakiminin tutuksuz yargılandığı…
Yargı sisteminden adalet beklememeli miyim?
Hayır!
Ben alışmayacağım bu çürümüşlüğe.
Biliyorum ki; asıl alışırsam ölürüm.
Adaletsizlik hüküm sürse de her bir karış toprakta, adaleti aramaktan vazgeçmeyeceğim.
İnadına soracağım, inadına itiraz edeceğim.
Bu hem bir insan olarak kendime sözüm, hem de bir gazeteci olarak topluma karşı sorumluluğum.
Bilmez miyim; koltuk sahipleri gerçek gazetecileri sevmez. Hep alkış, hep övgü, hep dalkavukluk isterler. Buna karşı durup kalemin namusuna sahip çıkanlara ise bedel ödetirler.
Hiç önemi yok!
Önemli olan toplumun ve tarihin gözünde yazdıklarımızın değeri ile etkisidir.
Gerçek gazeteciler her ne kadar uzak durulması gereken “hain” gibi gösterilmek istense de aslında çok yakındaki dosttur.
Yani, acı söylüyorsak, toplumun iyiliği içindir.
Diyeceklerim benim için bir görev, toplum içinse bir seçimdir…
Bir düşünün lütfen…
Bu binanın Avrupa’nın en büyük adliyesi olduğunu herkes yazar. Ama bu adliye içinde hangi adaletsizlikler yaşandığını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Bu duruşma salonundaki ışıkların elektrik sayesinde yandığını herkes yazar. Ama son 2 yılda elektriğe yüzde 72 zam yapıldığını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Şu an hepimizin önünde onlarca sayfa kağıt var. Bu kağıtların hammaddesinin ağaç olduğunu herkes yazar. Ama Türkiye’nin kağıt ihtiyacını karşılamak için yurtdışına her yıl milyarlarca dolar para akıttığımızı ve perde arkasını sadece gerçek gazeteciler yazar.
Burada sayın heyetinizin, sayın savcının ve sayın avukatların üzerinde cübbe var.
Bağımsızlığınızın sembolü…
O cübbelerin malzemesinin pamuk olduğunu herkes yazar.
Ama Türkiye’de kullandığımız pamuğun neredeyse yarısını yurtdışından ithal ettiğimizi, yani gün geçtikçe dışa bağımlı hale geldiğimizi sadece gerçek gazeteciler yazar.
Ben yazacaklarım konusunda seçimimi yaptım.
Ya siz Sayın Heyet?
Sayın Başkan, Değerli Üyeler,
Sona geliyorum…
Ve tüm anlattıklarımın özetini söylüyorum:
Tutukluluğuma devam gerekçeleri de itiraf ediyor ki; bu davanın esası MİT şehidinin cenazesi değil.
Maalesef ki, cenaze toprağı asıl gerçeğin üzerine atılmak istendi. “Sır” cenazede değil, taziye evinde sahte gözyaşı dökenlerdeydi.
Ama işte tarihin de bir ahlakı var, kaldıramıyor böyle büyük yalanları, aklayacak beni.
Evet, bu salondaki herkes biliyor ki;
Burada, bu davada bir haber değil, tüm haberciliğim cezalandırılmak istendi.
İnsan bilmediğinden korkar.
Ben bunu, yani niye sanık sandalyesinde olduğumu bildiğimden dolayı korkmuyorum.
Sizden de talebim; vereceğiniz kararda korkunun değil, gerçek neyse onun sesi olmanızdır."
Murat Ağırel "Ben Bunun Siyasi Bir Dava Olduğunu Düşünüyorum"
Gazeteci Murat Ağırel ise şunları dile getirdi:
"İnsanları adalet cezalandırıyor” inancının, “insanlar insanları cezalandırıyor” inancına dönüştüğü, ismi yüz yıl önce hürriyet isteyen ve sonucunda kapıları “mim” harfi ile işaretlenen zabitler gibi, yani “mimlenen” bir gazeteci olarak; yaşadığım adaletsizliği, hukuksuzluğu adalet ve hukuk ile savunmak için yeniden huzurunuzda bulunuyorum.
Elime aldım iddianameyi pardon mütalaayı arkasından istenen cezayı görünce yine boşa umutlandığımı anladım.
Bütün hakkımdaki suçlamanın sadece bir kelimeye indirgendiği bir yerde tekrardan mütalaanın içinde böyle bir şeyin yer almasını anlamıyorum.
Sputnik'te kitabım hakkında yaptığım 15 dakikalık görüşme iddianamede yer aldı.
Savcılık mütalaasında da aynısı yer alıyor. Ben bunları yaşadım. Ergenekon davasında da yaşadım.
Biz bunları adaletle aşacağız. Siyasi gücün mahkeme salonlarına girmesini engelleyerek yapacağız bunu.
İnsanlık tarihi boyunca üzerinde durulan en önemli konulardan biri adalettir.
Elindeki kılıçla adaleti sağlayan o güzel kadın Yustitsia’nın (Justitia) gözleri boşuna kapalı değildir. Çünkü o, tarafsızlığına en hafif şekilde gölge düşürecek herhangi bir davranıştan ve tavırdan uzak durur.
Sümerlerden sonraki dönemde kil tabletler üzerine işlenen ve sonra insanlığın ilk kanunları sayılan Hammurabi kanunlarının ilk beş maddesi “adalet” ile ilgilidir.
Sokrates ; “adaletten yoksun bir devlet kendi adaletsizliği tarafından yıkılır” der.
Platon; “adil bir mahkeme, devlet binasının en sağlam direğidir” der.
Ömer Hayyam; “adalet, kâinatın ruhudur” der.
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed; “bir ülke küfürle ayakta kalabilir fakat adaletsizlikle, zulümle ayakta duramaz. Adalet ülkenin temelidir. Bir saat adalete hüküm vermek altmış yıl ibadetten daha değerlidir” der.
1215’te yazılmış olan Magna Carta, hak ve özgürlüklerin yanı sıra “adalet” kavramına özellikle vurgu yapar. Bütün sonraki modern yasalar bu ilkeyi gözeterek kaleme alınmışlardır.
Kant’a göre “adalet”, “insanın kendine başkalarından beklediği tavrı, ortaya koymasıdır.”
Aydınlanma çağından bu yana adalet, şahsi bir erdem olmanın ötesinde, toplumsal barışın temelini oluşturan bir ilke haline gelmiştir. Bir toplumda adalet duygusu, eğer yurttaşları kanunlar karşısında eşitse, hak ve özgürlüklerden aynı oranda yararlanabiliyorlarsa ve özellikle de bireylerin adil davranma özgürlüğü kısıtlanmamışsa tam anlamıyla gelişmiştir. Bu yüzden BM gibi uluslararası kurumlar, devletler ve hükümetler açıklamalarının en başına adalet kavramını yerleştirirler. Çünkü onlar toplumların ve herhangi bir insani birliğin ancak adalet duygusu temelinde inşa edilebileceğini bilmektedirler. Adalet duygusu zedelenmiş hiçbir devlet, hükümet ve toplumsal yapı ayakta kalamamıştır. Tarihsel kayıtlar, zalimlikleri ayyuka çıkmış iktidarların, adalet duygusunun zedelenmesi sonucunda yıkılıp gitmesiyle doludur.
İbn Haldun Mukaddime’de adaleti, şahsi bir erdem olmaktan çıkarmış, iktidarların mutlaka gözetmesi gereken en yüksek prensip haline getirmiştir. Çünkü herhangi birinin adaletsizliği kolaylıkla düzeltilebilir fakat iktidarların ve onların yönetimi altında hareket eden mahkemelerin adaletsizliği kolay kolay düzeltilemez. “Adaletsizlik, sanıldığı gibi sadece karşılığı ödenmeden veya herhangi bir gerekçe sunmadan bir kimsenin mal ve hakkını gasp etmek değildir. Adaletsizlik bundan çok daha kapsamlıdır… Bilinmeli ki yasa koyucunun bilgeliğinin amacı, adaletsizliklerin önüne geçmek ve böylece uygarlığı tahrip edecek olan eylemleri önlemektir. Çünkü eğer bu önlenemezse sonuçta bu süreç insan türünün yok olmasına kadar da gidebilir… Neticede adaletsizliğe herkes değil sadece egemen olanlar, yani iktidarı ellerinde tutanlar başvurabilmektedirler.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, adaleti bağımsızlık ile eşdeğer görmüştür.
Mahkeme kavramı, Arapçadan gelir, akla başvurmak suretiyle muhakeme edilen, hüküm verilen yer demektir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak aklıyla öne çıkar. Akıllı olmak, mevcut doneleri kafamızdaki şemalara göre değil olduğu gibi değerlendirmektir. Adalet ise, adil olmaktan, yani dengeli ve ölçülü olmaktan gelir. Adaleti uygulamak demek doğruluğu hâkim kılmaktır.
Bugün Türk Ulusunun yüzde 68’i yasaların herkese eşit, tarafsız ve adil uygulandığına inanmıyor. Yani yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu Anayasamızdaki “herkes” tanımlamasının kendisini kapsamadığını düşünüyor. Yargıya güvenmiyor, yargının eşit ve bağımsız olmadığını düşünüyor. Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde bu yıl 180 ülke arasında 154'üncü sırada yer aldı. Ülke olarak basın ve ifade özgürlüğünde geldiğimiz nokta budur. Sebebi bir tweetten yahut yaptığı bir haberden dolayı 6 aydır haksız yere tutulan gazetecilerdir.
Adalete, hukuka duyulan güvenin sarsılmasının ve azalmasının tek sorumlusu adaleti temsil eden kurum ve kişilerdir. Hukuk ve adaleti iktidarın emrine verenler, onları güçlü olanın hizmet aracı olarak görenler; siyaseti, adaletsizliği ve korkuyu mahkeme salonlarına sokanlar, hukuka ve adalete olan güveni ortadan kaldırmışlardır.
Siyasal iktidarın kin ve öfke seli, mahkeme salonlarında sağduyuyu yok etmiş, vicdanları yaralamıştır.
Böylece adalet duygusu kaybolmuş, yerini güdümlü hukuk, peşin yargı ve siyasal kine bırakmıştır.
Siyasi kinle hareket eden, adalet duygusunu yitiren yargı mensuplarının ülkemize neler yaşattıklarını ve onların neler yaşadıklarını hatırlayalım! İnsanın en önemli özelliğinin akla başvurmak olduğunu söylemiştik, fakat aynı zamanda insanın en akıl almaz özelliklerinden biri de yaşananlardan ders çıkarmaması ve unutmasıdır. Bazı insanlar tarihten ders çıkarmazlar; çekilen ıstırapları yüreklerinde hissetmedikleri için de geçmişin hatalarını tekrar edip dururlar. Tarih hem acımasızdır, hem de eninde sonunda adaletin yerini bulmasını sağlar. Ben, adaletin eninde sonunda yerini bulacağından eminim, fakat suçsuz yere beni mahkûm ettirmek isteyenler de hak ettikleri cezayı bulacaklardır.
Pascal’ın da dediği gibi; “Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kıldığımız” dönemleri yaşıyoruz yeniden. Ders almıyoruz, çünkü FETÖ kumpas davalarında araçsallaştırılan adaletin nasıl aciz kaldığını, buna karşın adaleti olmayan iktidarın da nasıl zalim olabileceğini gördük. Adaleti olmayan erkin nasıl güdümlü bir yapıya dönüştüğünü ve tüm yargı organlarının nasıl töhmet altında kaldığını gördük. 15 Temmuz hain darbe girişimi öncesi ve sonrası yapılan FETÖ/PDY operasyonları neticesinde 3908 hâkim ve savcı meslekten atıldı. Bu rakam dahi şu ana kadar anlatmaya çalıştığım durumun özetidir. Artık bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz anda daha kötü bir durum ve olayla karşılaşıyoruz.
Akıllanmıyoruz, düşünmüyoruz, ders çıkarmıyoruz. Adil olanın güçlü, güçlü olanın da adil olmadığı sürece biz tekrar tekrar bu durumları yaşayacağız. Dün yargıda örgütlenen FETÖ’den bahsediyorduk. Bugün adaletten, yargının bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden bahsetmemiz gerekirken, oturmuş FETÖ’nün boşalttığı yere METÖ mü geldi, PETÖ mü geldi diye tahminler yürütüyoruz. Yarın daha başka bir yapıdan bahsedeceğiz. Yargı bağımsız, adil ve cesur olmadıkça yargıyı ele geçirmek isteyen siyasi güçlerin desteklediği yapılar ve bu yapıların emir eri olmuş savcı ve hâkimlerden bahsetmeye devam edeceğiz.
Amacım mahkemenizi töhmet altında bırakmak değildir. Aksine uyarmaktır. Çünkü FETÖ kumpas davaları döneminde ne yaşadıysak bu dava sürecinde de noktası ve virgülü ile aynısını yaşadık ve yaşıyoruz. Kumpas davaları düzmece belge, sahte delil, gizli tanık, yalan ve iftiraya dayalı zorlama yorum ve varsayımlarla üretilmiş suçlamalardan oluşuyordu. Bugün yargılandığımız bu dava da aynı özellikleri taşıyor.
O günkü davalarda da masumiyet karinesi yok sayılıyordu. Bugün de yok sayılıyor. O gün de tutuklamalardan önce gazetelerde hedef gösterilip linç ediliyorduk bugün de. O gün iddianameler teknelerde, kapalı kapılar ardında hazırlanıyordu ki bu ortaya çıktı. Bugün de yalılarda hazırlandığı konusunda bir algı var. O gün gazeteler iddianame yazıyor, TV kanallarında yargılama yapıyor, köşe yazarları hüküm veriyordu bugün de böyle bir algı var. O gün de mahkemelerde savcılar, yargıçlar bizi dinlemiyor, dilekçelerimizi okumuyordu bugün de bizleri dinlemiyor ve dilekçelerimiz okunmuyor. O gün de kararlar kes kopyala yapıştır şeklinde veriliyordu bugün de böyle bir algı var. Yani biz aynı Kumpas davaları sürecini yaşıyoruz.
Sayın Başkan,
Roma devrinden beri hukuk, iddiası olanı ispatla mükellef saymıştır. Hatta iddiasını ispatlayamayan; iftiracı ve haksız davacı alçak bir adam olarak kayda geçer ve alnına iftira anlamını taşıyan “Kalumnia” kelimesinin ilk harfi basılırdı.
Modern hukuk siteminde ise herhangi birine suç isnat edildiğinde, suçu kanıtlamak yargının görevidir. Yargı, elindeki yasal olanaklarla, suçladığı kişiyle ilgili bütün kanıtları ortaya koymalıdır. Ceza yargılamasında suçu kanıtlama sorumluluğu doğrudan doğruya yargıya aittir. Yurttaşa “ sen suçsuz olduğunu kanıtla” diyemezsiniz. Denirse, bu, temel hukuk kurallarına aykırı olduğu gibi altına imza koyduğumuz uluslararası antlaşmalara da ters düşer. Yani müddei, iddiasını ispatlamakla yükümlüdür. Bu davada da hakkımdaki suçlamaların ispat yükümlülüğü iddia makamındadır.
Savcılık makamının mahkemenize sunduğu iddianame de bu yükümlülüğün belgesidir. Ben iddianameyi alıp defalarca okudum ve her seferinde iddianameyi bir kıssa ile özdeşleştirdim.
Bir gün cahil hocanın biri kalabalığa, Hz Yusuf’u “O hangi evliyaydı ki bacıları onu bir göle attı da anası gelip kurtardı” diye sormuş. Bilge bir adam da “Hangi yanlışını düzelteyim birader? Bir kere evliya değil peygamber, bacıları değil erkek kardeşleri, göle değil kuyuya attılar, anası değil kervancılar kurtardı” der.
Maalesef iddianamedeki durum tam da bu kıssadaki gibidir. Hakkımdaki suçlama bütünüyle yanlış, delilsiz, mesnetsiz bir suçlama ve niyettir. Bu nedenden dolayı da ilk celsedeki savunmamda iddianameye “Niyetname” demiştim. Mütalaanın da ondan farklı olmadığını gördüm.
İddianameler, niyet metinleri olmamalıdır. Kıssadaki gibi yanlışlar ve safsatalar üzerine bina edilmemelidir. İddianameler hakikate dayanan, delillerle güçlendirilmiş metinlerdir. Savcılık makamı sanığın lehine olan bilgi ve gerçekleri saklamaz, belgeleri tahrif etmez. Savcılık makamı tarafsız değildir, fakat hakkaniyeti ve doğruluğu prensip edinmelidir. Ayrıca yasa gereği sadece aleyhime olan değil, lehime olan delilleri de toplamak zorundadır.
İlk celsede yaptığım savunmamda; önemli, önemsiz hiçbir şeyi saklayıp gizlemeden, değiştirmeden gerçekleri tane tane anlattım, belgeleri de heyetinize sundum.
Savunmamda mesleğimin gazetecilik olduğunu, mesleğimi toplumsal adalet için kullandığımı, birileri gibi gizli ajandalarla hareket etmediğimi, hatta bu mesleği toplumun sesi olmak için seçtiğimi size anlatmaya çalıştım. Benim arkamda herhangi bir güç yoktur. Söz konusu tweeti bana attıran veya attırabilecek kimse de yoktur. O tweeti bana attıran duygu, bu vatana olan sevgimdir.
Özellikle burada kendimi değil gazeteciliği savundum. Her koşulda da savunmaya devam edeceğim. Ben gazeteciyim! Ama bana bugün gazetecilik dışında hangi mesleği yapmak istersin diye sorsalar; herhalde “bu davanın savcısı” olmak isterim derdim. Bakın savcılık demiyorum. Bugün, burada huzurunuzda yargılandığım “davanın savcısı” olmak istiyorum derdim.
Değerli meslektaşım, cezaevi ve dava arkadaşım Barış Terkoğlu, ilk celsede yaptığı savunmada; “Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam, savcısı değil sanığı olmayı tercih ederim demişti. Bunu da tüm mantık etkisi ve zamanın yaşananlara dair vereceği “olumsuz hükmü” göz önüne alarak söylediğini düşünüyorum.
Ama ben aksi düşüncedeyim. Ben “bu davanın savcısı olmalıyım”. Yapılan yanlışı düzeltmek, adaleti tesis etmek, gazeteciliği ayağa kaldırmak, düzenin değil toplumun menfaati için çabalamak adına bunu yapmalıyım. Bu benim karakterim, bu benim ideolojim, bu benim topluma olan borcumdur.
Ben “Devrimciliğe”, ben “Halkçılığa”, ben “Cumhuriyetçiliğe” inan bir Türk evladı olarak bunu yapmalıyım. Bozulanı düzeltmeli, yıkılanı ayağa kaldırmalı, toplumu ayrıştıran uygulamaları ortadan kaldırmalıyım. Hakkı, “hakkı olana” teslim ederek, adil olarak özgürlükleri getirerek bunu yapmalıyım. Özetle yaşadıklarımızı, tarihe havale etmeden, yaşadıklarımızı başka vatan evlatları yaşamasın diye, ülkenin adliyelerinde bir bozulma varsa bunu düzeltmek için ben “bu davanın savcısı, hâkimi, katibi, mübaşiri” olmalıyım.
İlk celsede yaptığım savunmamı hatırlatmak adına; çok kısa kronolojik silsileyi tekrar arz etmek istiyorum.
18 Şubat: Libya’ya giden gemimiz, darbeci Hafter güçleri tarafından vuruldu. Vurulma anına ait videolar, bir generalimiz ve beş askerimizin şehit olduğu iddiaları yerel ve yabancı medyada, sosyal medyada paylaşıldı. Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın konu hakkında açıklama yaptı.
19 Şubat: “1993’lüler Derneği” devre arkadaşları O. A.’nın şehit olduğunu ve törensiz bir şekilde defnedildiğini açıkladı.
19 Şubat: Aynı gün Abdullah Ağar, yüzbinlerce takipçisinin olduğu sosyal medya hesabından büyük harflerle vurgulama yaparak; “vatan kimi zaman bilinen, kimi zaman da BİLİNMEYEN KAHRAMANLARIYLA” yükselir mesajını ve şehidimizin fotoğrafını paylaştı.
19 Şubat: Yine aynı gün şehidimizin defnedildiği yerin muhtarı Cemali Merter, şehidimiz S. C.’nin adı soyadı, baba adı, adresi ve fotoğraflarını sosyal medya hesabından paylaştı. Paylaşımın devamında iki şehidimizin yer aldığı, benim de paylaşımımda kullandığım fotoğrafları doğum ölüm yılları ile birlikte kullandı ve paylaştı.
19 Şubat: Aynı gün içinde şehit O. A için Manisa’da cenaze töreni düzenlendi. Cenazeye milletvekilleri, Belediye Başkanı, kamu kurum ve kuruluşu yöneticileri ve yüzlerce vatandaş katıldı. Cenazeye MİT Teşkilat Başkanı yazılı çelenk gönderdi. Fotoğraflar çekildi, cenazeden canlı yayın yapıldı.
Devamında “Bize Emanet” adlı site ve sosyal medya hesaplarından şehitlerimizin adı, soyadı ve fotoğrafları yayımlandı.
20-21 Şubat: Milyonlarca takipçisi olan “Bordo Bereliler”, “T.C Türk Özel Kuvvetleri” adlı hesaplardan şehitlerimizin fotoğrafları, adları ve soyadları paylaşıldı. Yüzbinlerce kişi bu paylaşımları beğendi ve paylaştı.
22 Şubat: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir otoyol açılışında; “Libya’da birkaç tane şehidimiz” var açıklamasını yaptı.
22 Şubat: Yine aynı gün on binlerce kişi; “şehitler kim”, “birkaç tane”, “törensiz şehit gömülmesi” gibi başlıklarla tepki ve rahmet içerikli paylaşımlar yaptı.
22 Şubat: Devam eden saatlerde Cumhurbaşkanı açıklamasından sonra Yeniçağ Gazetesi internet haber sitesinde Batuhan Çolak tarafından Libya’daki şehitler haberi paylaşıldı.
22 Şubat: Yeniçağ’da çıkan haber kaynak gösterilerek “SOL” ve “T24” internet sitelerinde şehitler ile ilgili haber yayımlandı.
22 Şubat: Batuhan Çolak, Yeniçağ gazetesindeki haberi kaldırıp, haberi olduğu gibi sosyal medya hesabından paylaştı.
22 Şubatta paylaşımı yapmadan önce yaşanan gelişmelerin özetinin özeti bu şekildedir. Bu gelişmelerden günler ve saatler sonra 23:06’da ben de şehitlerimiz hakkında “birkaç tane” açıklamasına ve “törensiz gömülmesine” tepki göstererek, şehitlerimizin şehadetini yüceltmek amacıyla “Libya’da şehit olan ve birkaç tane şehidimiz var” diyerek geçiştirilen, tören dahi yapılmadan defnedilen “case officer meslek memuru” kahraman şehitlerimizin isimleri S. C. ve O. A.’dır yazılı mesajı paylaştım.
Bir kitabın bir sayfasıyla tüm kitap hakkında yorum yapamazsınız ama sayın iddia makamı caseofficer ifadesiyle öyle bir anlam katmış ki ben caseofficer ile MİT demişim. Siz buna inanıyorsunuz ben bir şey diyemem ama buradaki vicdanları siz inandıramazsınız.
Ancak iddia makamı case officer ifadesini, meslek memuru ifadesinin karşılığı olarak kullandığım gerçeğini göz ardı ederek MİT’in Libya’daki faaliyetlerinin yabancı istihbarat mensupları tarafından anlaşılması için kullandığımı iddia ediyor. Bu kadar ağır ve ciddi bir iddianın delillerle ispatlanması gerekmektedir.
Gerçekten istihbarat ve casusluk bu kadar kolay mı? Yani istihbarat kurumları tüm önlemleri almış ama bir gazeteci resmi twitter hesabından bir kelime ile tüm Libya faaliyetlerimizi nedensiz yere ifşa etmiş. Buna inanmamızı mı istiyor iddia makamı? Ben bunun siyasi bir dava olduğunu düşünüyorum. Eğer hukuki bir dava olsaydı ilk duruşmada kovuşturmaya yer vermeden hepimizi gönderirdi. İlk celsede de anlattım benim amacım ifşa değildir, sadece şehidimiz yad ettim bütün amacım budur. Şu anda yaşadığımız dava süreci ve yöntemler Kumpas davaları ile aynı demiştim. Biz yine neyin bedelini ödüyoruz?
Bu soruların cevabını kim verecek?
Mahkeme heyetiniz 24 Haziran’da tutukluluğumun devamına karar verdi. Gerekçe olarak da tanık beyanları, delillerin karartılma ihtimali, kaçma şüphesi belirtildi. Mahkemenizin değerli heyetine soruyorum. Benim hakkımda; paylaştığım tweet mesajı dışında var olan ve bizlerin bilmediği deliller nelerdir. Tek delil tweet mesajı ise ben bunu da kabul etmişken neyi nasıl karartacağım. Hakkımdaki tanık kimdir? İlk celsede biz bu tanığı neden görmedik, dinlemedik. Haftanın üç günü gazetede yazı yazan, iki günü TV’de program yapan, sabit ev ve iş adresi bulunan, iki defa kendi iradesi ile ifade vermeye gelen kişide kaçma şüphesini nasıl gördünüz?
Kaçma şüphesi gördüğünüz ben ile ilgili bir fotoğraf göstermek istiyorum size. Bu fotoğraf 05 Ağustos 2013 tarihine aittir. Yani Kumpas Davası Ergenekon’un karar duruşmasının olduğu gün. Saat 05:30. Fotoğrafta benimle birlikte bulunan kişiler gazeteci Fatma Sibel Yüksek ve eşidir. Bizler tutuksuz sanıklar olmamıza rağmen, elimizde valizlerle tutuklanacağımızı bile bile duruşmaya geldik. Tutuklanacağını bile bile duruşmaya giden az sayıdaki sanıktan biriyim. Siz hangi kaçma şüphesinden bahsediyorsunuz?
Ben neden tutukluyum?
MİT’in Libya’da görev yaptığı Cumhurbaşkanı tarafından açıklanıyor. Uluslararası haber ajansı Libya’ya giden gemileri, gemilerde bulunan personeli, gemilerde bulunan malzemeleri gün gün rapor ediyor. 18 Şubat’ta gemimiz vuruluyor, iki vatan evladı şehit oluyor. 19 Şubat’ta şehidin devre arkadaşları isim, soy isim, fotoğrafı ile bildirim yapıyor. Yine 19 Şubat’ta şehidin fotoğrafı, baba adı, adresi muhtar tarafından duyuruluyor. Manisa’da tören düzenleniyor, tüm Manisa törene davet ediliyor. Milletvekili, Belediye Başkanı, siyasi parti temsilcileri ve yüzlerce vatandaş törene katılıyor, canlı yayın yapılıp fotoğraf çekiliyor. 19-22 Şubat tarihlerinde milyonlarca takipçisi olan hesaplardan paylaşımlar yapılıyor, ulusal medyada haber oluyor. Cumhurbaşkanı birkaç tane şehidimiz var diyor yine binlerce paylaşım yapılıyor. Ve en son ben şehitlerimiz ile ilgili paylaşım yapıyorum, 40-50 dakika yayında duruyor. Sonra hesabım ele geçiriliyor siliniyor. 14 gün suç olmuyor sonra ifşa ettiğim kararı veriliyor ve 6 aydır tutukluyum. Adalet, tren kompartımanında hep yanık durduğu halde fark edilmeyen ama asıl değeri karanlık tünel geçilirken ortaya çıkan lamba gibidir.
Adaletin tecelli etmesini sinsi ve hain planlarla engellemek bir insanlık suçudur. Bu suça hep birlikte karşı çıkmaz isek; Cumhuriyet’in taşıyıcı kolonu olan hukukun ve yargının bağımsızlığının yok olmasının toplum olarak ister istemez ortağı oluruz. Böyle ortamlarda suskunluk da bir suçtur. Suç değilse utanç vericidir. İnsan ekmeksiz, susuz kalır ama adaletsiz kalamaz.
Kutup yıldızım Uğur Mumcu’nun da dediği gibi; “Aslanın sırtında hüküm sürenler, bir gün gelir o aslana yem olurlar”.
Ben gazeteciyim. Gazeteci dediğiniz kişi onun bunun istediğini yazan, güce dalkavukluk eden ve korktuğu için kalemini satan değildir.
Gazeteci halkın yanında duran, onun derdiyle dertlenen vatanını bayrağını her şeyden yüce bilen, demokrasi ve insan haklarını içselleştirmiş kişidir. Gazeteci toplumun vicdanıdır.
Ülkeyi karanlık tünele sokmaya çalışanlar, tarih boyunca ışık tutanlardan hoşlanmazlar.
Korkuyu örgütleyenler, baskıyı şiddeti, hukuksuzluğu, yargıyı enstrüman olarak kullananlara karşı mücadelemiz dün olduğu gibi bugün de devam edecektir. Ant olsun ki bu karanlıkları ve bu tutsaklıkları yeneceğiz.
Büyük İskender’in gururla dolaştığı zamanlarda nasıl ki ünlü filozof Diyojen, gündüz vakti elinde fenerle “adam arıyorum adam” demişse bugün ben de gündüz vakti bu salonda elinde fener adalet arıyorum.
Ve inanıyorum ki bir gün Türk Hukuku konuşulurken; “Berlin’de hakimler var” özdeyişinden değil Çağlayandaki yargıçların adaletinden bahsedeceğim…"