Yazı dizisinin önceki bölümü için tıklayınız.
Kitabın en tatlı kısmı, Sekülarizm bölümü. Milliyetçilik din ile nasıl başa çıkacak? Hele hele 2023 Türkiye'sinde?
Dinçaslan dini yanlışlanamayan temellere sahip tutarlı bir anlatı olarak değerlendiriyor ve herhangi bir çalışma ile bu din meselesinin aşılamayacağını zira yanlışlanamayan temellerin çürütülemeyeceğini belirtiyor. Böyle durumlarda da tutarlılığın inanmak için yeter sebep olduğunu görürüz. Daha önemlisi ise yanlışlanamayan temeller üzerine dikilmiş olan fikir(din, ideoloji), gerçek sorunlara çözümler de üretemez.
Dinçaslan bu girişten sonra kötülük problemi üzerinden insan evrimini ve bunun ahlaki meseleler üzerine etkilerini tartışıyor ancak ben buradaki akıl yürütmeye temelde katılsam dahi özellikle medeniyet açıklamasına katılmıyorum. Dinçaslan "[işlevsiz] bireyi yaşatmanın medeniyetin ilk alameti olduğu fikrine ben hala katılıyorum." demektedir. Dinçaslan'ın akıl yürütmesi, varmak istediği noktayı bölümün sonunda tek cümlede açıklıyor: "Hülasa, bir ahlak tartışması yapılacaksa, bu tartışmanın zemininin seküler olması zaruridir." Yani ahlakın kaynağının tanrı olduğunu düşünüyorsanız, düşünmeyin. Bana sorarsanız ise eğer en az 20 yaşındaysanız ve hala ahlakın kaynağını tanrıda arıyorsanız bu okuma yazma işleri bırakın, bi’ dükkan açın.
İkinci kısımda ise Dinçaslan yüksek gerilimli bir açılış cümlesinden sonra Türkiye'deki din anlayışını ele alıyor. Açılış cümlesi olarak "kutsalımız yok, ikonlarımız var!" alınabilir. Burada anlatılmaya çalışılan Anadolu halkının "Kolektifçi, belirsizlikten kaçınmacı ve güç tapınıcısı kültürü"nün dindışı ile kutsal arasına bir sınır çekmeyi engellediği, böylece kutsalları olmayan bir anlayışın doğduğudur. Buradan hareketle de "Kuran artık bir kitle idare aracıdır, başka bir şey değil." Ben burayı tam anlamadım umarım bir ara kutsalın dindışı ile arasındaki ayrım meselesine tekrar zaman ayırarak benim gibi anlamayanlar için daha net bir açıklama sunar.
Ama yine de bu kutsal meselesi üzerine biraz düşünelim. Kutsal nedir? Dinçaslan'ın tanımıyla: "Kutsal bir reverans gerektirir, hemen her zaman korkuyla karışık bir sevgi, imtina gerektirir." Ben bu tanıma katılmıyorum. Zira herhangi bir şeyin kutsal olması fikrine katılmıyorum. Kutsal ancak bir baskı unsuru olarak inşa edilebilir ve kullanılabilir. Dinçaslan, "Kutsal nedir?" tarifine dair bir tecrübenin aktarılmamasına hayıflanıyor, ben seviniyorum. Anadolu halkının kutsala bu direnişinde ben hürriyetçi bir ruh görüyorum. Tartışmanın devamında kutsalların olmadığı bir dünyada neler olacağını anlatıyor. Ona göre kutsal yoksa "piyasa karikatür yamyamlığa bürünür ve sömürür, demokrasi ikonlar savaşına döner, kitleler farklıyı linç ederler". Sonrasında ise kutsalı yaratmanın şartı olarak "onlara dini işlevler yüklemeden, onları ‘bilgi eksikliğinden kaynaklanan açıklanamazlığın yarattığı belirsizlik korkusunu gideren metafizik cevaplar’ın yapıtaşlarına dönüştürmeden yaratmamız gerekiyor." Mesela Atatürk, Türk bayrağı, Andımız gibi mi yoksa temel haklar ve hürriyetler gibi mi? Ben ikisinin de kutsallaştırılmasını istemem zira kutsal demek onun uğruna başkasını öldürebilirim demektir. İnandığın şey için taarruzi bir tavırla öldürmeye başladıysan, IŞİD ile temel ortak paydada buluşulmuş demektir.
Ben yukarıda belirttiğim gibi bu kutsalsızlık ve kutsal yaratma meselesinde Dinçaslan'dan farklı düşünüyorum. Kutsal her zaman kötüye kullanılacaktır ve zannediyorum ki bu tartışmayı derinleştirmenin bir anlamı yoktur. Kutsal yaratmak ise katı olan her şeyin buharlaştığı bir çağda her zamankinden daha anlamsız bir çaba. Üstelik kutsalın isteyerek yaratılabileceğinden de kuşkuluyum. Belki sadece kutsalların tamamını reddederek ve en basitinden herkesin uzlaşabileceği, insan özgür olmalıdır, insan hayatı değerlidir, devletler şeffaf olmalıdır, insanların malına mülküne çökülmemelidir gibi temel ilkelerden hareket etmek hem daha kolay, hem daha az riskli hem de daha faydalı olacaktır.
Öte yandan Dinçaslan'ın İslam’ın ikonları bahsinde yaptığı vurguyu son derece zekice buluyorum. İkonlar kimlik inşasında kullanılabilirler. Üstüne suistimal etmek için son derece kullanışlıdırlar. Bugünün İstanbul'unda sadece İslami ikonlara saygı gösterdiğinizi göstererek karnınızı doyurabilir ya da hiçbir çaba göstermeden devlet kadrolarına yerleşebilirsiniz. Üstelik bu "hafif" ikonlar toplumun o kadar geniş bir kesimi tarafından kabul görür ki bu ikonlara karşı savaş her zaman toplumun ekserisine karşı bir savaş halini alır. Bu da ister istemez ikonlar üzerinden bir ortaçağ sömürü düzenin kurulmasını kolaylaştırır.
Dinçaslan bu tip bir din anlayışıyla her çözüm üretmek isteyen aklın çatışacağını söylüyor. Sonrasında da seküler bir milliyetçiliğin konuyla ilgili programını yazmaya koyuluyor. Ancak buradan devam etmeden önce Dinçaslan'a bu zihniyet savaşında tamamen katıldığımı ancak bu din-sekülerizm mücadelesinde esas taşıyıcı kolonun aydınlanma ve onu politik zemindeki karşılığı olan liberalizm olduğunu tekrar düşündürmek isterim. Özgürlükçü düşünce dini yerinden sökerken milliyetçi düşünce dini zihniyetin tüm iyi taraflarını koruyarak onu sekülerleştirme ve ölçülebilir bir şey üzerinden değerlendirme gayretinde olmuştur. Ancak bu gayretin de çok çabuk bir şekilde kötüye evrilebileceğini hatırlatmakta fayda var. Nazizm faşizm ayrılığında seküler milliyetçi diyebileceğimiz Nazi kanalının işaret ettiği tehlikelere karşı uyanık olmakta fayda var.
Devam edersek Dinçaslan'ın programı bölümün başlığı olabilir: dini bireyin vicdanına hapsetmek. Dinçaslan dinin şahsi sınırlar içinde kalması kaydıyla "şahsi ve muhterem" bir şey olduğunu söylüyor. Bu cümle bana "diğerinin özgürlüğünü kısıtlamadan istediğin şeyi yapmak" olarak özgürlük tanımını hatırlatıyor. İkisi de çok iyi ancak tartışmayı çözmüyor sadece görmeyerek sorunun gideceğini varsayıyor. Özgürlük tartışması birinin diğerinin özgürlüğünü kısıtlamaya başladığı yerde doğar ve biter zaten. Din için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Tenkidimi sıralayayım:
1- Bir dine inanan insan evvela onun yayılmacı mesajını taşımak zorundadır. Bu onun görevi, farzıdır. Dinini yaşa ama yayma demek özellikle İslam için değerlendirmeye bile alınmayacak bir yaklaşımdır.
2- Din doğal olarak kadını ikinci sınıf olarak tanımlar. Bir gün bir kızım olursa şahsi dünyasında dindar olan bir ilkokul öğretmeninin 10 yaşımdaki kızımı "gelinlik yaşına gelmiş bir ikinci sınıf tanrı emaneti" olarak görmesini istemem. Bence Dinçaslan da istemez. Bu sebeple özel hayata sıkışmış, gömülmüş din, tarikatların varlığından daha tehlikelidir. Hakimimin başı kapalıysa, doktorum sakallı ve takkeliyse bunu bilmek isterim ki uzak durabileyim. Aynı kurt yüzüklü milliyetçiler gibi. Bir de samimiyetle sormak isterim, dinli insanların tedaviye ihtiyaç duydukları konusunda ne düşünüyor? Noel baba bıçaklayan insanların gerçekten toplum içinde bu kadar özgür hareket etmesi sağlıklı mı?
3- Bu maddeye başlamadan önce Dinçaslan'ın konu hakkındaki özet cümlesini vermek istiyorum ki yanlış anlaşılma olmasın: "[...] din, seküler milliyetçilik için bireysel kaldığı ve topluluk söz konusu olduğunda örgütlenmenin bireylerin seküler ihtiyaçları için hukuk kurallarına uygun olduğu zamanlarda zararsızdır. Dine karşı nötr bir tavır takınılır."
Din inançlar arasında herhangi bir inanç seviyesine indiği andan itibaren tüm iddiasını yitirir. Din ya her şeyin üstündedir zira tanrı kaynaklıdır, ya da bir hiçtir. Hiçbir din gerçeğin yayılmasına kolaylıkla izin vermez. Aydınlanmanın dine yerini bildirmesi birkaç yüzyıl sürmüştür. Üstelik din, doğası gereği yayılmacıdır. Kılıç olmazsa baskı, baskı olmazsa söz, söz olmazsa gözle sadece bir tanrıya inanmadığın için yargılar. Din insanlara zorla günde 5 vakit aynı şarkıyı dinletir, kendini aç bırakmadığın zaman sana kötü hissettirir, Allah'a havale ettirerek yasal hakkını aramanı, hayırlısı diyerek kaderini eline almanı, dünyayı bir test kadar önemsiz hale getirerek biricik ömrünü kölelikle geçirmeni ister. Din yanıtların tamamını vererek aramayı, önemli olanları değişmez biçimde sıralayarak değerlendirmeyi, bağlanmaya teşvik ederek hür düşünceyi engeller. Bu sebeple bence sekülerlik dinin saldırganlığına değil, kendisine yönelmeli. Zira saldırganlığın içkin olduğu bir zihin setiyle barışamazsınız. Din savaşmıyorsa bile pusudadır. Eve bir aslan alıp kendi odasında takılırsa aslında bir sorun olmayacağını iddia etmek gibi bir şey bence bu "muteber din" meselesi. Ben dine karşı nötr değil, hasmane bir tavır takınmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Aksi takdirde cumhuriyet tarihinden de öğrendiğimiz gibi dindarların ilk fırsatta bize dünyayı zehir edeceğini aklımızdan çıkarmış, evrimi müfredattan kaldıran, devleti tarikatlara bırakan bir zihniyeti sevimlileştirmiş, normalleştirmiş oluruz. Dine karşı Nihat Genç'in özgürlüğe gösterdiği sertlikte bir sertlik göstermek gelecek jenerasyonlar için daha hayırlı olacaktır.
Dinçaslan seküler olarak aynı mistik düşünce tarzlarına da karşı çıkar. Burada tartışacak bir şey yok. Bilimsel veri göstermeden konuşuyorsan anlattığın her şey dindir. Tanrı yerine inek ya da kaşarlı tost olması zihniyetin kendisindeki sorunları çözmez.
Son iki mesele.
Birincisi milliyetçiliğin "zaten" seküler olması. Bu eleştiriye kitapta cevap var ama ben de şunu eklemek istiyorum: öncelikle evet haklısınız, milliyetçilik doğası gereği sekülerdir. Hatta milliyetçilik için modern çağın dini derler. Ümmet millete karşıdır lafını da mutlaka duymuşsunuzdur. Fakat ne yazık ki Türkiye'de bazı kavramlar karışmış ve kemikleşmiştir. Türk-İslamcılık gibi. Türkiye'de kendine milliyetçiyim diyenlerin hala kahir ekserisi aynı zamanda dindardır. Aynı şekilde milliyetçiliği temsil ettiğini ilan eden tüm partilerin liderleri Müslümandır. Yani milliyetçilik Türkiye'de İslam'dan bağımsız düşünülemeyen bir mefhumken Dinçaslan'ın bu çabasını anlamak yerine bu meseleyi gündeme getirenlerde aptallıkla karışık naiflik ya da düz kötü niyet aramak gerekir.
İkincisi hisler meselesi. Dinçaslan şöyle söylüyor: "Duygu kavganın yakıtıdır. Hisler olmadan felsefe yapılabilir, ideoloji inşa edilebilir fakat kavga verilemez." Ben de Dinçaslan gibi "romantik" bulurum kendimi ancak bu cümleye katılmıyorum. Ben Goethe'den devam ediyor ve gefühl ist alles diyorum. Her şey histir. Hissiz felsefe yapılır ama okunmaz, ideoloji yazılır ama tutmaz, kavga verilir ama galip çıkılmaz. Üstelik hisleri takip etmenin negatif tarafları da dikkate alınmayacak gibi değildir. Bu sebeple hislerin yerini sadece kavganın kazandıran parçası olarak değil, her şeyin kazandıran motivasyonu olarak belirterek daha nazik bir pozisyon alabileceğimizi düşünüyorum.
Sonraki bölüm hürriyetçilik ve demokrasi, takip eden bölümde ele alınacak.
Uğur İsmail Aygün