Tarih boyunca protein tüketimi bir tür ayrıcalık yahut kitle kontrolü aracı olmuştur. Yahut, tüketimdeki farklılıklar ve bunlara ilişkin yaşam tarzı farkları, toplumların zaman zaman birbirlerine üstün gelmesine neden olmuştur. Cengiz’in ordusundaki en fakir Moğol, Çin ordusundaki en zenginden daha fazla et ve protein tüketiyordu, mesela. Yahut, bozkırın yerleşik tarıma izin vermeyen dokusunda göçebe hayvan tarımı yapmayı başaran Türkler ve Moğollar, bu sayede atlı, esnek ve sıfır yatırımla savaşa hazır bir toplum yaratabilmişler, üstelik bu toplum yapısı yerleşik toprak tarımının aksine nüfusun büyük bir yüzdesinin askere alınabilmesine imkan sağladığı için, nüfusları kat be kat az olmasına rağmen komşu toplumlara üstünlük sağlamışlardı. (Göçebe hayvancılığın özellikleri için bkz: Ecology of Central Asian Pastoralism, Lawrence Krader)
Avcı hayvanlardaki yiyecek önceliğine benzer bir şekilde, insanoğlunun evrimsel serüveninde erkek, baba, şef, avcı (…) her zaman yemede öncelikli kabul edilmiş, protein kaynağının en verimli kısımlarını uhdesine almıştır. Sürü liderinin karaciğeri kendi payı kabul etmesi gibi, besin kaynağının en besleyici kısmı her zaman “otorite”nindir. Bu tersten de okunabilir: Yeterli protein alıp gelişebilen, güçlenebilen sürü/grup üyeleri, lidere meydan okuyabilirler. Öyleyse otorite, hem kendi ayrıcalığını rekabetten korumak, hem de ayrıcalıklı pozisyonunu sağlayan yaşam tarzını devam ettirmek için gıda üzerinde de kontrol sağlayacaktır. Stalin’in özellikle Ukrayna bölgesindeki toprak sahibi köylülerden kurtulmak için bir coğrafyayı açlığa mahkum etmesiyle, toprak tarımı yapmaya başlayan Hinduların sığırı yalnız sütünden faydalanılan bir “iş hayvanı”na dönüştürmek ve bu sayede toprak veriminde istikrarı sağlamak için sığır kesmeyi bir “yeme tabusu” haline getirmesi aynı mantığın birer tezahürüdür.
Bu bakışı biraz ileri götürürsek, Marvin Harris’in The Abominable Pig makalesindeki bakış doğru olabilir: Domuz tabusu yalnız hastalık gerekçesiyle yahut bir yemekten uzak durmak/bir yemeği tercih etmekle sağlanan “grup kimliği” inşasında oynadığı rolle açıklanamaz. (Ayrıca bkz: Why Food Matters, Paul Freedman) Öyle ya, Yahve (yahut Allah) domuzu hastalık gerekçesiyle yasaklayacağı yerde yalnızca “iyi pişirin” diyebilirdi. Yaşam tarzına uygunsuzluk da gerekçe olamaz: İslam öncesi Türklerin göçebe yaşam tarzına uygun olmayan bir hayvan olarak domuz yetiştirilmemiştir; ancak domuz bir nefret objesi değildir. Takvimimizde domuz vardır, bugün bile “çocuk”larımıza “domuz yavrusu” diyoruz. İslam literatüründe Kuran’da yalnız eti yasaklanmış olsa da fiili bir “domuz nefreti” vardır, Yahudi literatüründe ise domuza bakmak bile sorunludur. Yalnız uzak durmayı değil, nefret etmeyi emreden bir dil vardır. Eski Mısır’da domuzun evvela epey prestijli ve yaygın olan konumunu kaybedişi belki de bu nefretin evrimsel nedenidir.
Domuz, besi hayvanları arasında en verimli protein kaynağıdır: Kısa sürede yavrular ve yemi ete çevirme oranı küçük ve büyükbaşlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Ancak domuz ot yemez. İnsanın tüketemeyeceği bitkileri insan besinine çeviren koyun, keçi, sığır, deve gibi hayvanların aksine, insanın doğrudan rakibidir: Kök, mantar, yemiş, tahıl ve kabuklu yemişlerle beslenir. Eski Mısır’da domuz epey yaygın ve hatta üst sınıfların özellikle tercih ettiği bir hayvandır. (Bkz: A Zooarchaeological Inquiry into Pork Consumption in Egypt from Prehistoric to New Kingdom Times, H. M. Hecker) Ancak bir süre sonra Mısır metinlerinde “buğdayın domuzlara yem edildiği”nden şikayet eden köylüleri görmeye başlarız. Nüfus arttıkça ve sınıf farkları belirginleştikçe domuz köylülerin nefret objesi olmuştur: Onlardan daha iyi beslenen ve aristokrasinin yine onlardan daha iyi beslenmesini sağlayan bir hayvan! İbrani geleneğin Mısır ilişkisi ile paralellik arz eden bu hikaye, Mısır’ın “alt sınıfı”nı teşkil eden (yahut ettiğine inanan) Yahudilerin sınıf bilincinin bir tezahürü olarak domuzu tabulaştırmış olabilir.
Her halükârda, protein kaynağına erişim her zaman egemen sınıflar tarafından kontrol altında tutuldu tespitinin aleyhinde hiçbir kanıt yok – bunu basit bir hakikat olarak kabul edebiliriz. Bu iş öyle bir raddeye varmıştır ki, sair günlerde et ve hayvansal ürün (özellikle tereyağı) tüketimini yasaklayan kilise, daha sonraları bu yasağı delmek isteyen varlıklı insanlara endüljanslar satmış ve bu mesele Protestanların Katolisizme eleştirileri arasında ciddi yer tutmuştur – Rouen Katedrali’nin bir kulesine bu yüzden “tereyağı kulesi” adı takılmış; kulenin finansmanı tereyağı yeme izin belgeleriyle sağlandığı için. Bugün dahi İngilizce’de sınıf ayrımı yemek isimlerinde kendini gösterir: Hayvan isimleri Anglo-Sakson etimolojiden türerken, et isimleri Norman Fransızcası etimolojiden türer; zira köylüler uzunca bir süre Anglo-Sakson, soylular Norman kültürünü muhafaza etmişlerdi. (Sheep – mutton, cow-veal gibi) Hemen bütün Avrupa’da soylular ve yer yer kilise, ne zaman hayvan kesileceğini, yani ne zaman et tüketileceğini belirlemişler, bu yasağı delenlere ciddi cezalar getirmişlerdi. Hatta buna alternatif olarak av hayvanlarından protein edinmeye çalışan köylüler av yasaklarıyla durdurulmuş, bütün Avrupa feodalizminin en belirgin özelliklerinden biri, kaçak avlanmayı ölüme varan cezalara layık gören bir hukuk sistemi olmuştu. Köylülerin köylü kalmaları, tarlada verimli çalışabilecek ancak diğer fonksiyonların gelişimini desteklemeyecek bir diyetle beslenmelerine bağlıydı.
Bugün bütün dünyayı saran vejetaryenlik-veganlık furyası, yeni bir protein kontrolü rejiminin ayak sesleri gibi geliyor. İnsanlara yalnız besin olarak değil, bütün tüketim alanlarında hayvansal ürünlerden uzak durması öğütleniyor. Fakat insanoğlu basitçe omnivor bir hayvan ve hayvansal besin alması gerekiyor. Özellikle belli hayvansal yağları tüketmediğinde, protein alamadığında ölümle sonuçlanan hastalıklar yaşıyor. Bu yüzden alternatifler yaratmak zorundalar. Alternatifler ekseriyetle geleneksel olandan daha pahalı. Hele ki kozmetik vs alanında sağlıklı, bitkisel gibi propagandalarla satılan ürünler, eşdeğeri ürünlerden kat be kat pahalılar. Artık protein tüketme izni satılmıyor da, protein tüketiminin ayıp olduğuna inandırılıyoruz, bu ayıptan kaçmak için de daha pahalı/daha zahmetli ve her zaman daha az besleyici ürünlere yönlendiriliyoruz.
Bunun adı protein vergisidir. Aristokrat sınıflar, şekeri önce kendi ayrıcalıklarının bir simgesi yapmışlar, hatta çürük dişi bile gurur vesilesine dönüştürmüşlerdi. Ancak üretim arttıkça ve şekerin besleyici fakat uzun vadede faydasız özellikleri keşfedildikçe, alt sınıfların en yaygın gıdası haline getirdiler. Literatürde soya proteinleri verilen maymunların itaatkar ve yakınlık kurmaktan kaçınan davranışlar sergiledikleri (ve aynı zamanda endişe kaynaklı agresyonlarının arttığı) tespit edilirken, protein tüketiminin zihin fonksiyonlarının sağlıklı işlemesi için bir gerek-şart olduğu açıkken, insanların et tüketmesini engelleyecek furyalar, onları aynı rap müzik, queer theory yahut post-modernizm gibi kişiliksiz, hedefsiz, aidiyetsiz “işçi arılar”a çevirmek isteyen bir zihnin ürünleridir.
Ayrıca bkz:
Alt-İnsanın Müziği: Rap
Bir Komplo Teorisi: LGBT Kampanyasının Ekonomisi
Aydınlanmanın Fosseptiği
Z Nesli Değil, Mülksüz Nesil
M. Bahadırhan Dinçaslan
Avcı hayvanlardaki yiyecek önceliğine benzer bir şekilde, insanoğlunun evrimsel serüveninde erkek, baba, şef, avcı (…) her zaman yemede öncelikli kabul edilmiş, protein kaynağının en verimli kısımlarını uhdesine almıştır. Sürü liderinin karaciğeri kendi payı kabul etmesi gibi, besin kaynağının en besleyici kısmı her zaman “otorite”nindir. Bu tersten de okunabilir: Yeterli protein alıp gelişebilen, güçlenebilen sürü/grup üyeleri, lidere meydan okuyabilirler. Öyleyse otorite, hem kendi ayrıcalığını rekabetten korumak, hem de ayrıcalıklı pozisyonunu sağlayan yaşam tarzını devam ettirmek için gıda üzerinde de kontrol sağlayacaktır. Stalin’in özellikle Ukrayna bölgesindeki toprak sahibi köylülerden kurtulmak için bir coğrafyayı açlığa mahkum etmesiyle, toprak tarımı yapmaya başlayan Hinduların sığırı yalnız sütünden faydalanılan bir “iş hayvanı”na dönüştürmek ve bu sayede toprak veriminde istikrarı sağlamak için sığır kesmeyi bir “yeme tabusu” haline getirmesi aynı mantığın birer tezahürüdür.
Bu bakışı biraz ileri götürürsek, Marvin Harris’in The Abominable Pig makalesindeki bakış doğru olabilir: Domuz tabusu yalnız hastalık gerekçesiyle yahut bir yemekten uzak durmak/bir yemeği tercih etmekle sağlanan “grup kimliği” inşasında oynadığı rolle açıklanamaz. (Ayrıca bkz: Why Food Matters, Paul Freedman) Öyle ya, Yahve (yahut Allah) domuzu hastalık gerekçesiyle yasaklayacağı yerde yalnızca “iyi pişirin” diyebilirdi. Yaşam tarzına uygunsuzluk da gerekçe olamaz: İslam öncesi Türklerin göçebe yaşam tarzına uygun olmayan bir hayvan olarak domuz yetiştirilmemiştir; ancak domuz bir nefret objesi değildir. Takvimimizde domuz vardır, bugün bile “çocuk”larımıza “domuz yavrusu” diyoruz. İslam literatüründe Kuran’da yalnız eti yasaklanmış olsa da fiili bir “domuz nefreti” vardır, Yahudi literatüründe ise domuza bakmak bile sorunludur. Yalnız uzak durmayı değil, nefret etmeyi emreden bir dil vardır. Eski Mısır’da domuzun evvela epey prestijli ve yaygın olan konumunu kaybedişi belki de bu nefretin evrimsel nedenidir.
Domuz, besi hayvanları arasında en verimli protein kaynağıdır: Kısa sürede yavrular ve yemi ete çevirme oranı küçük ve büyükbaşlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Ancak domuz ot yemez. İnsanın tüketemeyeceği bitkileri insan besinine çeviren koyun, keçi, sığır, deve gibi hayvanların aksine, insanın doğrudan rakibidir: Kök, mantar, yemiş, tahıl ve kabuklu yemişlerle beslenir. Eski Mısır’da domuz epey yaygın ve hatta üst sınıfların özellikle tercih ettiği bir hayvandır. (Bkz: A Zooarchaeological Inquiry into Pork Consumption in Egypt from Prehistoric to New Kingdom Times, H. M. Hecker) Ancak bir süre sonra Mısır metinlerinde “buğdayın domuzlara yem edildiği”nden şikayet eden köylüleri görmeye başlarız. Nüfus arttıkça ve sınıf farkları belirginleştikçe domuz köylülerin nefret objesi olmuştur: Onlardan daha iyi beslenen ve aristokrasinin yine onlardan daha iyi beslenmesini sağlayan bir hayvan! İbrani geleneğin Mısır ilişkisi ile paralellik arz eden bu hikaye, Mısır’ın “alt sınıfı”nı teşkil eden (yahut ettiğine inanan) Yahudilerin sınıf bilincinin bir tezahürü olarak domuzu tabulaştırmış olabilir.
Her halükârda, protein kaynağına erişim her zaman egemen sınıflar tarafından kontrol altında tutuldu tespitinin aleyhinde hiçbir kanıt yok – bunu basit bir hakikat olarak kabul edebiliriz. Bu iş öyle bir raddeye varmıştır ki, sair günlerde et ve hayvansal ürün (özellikle tereyağı) tüketimini yasaklayan kilise, daha sonraları bu yasağı delmek isteyen varlıklı insanlara endüljanslar satmış ve bu mesele Protestanların Katolisizme eleştirileri arasında ciddi yer tutmuştur – Rouen Katedrali’nin bir kulesine bu yüzden “tereyağı kulesi” adı takılmış; kulenin finansmanı tereyağı yeme izin belgeleriyle sağlandığı için. Bugün dahi İngilizce’de sınıf ayrımı yemek isimlerinde kendini gösterir: Hayvan isimleri Anglo-Sakson etimolojiden türerken, et isimleri Norman Fransızcası etimolojiden türer; zira köylüler uzunca bir süre Anglo-Sakson, soylular Norman kültürünü muhafaza etmişlerdi. (Sheep – mutton, cow-veal gibi) Hemen bütün Avrupa’da soylular ve yer yer kilise, ne zaman hayvan kesileceğini, yani ne zaman et tüketileceğini belirlemişler, bu yasağı delenlere ciddi cezalar getirmişlerdi. Hatta buna alternatif olarak av hayvanlarından protein edinmeye çalışan köylüler av yasaklarıyla durdurulmuş, bütün Avrupa feodalizminin en belirgin özelliklerinden biri, kaçak avlanmayı ölüme varan cezalara layık gören bir hukuk sistemi olmuştu. Köylülerin köylü kalmaları, tarlada verimli çalışabilecek ancak diğer fonksiyonların gelişimini desteklemeyecek bir diyetle beslenmelerine bağlıydı.
Bugün bütün dünyayı saran vejetaryenlik-veganlık furyası, yeni bir protein kontrolü rejiminin ayak sesleri gibi geliyor. İnsanlara yalnız besin olarak değil, bütün tüketim alanlarında hayvansal ürünlerden uzak durması öğütleniyor. Fakat insanoğlu basitçe omnivor bir hayvan ve hayvansal besin alması gerekiyor. Özellikle belli hayvansal yağları tüketmediğinde, protein alamadığında ölümle sonuçlanan hastalıklar yaşıyor. Bu yüzden alternatifler yaratmak zorundalar. Alternatifler ekseriyetle geleneksel olandan daha pahalı. Hele ki kozmetik vs alanında sağlıklı, bitkisel gibi propagandalarla satılan ürünler, eşdeğeri ürünlerden kat be kat pahalılar. Artık protein tüketme izni satılmıyor da, protein tüketiminin ayıp olduğuna inandırılıyoruz, bu ayıptan kaçmak için de daha pahalı/daha zahmetli ve her zaman daha az besleyici ürünlere yönlendiriliyoruz.
Bunun adı protein vergisidir. Aristokrat sınıflar, şekeri önce kendi ayrıcalıklarının bir simgesi yapmışlar, hatta çürük dişi bile gurur vesilesine dönüştürmüşlerdi. Ancak üretim arttıkça ve şekerin besleyici fakat uzun vadede faydasız özellikleri keşfedildikçe, alt sınıfların en yaygın gıdası haline getirdiler. Literatürde soya proteinleri verilen maymunların itaatkar ve yakınlık kurmaktan kaçınan davranışlar sergiledikleri (ve aynı zamanda endişe kaynaklı agresyonlarının arttığı) tespit edilirken, protein tüketiminin zihin fonksiyonlarının sağlıklı işlemesi için bir gerek-şart olduğu açıkken, insanların et tüketmesini engelleyecek furyalar, onları aynı rap müzik, queer theory yahut post-modernizm gibi kişiliksiz, hedefsiz, aidiyetsiz “işçi arılar”a çevirmek isteyen bir zihnin ürünleridir.
Ayrıca bkz:
Alt-İnsanın Müziği: Rap
Bir Komplo Teorisi: LGBT Kampanyasının Ekonomisi
Aydınlanmanın Fosseptiği
Z Nesli Değil, Mülksüz Nesil
M. Bahadırhan Dinçaslan
"Fakat insanoğlu basitçe omnivor bir hayvan ve hayvansal besin alması gerekiyor. Özellikle belli hayvansal yağları tüketmediğinde, protein alamadığında ölümle sonuçlanan hastalıklar yaşıyor. " Bu tümüyle yanlış. Uzun yıllardır bu konuda çalışan, yayın yapan bir hekimim. Sizle aynı şeyleri savunan yayınlar oldu, hala da var ancak çoğunlukla materyal metodları kusurlu. Tersini de yazayım hadi, vegan vs. beslenmek daha sağlıklı demek de yanlıştır. Fakat şu apaçık bir gerçek ki insan hayvansal proteine ihtiyaç duymaz. Vegan olmadığımı da belirteyim (bir önemi varsa)
Veganizm'e de harika bir bakış açısıyla yaklaşmışsınız hocam. Kültürel marksizme ait sayılabilecek konuları tamamen verilere dayalı, mantığa ve akla uygun şekilde topa tuttuğunuz (bu yazınız ve sonda belirttiğiniz diğer makaleleriniz) en beğendiğim içeriklerinizden oldu. (x2 alkış emojisi) :))