Feodalizmi Anlamak

TAKİP ET

TamgaTürk bu defa feodalizm ve ortaçağı dosya konusu yaptı. M. Bahadırhan Dinçaslan, modern Avrupa'nın temelindeki feodalizmi hakkında yanlış bilinenler ve hakiki yönleriyle TamgaTürk okurları için kaleme aldı.

Feodal sözcüğü Türkçede oldukça olumsuz çağrışımlar barındırıyor. “Feodal davranış şekli” yahut “feodal anlayış”, mesela bir kesimi eleştirmek için kullanılabilecek yaftalardan. Benzer şekilde, tarih yazımımızda Avrupa’nın parçalı “feodal” yapısı hiç değilse dudak bükülerek değerlendiriliyor: Merkezi bir otoritenin olduğu, binlerce askerin tek bir emirle toplanabildiği Osmanlı’mızın yanında Avrupa’nın parçalı yapısı bir tür “birleşme beceriksizliği” olarak algılanıyor. 

Pekâlâ feodalizm şimdilerde Türklere yaptığı çağrışımları hak edecek kadar kötü müdür? İyi ve kötü hükümlerinin ötesinde, feodalizm nedir? Feodalizmin ne olduğunu anlamak, Batı’yı ve onun halen devam eden kültür ihracının, başarı hikayesinin altında yatan mekanizmaları anlamak için ön şarttır. TamgaTürk’ün yeni dosyasında Feodalizm’i sizler için irdeleyerek feodalizm nedir sorusunu hem tarihi serüveni hem neticeleriyle birlikte cevaplıyoruz.

Ingenui in Obsequio

Roma’nın çöküşü, Roma’nın merkezi ile taşra eyaletlerinde farklı rejimlerin doğmasına neden olmuştu. Keltik ve Cermenik kabilelerle meskûn ve yine bunlar tarafından sürekli işgal edilen, el değiştiren taşra eyaletleri ciddi bir hareketlilik içindeydi. İtalya yarımadasında daha sonraları ticaret cumhuriyetlerinin temelini oluşturacak şehir devletleri ve meclisleri doğarken, bu taşra bölgelerinde mülkün, yani toprağın kimin olduğu sorusunun net bir cevabı yoktu: Roma’nın eyalet (provincia) sistemi çöktüğünde sahiplik ve mülkiyet hukuku neredeyse tamamen ortadan kaybolmuştu. Bu dönem, kılıcın hüküm sürdüğü dönemdir: Askeri gücü olan ve yeterince savaşçı erkeği örgütleyebilen liderler bu dönemde çeşitli bölgelerin kralları, yöneticileri oldular. Cermenik ve Slavik kabilelerin göçünün devam ettiği bu dönemde Avrupa’nın güney-batı ekseninde Latince (dönüşerek) korunsa da Roma sistemi yalnız Kilise’nin hukuku ve diline sirayet edebildiği kadar devam edebildi. 

Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru

Fakat bu savaş-beyleri istikrar yaratamıyorlardı, zira miras sistemleri (bizde de bir zaman adet olduğu üzere) evlatların ölen babanın toprağını bölüşmesi üzerine kuruluydu. Zaman zaman büyük krallar geniş arazileri birleştiriyor, fakat ölümleriyle bu topraklar yeniden dağıtılıyor ve küçük krallıklar doğuruyordu. Üstelik bu krallıklar durmaksızın birbirleriyle savaşıyorlar, bu savaşlar da küçük toprak sahiplerinin mahvına sebep oluyordu. 

François Louis Ganshof’a göre işte, feodalizmin temelindeki anlayış burada doğdu. İnsanlar bu süreçte kendilerinden daha güçlü diğer insanların “koruması”nı talep etmeye başladılar: Ingenui in Obsequio, “tabi olan özgür insan” demektir. Bu insanlar ingenui yani “özgür” insanlardı; köle yahut azatlı köle değillerdi, bu bakımdan Roma’nın vatandaş, özgür insan, köle şeklinde özetleyebileceğimiz üç tür insanından farklı olarak, özgür bir insan olarak kalmaya devam eden ancak koruma talebiyle bazı haklarından bir “kontrat” uğruna vazgeçen yeni bir insan türü doğmuştu. Bunlardan eli silah tutan ve savaşçı sınıfa mensup olanlar “Comitatus”ları, yani maiyetleri oluşturdular ki, Latince Comes “yoldaş”tan gelen Kont sözcüğü hala bu dönemden izler taşırlar. Bu esnada diğer insanlar; savaşmayan, çiftçilikle meşgul olan sıradan insanlar da sonraları biraz da genellemeyle hepsine serf dediğimiz Feodal Köylüler sınıfını teşkil ettiler. 

Feodalizm artık şekil almaya başlamıştı. Kargaşa ortamında güçlülerin korumasını arayan yığınları temsil eden güçlüler arasında da hiyerarşiler şekilleniyordu. İnsanlar birinin korumasına giriyorlar, o da bir başkasının korumasına giriyordu. Fetihler yapıldıkça, “maiyet”teki savaşçılara yeni topraklar veriliyor, ancak aradaki koruma kontratı sürdüğü için bu topraklar bir şartlı mülk haline geliyordu: Toprak bağışlanan kişi, koruması altına girdiği kişiye bağlılığını sürdürdüğü müddetçe mülkünü elde tutabiliyordu. 

Kiracılar Çağı: Mülksüz Neslin Yeni Ekonomisi

Bu “koruma kontratları” zamanla işlenerek epey detaylı ve belirleyici bir hale geldi. Çeşitli bölgelerde, toprağı şartlı olarak mülk alan bir soylunun (vassal), üstüne (suzerain) ne tür sorumluluklar taşıyacağı, karşılığında ne alacağı ciddiyetle belirlenmişti. Aynı şekilde toprağı o soylu için ekip biçenlerin zamanlarının ne kadarını soylu için, ne kadarını kendileri için çalışarak geçirecekleri, karşılıklı hak ve sorumlulukları hukuk tarafından tespit edilmeye başlanmıştı. Köylüler, evet, çoğunlukla topraklarına bağlıydılar ve özellikle seyahat özgürlükleri kısıtlıydı; ancak zamanlarının büyük kısmında kendilerine çalışabiliyorlar, yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece emeklerinin karşılığını kazanabiliyor, hatta üretim fazlalarını panayır yerlerinde satıp gelir elde edebiliyorlardı.

Soyluların Hukuku

Frank krallıklarını takip eden dönemde gelişen feodalizm, bir soylu sınıfı yaratmıştı. Dumezil’in “ruhban-asker-çiftçi” üçlemesine benzer bir şekilde, Avrupa’nın toplumları kadim Hint-Avrupa piramidini yeniden oluşturmuşlardı. Her ne kadar sair zamanlarda “askere alma” geleneği varsa da, uzmanlık alanı yalnızca askerlik ve yönetim olan bir soylu sınıfı doğmuştu.

Soylular arasında hiyerarşi varsa da, “soylu olmak” cihetinden hepsi eşittir. Hiyerarşi (ailelerin şöhreti ve gücü müstesna) daha fazla soyluluk-daha az soyluluk üzerinden değil, feodal kontratlar silsilesinde üstünde ne kadar az ya da çok basamak olduğuna göre belirleniyordu. 

Böyle bir sınıfın doğması, modern hukukun ve çoğulculuğun temellerini atmıştı. Bu sınıfın hem dikey hiyerarşik, hem de yatay ilişkilerini düzenleyen hukuk ve düzlem gereksinimi, “kamusal alan”ı da yeniden ve Roma yahut Antik Yunan’da olduğundan çok daha güçlü şekilde doğurmuştur diyebiliriz. Karolenj Hanedanı zamanında artık gelenekselleşmiş olan Placitum Generalis, iki yılda bir toplanan bir tür “Kurultay”dı. Chris Wickham, Medieval Europe eserinde bu toplantılara hemen her dünyevi bey ve üst düzey kilise yöneticisinin katıldığını söylüyor; zira bu toplantılar anlaşmazlıkların çözüldüğü, devlet stratejisinin belirlendiği ve katılımcıların “güçlerine oranla” söz hakkı sahibi olduğu ilkel parlamentolardı. 

Soylular arasındaki hukuk, esasen zikredilen “koruma kontratı”ndan doğmuşsa da, yapısal bir özelliği ile dünyanın kalanından ayrılmış ve güçlü bir sosyal faktöre dönüşebilmişti: Hukukun muhatapları güçlüydü. Hele erken ortaçağın sonuna doğru inşa edilmeye başlayan kaleler ve muhkem yapılar, soylulara bir mevzi sağlıyordu. Canınızı sıkan soyluyu hukuku çiğnemeyi göze alsanız bile, surlarını çiğneyemediğiniz için gelişigüzel bir yaptırıma tabi tutamıyordunuz. Soyluların kellesi çoğu zaman bir üstün iki dudağı arasında değildi – üstelik, mesela İngiltere’de Norman istilası sonrasında yaygınlaşan taştan kaleler ve küçük soylular arasındaki ittifak, Kral’ı tahdit edecek bir güce ulaşabiliyordu. Magna Carta böyle imzalanmıştır: Kral’ın orantısız gücüne karşılık küçük güçlerin ittifakıyla, “eşitler eşitini yargılar” prensibi (bir soyluyu mahkûm etmek için soylular heyetinin rızası şartı) getirilmiştir ki, “avam”ın eşiti de avam olduğu için, bugün ABD başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde cari olan jüri sistemi böyle doğmuştur.

Modern devlete gelene dek (ki modern devlette bireyin ne kadar mücehhez olduğu şüphelidir – detaylı tartışma için bkz: Dinçaslan, Seküler Milliyetçilik, Mücehhez Birey Dinamik Toplum Başlığı) hiçbir toplumda hiyerarşinin altında kalanların bu denli muhkem bir mevzii olmamıştır. Birçok Doğu toplumunda, özellikle, adalet ve hukuk bir tür kumar gibidir: Tesadüfen adil olmak isteyen ve buna uygun bir hukuk sistemi tasavvur eden yöneticiye denk geldiğinizde, onun lütfu ile adil bir ortamda yaşarsınız, ancak üstünüz bunu rafa kaldırmak isterse elinizde buna karşı çıkmak için güç yoktur. 

Bu hukuk sistemi o kadar güçlüdür ki, tarihte çok kereler vassalların, yani bir üste tabi olan soyluların, razı olmadığı savaşlarda ancak kontratının belirttiği süre kadar sefere katılıp sonra ordudan ayrıldığı vakidir. Carcasonne bölgesine düzenlenen Haçlı seferinde yahut İngiltere’nin kuzeyinde Vikinglerle savaştıktan sonra güneyinde Norman istilasını karşılamaya giden Harold Godwinson’un ordusunda benzer temalarla karşılaşırız. Yahut üstünü krala şikâyet ederek hakkını savunan ve başarılı olan nice küçük soylunun hikayesi Ortaçağ vakayinamelerinde karşımıza çıkar. Savaş alanını “kontratı bittiği” için terk edebilen ve hukuken haklı olduğundan (kınama ve kişisel husumet müstesna) yaptırıma uğramayan soylu, çok sonraları karşımıza çıkacak olan “devletini dava edebilen vatandaş”ın öncülüdür.

Kilise

Feodal alemde kilise yalnız dini bir kurum değil, geniş topraklara hükmeden dünyevi bir aktördü. Ortaçağ Avrupa’sında feodal alem üç zümreye bölünmüştü: Oratores yani dua edenler, bellatores yani savaşanlar ve laboratores yani çalışanlar. Fakat dua edenler yalnız dua etmekle kalmıyor, geniş arazilere doğrudan hükmediyor ve kalanlardan da dini hizmetleri karşılığında vergi ve bağış alıyorlardı.

Yüksek Ortaçağ’dan itibaren görece istikrarlı bir manzaraya kavuşan Avrupa’da, doğrudan soylulara ait feodal toprağın yanında, kilise toprağı ve köylü toprağı vardı. İngiltere’de Yeoman da denen, kendi toprağının sahibi olan köylülerin sahip olduğu toplam mülk, ihmal edilebilir derecede azdı. Bu toprağın oranı git gide genişlese de, genişleme hızı en yüksek olan, kilise toprağıydı.  

Sonraları primogeniture denen “en büyük (erkek) evladın toprağı bütünüyle aldığı” sistem Avrupa’da yaygınlaşmaya başlasa da, soylu toprağı miras yasaları, evlilikler ve sair sebeplerle sürekli bölünüyor, bir elde toplanması epey zorlaşıyordu. Öyle ki, birçok kralın gerçek anlamda sahip olduğu toprak, vassalı olan beylerinkinden bile küçüktü. Bir bölgede feodal sistem ne kadar eskiyse, toprağın o kadar fazla bölünmüş ve o kadar çok sayıda çeşitli sahibe ait olduğunu söylemek mümkündür. 

Ancak kilisenin toprakları durmadan genişliyordu; zira kilisede şahıslar üzerinden değil, bir kurumsal kimlik üzerinden mülk sahipliği vardır. Evlenmesi ve çocuk yapması yasak olan papazlar, kilise mülkünün sahipleri değil, bekçi ve idarecileriydi. Bu bakımdan Katolik Kilisesi modern dönemin tüzel kişiliklerine müthiş bir ilham kaynağı olmuştur.

Miras yoluyla bölünmeyen, her zaman tek elden yönetilen ve bağışlar (özellikle çocuksuz dul kadınlar) yahut mirasçısız kalmış toprakların müsaderesi yoluyla sürekli büyüyen kilise toprakları, Avrupa’nın toplam tarım alanının üçte birini kaplar hale gelmişti. Kırsal bölgelerde çoğu zaman muhkem merkezler olarak inşa edilen manastırlar, yalnızca toprak işlemiyor, basit zanaat kollarının çoğunda faaliyet göstererek ticaret yapıyorlardı. 

Kilisenin bu vaziyeti, Hıristiyan Avrupa’da dünyevi-uhrevi ayrımının belirginleşmesine ve nihayet dinin dünyevi alandan kovalanmasına ilham vermiştir. Bir aktör ve toprak sahibi olarak siyasette ve devlette rol oynayan kilisenin ruhban sınıfı, soylu sınıfın rakibidir. (Bu dönemde soylular köylülerin protein tüketimini avlanma yasağıyla, kilise de hayvansal gıda yeme yasağıyla engellemeye çalışıyordu, ilgi çekicidir.) Ruhbanların siyasi aktörlük ve toprak sahipliğinden dışlanması, ancak bu doğal rekabetin sonucu olarak gerçekleşmiş ve bildiğimiz anlamıyla laiklik Avrupa’da yeşerebilmiştir.

Noblesse Oblige

Toprağa bağlı ya da özgür köylülere nazaran ciddi bir avantajı haiz olan soylu sınıf, bu avantajlarını dini anlatılarla pekiştirse de, çoğu zaman seküler anlatılarla da gerekçelendirmiştir. Bu gerekçelendirme ihtiyacının bir ürünü olarak doğan şövalyelik, soylu sınıfın belirli “kod”lara göre hareket etmesi gerektiğini anlatan ve bu bağlamda onların soyluluğunun yalnız avantaj değil, sorumluluk da getirdiğini söyleyen bir anlatıdır. 

Şövalyelik uygulamada hemen hiçbir zaman anlatıda olduğu kadar mükemmel uygulanmamışsa da, feodal sistemin “kontrat” vurgusunun ne kadar güçlü olduğunun delillerini gizler. Savaş meydanındaki şövalyeler, at, zırh ve hizmetkar maliyetlerini karşılayabilen zengin insanlardır, bu yüzden öldürülmelerindense canlı ele geçirilmeleri ve fidye karşılığı serbest bırakılmaları daha kazançlıdır. Ortaçağ metinleri, özellikle Yüksek ve Geç Ortaçağ’da çok fazla şövalyenin “fidyesini toplamak üzere ülkesine yollandığı”nı belirtir. Bu insanı hayretler içinde bırakabilen bir “centilmen anlaşması”dır; esir alınan şövalye, istenen fidyeyi toplamak için ülkesine gider ve fidyeyi ya kendi eliyle, ya aracı vasıtasıyla esir alana teslim eder. İstisnalar varsa da bu şövalyelerin hemen hepsi sözlerinde durmuş ve esasen özgür olsalar da, bir kontratla bağlandıklarına duydukları inanç sebebiyle borçlarını ödemişlerdir. 

Özellikle Güney Fransa bölgesinin gezici ozanları sayesinde ideal şövalye tipi meçhul bir geçmişte gerçekleştiğine inanılan olaylar (Başta Arthur efsaneleri) üzerinden anlatılır ve yayılırken, yaşayan şövalyeler de bu tür destanlara ilham vermek için çaba sarf ederler. Şato ve saraylarda müstakil bir memuriyet makamı olarak ortaya çıkan “Armacı”lar, şövalyelerin murakıbı gibi işlerini takip eder, nişanlarının çetelesini tutar ve yüz kızartıcı suç işleyenlere çeşitli yaptırımlar uygularlar. Böyle bir manzarada dikkate şayan olan husus, “ideal insan tipi”nin dini tınılar taşısa da insan eliyle inşa edilen bir anlatılar çerçevesine ve kaidelere uygunlukta aranmasıdır – falanca tanrı yahut kutsal insanın tarifine uygun olmaktan öte bir arayış. Şövalyeler birbirlerinin gözüne girmek ister, birbirlerinden utanırlar, hakiki bir Hıristiyan şövalyesi olmak yarışında Hıristiyan kutsal metinlerinden çok gelenekler ve sözleşmeler etkilidir. 

Sonraları soyluları taklit eden burjuvaların soylu yaşama mahsus birçok adeti, davranış kalıbını benimsemesi ve toplumun kalanına yayması gibi, şövalyelik kurumuyla başlayan “ideal insan tipi”ne dair seküler arayış, Batı’nın yarattığı modern ideal insanın temellerini atmıştır demek yanlış olmayacaktır. Şövalye anlatıları aynı zamanda Batı’da doğan “roman” türünün de kaynağıdır.

Sonuç Yerine

Feodalizm çok merkezlilik ve güç dağılımı demektir; bunun dezavantaj ve avantajlarının olduğu aşikar. Feodalizmin zayıf yahut yeni olduğu bölgelerde, mesela Macaristan’da, hükümdarlar çok daha geniş yığınları seferber edebiliyorlardı, oysa çok daha güçlü algıladığımız çağdaş Fransa Kralı, çok daha küçük bir orduyu ancak toparlayabilmekteydi. Fakat bu çok merkezlilik, dosya boyunca ifade edildiği gibi, “hukukun üstünlüğü” fikrinin mayalanmasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca, sözgelimi bir filozof yahut bilim adamı kendisine sığınacak kapı aradığında ihtimaller havuzu daha çeşitli ve fırsatlarla doludur. 
Osmanlı ile Avrupa kıyaslanırken düşülen birkaç hata vardır ki, mesela sipahi/tımar sistemini feodalizme teşbih etmek bunlardan biridir. Hiçbir sipahi beyi, ortalama bir baronun hatta topraklı şövalyenin krala karşı sahip olduğu güce ve mevzie sahip değildir. Tımarlar kalıcı bir kontrat olarak değil, geçici bir lütuf olarak verilir ve tımarı alanlar fiilen feodal beyler gibi davransalar da, mülkün şartlı olarak dahi sahibi değillerdir.

Bunun ötesinde, Avrupa’nın feodal dönemini Osmanlı/Doğu yöntemlerine kıyasla zayıf görmek ciddi yanlışlara gebedir. Nitekim Avrupa’nın feodalizminden kamusal alan, hukuk, roman, keşif ve icat doğarken, Doğu merkeziyetçiliğinden büyük bir yıkım ve evrimsel bir çıkmaz yoldan başka bir şey doğmamıştır. Bu sürecin nedenleri elbette çeşitli; sözgelimi yağmurla tarım yapabilen bölgelerde bölüklü, tek bir ırmak ve su kanalları ile tarım yapılabilen bölgelerde aşırı merkeziyetçi rejimlerin doğduğu aşikâr. Fakat modern çağın belirleyicilerinden olmuş feodalizmi, romantik oryantalistlere mahsus bir cehaletin izdüşümüyle değerlendirmek, ayağa kalkmaya çalışan Doğu ülkelerinin aydınları için tuzaktır.

Bahadırhan Dinçaslan


 

Ortaçağ Feodalizm TamgaDosya TamgaTürk dosya haber Avrupa noblesse oblige