Seküler Milliyetçilik - II: Türk Milliyetçilerinin Eylem Planı

TAKİP ET

Seküler Milliyetçilik 2[1] Türk Milliyetçilerinin Eylem Planı

 

Kuşbakışı

an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar

Seküler Milliyetçilik 1 – 21.Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi[2] çalışması Türk milliyetçilerine güncellenmiş ama mutlak rasyonel dizgeye oturtulmuş yeni bir ideologya örgüsü idi.

1.kitapta, müellifin bana aks eden fikrî portresi ve şahsiyet imgelemi şunlar idi: Milliyetçi hareket ve düşün çevresinde yetişmiş; hareketin kuramsal , tarihini ve dolayısı ile öncülerini, retoriğini, kitlesini, geçirdiği oluşum, dönüşüm ve kırılma safhalarını bilen bir Türk aydını. Hatta hareket içinde kimi zaman fâil, kimi zaman mef’ûl, kimi zaman makbul, kimi zaman mecbur ve mehcur da olmuş/bırakılmış bir Türk aydını. Harekete doğrudan ve dolaylı katkıları, harekete dair eylem ve söylemlerinden dolayı tabii.

Seküler Milliyetçilik - I: Türk Milliyetçiliğine Güncel - Rasyonel Yol ve Yordam Önerisi

Mahallesini seven aynı zamanda mahallesinden rahatsız olan ve hatta mahallesindekileri rahatsız etmek isteyen biri M. Bahadırhan Dinçaslan. Ne içinde çemberin ne de büsbütün dışında. Kendisini ve çevresini devamlı “ırgalayan” bir Türkçü aydın. Bu yüzden oylumlu bu yüzden memnuniyetsiz

Memnuniyetsiz insan ya arar, ya küser, ya boş verir. Dinçaslan, üçünü de yapmıyor. Müktesebatını değişen hayat ve toplum yapısı ile yüzleştirdikten sonra, harekete yeni bir kaftan / istikamete yeni bir navigasyon / öyküye yeni bir söylem teklif etmişti 1.kitapta.

2.Kitap, biçilen kaftanın içindeki vücudu, rotanın yolcularını, öykünün kahramanlarını muhatap alıyor ve yakası açılmadık ültimatomlarla dolu. Bunun için kımıl kımıl, bunun için baharatlı, bunun için muzip, bunun için öfkeli, bundan dolayı Net. Birinci kitap, evlilik teklifi idi; ikinci kitap gerdek.

Gün akşamludur devletlû.

 

I.Noblesse Oblige – Tüüüüürküm… Öyleyse Mecburum.

 

“az budunug öküş kıldım, çıgany budunug bay kıldım”[3]

Seküler Milliyetçilik 1 kitabına dair yaptığım değerlendirmenin bir yerinde, “Dinçaslan, “muhafaza”dan değil, “inşa”dan yana demiştim. Ve devamında İnşa etme işlevini önemsediğim için milliyetçiyim (SM 1, s.131)” cümlesini, düşüncemi kuvvetlendirme adına metinden aparmış, “Dinçaslan’ın çağrısı/ütopyası Bir Millet Yaratmak oluyor böylece.” demiştim.

*

2. kitapta, irşadın kürsüsünden inip, ağzına kulak tutan Modern çağın seküler Türklerini karşısına oturtuyor; temas, bu kitapta maksimum. Kim bu temas edilen muhataplar?

Modern çağı kavramış, çağın gerekliliklerinin ayırdına varmış, mevcuttan rahatsız, iki âlemin  arasına sıkışmış, geleneği ve inancı -çoğunun- bir nazar boncuğu tadında kültürel aidiyet ve kimlik aparatı olarak kabul ettiği, bilinçli veya bilinçsiz ideali arayan / idealin hasretini çeken, sahip olduğunu hissettiği potansiyeli nereye kanalize edeceğini bilmeyen, onca seçenek arasında çözümsüz kalan, öz yurdunda garip öz vatanında parya olmaya başladığının farkında OLAN ama ne beyân-ı hâle cür’et ne feryâda takati – ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudreti  OLMAYAN Türkler:

Şafak sancısı çeken çıngıraksız ve rehbersiz deve kervanı yahut cennetten sürgün yemiş ve kökü havada solgun - küskün ve ölgün bir Tûba ağaçları. 

Yeni cemiyet, yeni vatan, yeni sosyete bu insan malzemesi üzerine “inşa” ve “ibka” edilecek. Çünkü onlar, belli etmeseler de, gelenekselin içinde fosilleşmeyi kabul etmeyen, arayan, soran, tatmin edilmesi zor, rahatsız kitle. Düşünen kahir ekseriyetinin hal ve tavrından şu cümleler fışkırıyor:

Biz, şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız, bir yığın mukayeselerle dolu. Dede’yi Wagner olmadığı için; Yunus’u Verlaine; Bâkî’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde, çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden yeni bir terkip bekliyor; biz, misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübelerini yaşamağa çalışıyoruz.[4]

Dinçaslan; 2. Kitapta, zeminimize ayak basıyor, Temiz Türklere sesleniyor, paradoks ve ironi ile dikkatleri topluyor; bazı satırlarda, -karanlıkta duysalar- çoğunun salavat getireceği tekliflerde bulunuyor. Hava kurşun gibi ağır olduğu için bağır bağır bağırıyor, demir eritmeğe çağırıyor. Teorinin soyutluğu yerini paldır küldür yıkılan bulutlara bırakıyor. 2.kitap bu yüzden kıpır kıpır, civcivli, külhani, sakıncalı, sayfalarına yakamozlar saplı.

Sakıncalı… Çünkü mesuliyet yüklüyor kendisine kulak tutanlara. Türk milleti adına derdi olan, aklı olup kelama gelen ve “burdaaa’” diyen herkes “var” yazılıyor, “mes’ul” tutuluyor. “Başla” tuşuna basılıyor bu kitapta. Nicelik de umurunda değil. Hedef kitle, çok değil öz insan olduğu için kalabalık umurunda değil. Kalabalık denilen dalkavuk ve demagog yatağında, mantık değil heyecan ve galeyan olur yalnızca. Meseldir ve yeridir: Kaç kişi vardı Bandırma Vapuru’nda? 19 soylu ve mecbur insan.

Seküler milliyetçilik basit istatistik – matematik hesapları yaparak “toplumun tamamını kapsama” gibi bir usul hatasına düşmemeli ve kendi pozisyonunu dayatan, Temiz Türkler diyebileceğimiz iyi eğitimli, iyi gelirli, yasalara saygılı, modern ve uzun vadeli siyasi beklentileri olan kesimin temsilini üstlenmelidir.[5]

O halde neye mecburuz? Soylu/Temiz, esen, tetik, mukadderse tek ve illâ Türk kalmaya.

II. Bir İade-i İtibar, Bir Teslim-i Hakikat

SM 1’de teorinin engin ve soyut vahasında düşünce ve tasavvurlarıyla baş başa bir iç monolog vardı. Bu kitapta, Çoğu zaman sımsıkı kenetlenmiş bir çene ve tuşlara yumruk atarcasına vurulan parmaklar eşliğinde bir çağrı var. (SM 2:9). Kitap, 5 bölüm ve bir Mersiyeden oluşuyor. İlk iki bölümün mahrek noktası sekülerleşmek. 7 alt başlıktan oluşan 1.bölümde -şablon söylemlerin onmaz papağanlarının aksine- fikri aşerenin şamar oğlanına çevirip “getirin Mazlum’u!” durumuna soktuğu ve aslında sekülarizmin ebeveynleri olan feodalizm ve soylulara (ve burjuvazi’ye[6]) iade-i itibar yapılıyor. Feodal vassallar, Kral ve Kiliseye karşı somut bir güç; feodallerin prima interpirus’u soylular da bu gücün temsilcisi olarak monarkla pazarlık masasına oturan; dolayısıyla Kilise’yi gökten yere; monarkı tahttan anlaşma masasına oturtan zümre olarak takdim ediliyor:

… meselâ İngiltere’de Norman istilası sonrasında yaygınlaşan taştan kaleler ve küçük soylular arasındaki ittifak, Kralı tahdit edecek bir güce ulaşabiliyordu. Magna Carta böyle imzalanmıştır. (SM 2:22)

Feodalizm, çok merkezlilik ve güç dağılımı olmakla kalmıyor bu çok merkezlilik, “hukukun üstünlüğü” fikrinin mayalanmasına da sebebiyet vermiştir. (SM 2:26)

Sekülarizmin orijinini yerli yerine oturtmakla başlanıyor SM 2’ye. SM 1 için yazdığım değerlendirmede, Dinçaslan’ın yabancı literatürü fazla mühimsediğini belirtmiştim. Bu yazıyı yazmak için, aldığım notları karıştırırken farkına vardım ki, sekülarizm, Batı’nın toplumsal süreci içinde ve Batılı kurum ve aktörlerin birbirleri ile yaptığı çekişmelerin nur topu gibi evladı ve/veya torunu. Tarhana çorbası tarifi ile Pizza anlatılamazdı elbette. Dinçaslan’ın bu babda hakkını teslim ederim fakat yalnız Sekülarizm bahsinde:)

Bir tarihe ve bir maziye sahip olmanın bazı imkânsızlıkları vardır. Bunun gibi Greko-Latin kültüründen ve onun ölçü hissinden de ancak istifade edebilirdik. Onların dünyasına kendi unsurlarımızdan doğmamız gerekiyordu.[7]

Kadraj aniden zeminimiz ve tarihimize dönüyor: Dinçaslan, bizde Batılı manada feodalitenin hiçbir zaman olmadığını gerekçesiyle izah ediyor.

Hiçbir sipahi beyi, ortalama bir baronun hatta topraklı şövalyenin krala karşı sahip olduğu güce ve mevzie sahip değildir. Tımarlar, kalıcı bir kontrat olarak değil, geçici bir lütuf olarak verilir ve tımarları alanlar fiilen feodal beyler gibi davransalar da mülkün şartlı ortak olarak dahi sahibi değillerdir.[8]

Okur, feodal ve soylu işbirliğinin, Kral ve kilise ile karşılıklı etki ve yetki alanlarını bir misaka bağlayıp, çok merkezli ve çok hukuklu yapının oluşumuna katkıda bulunarak liberal hukukun temellerini daha orta çağda atmış olmasına haset ediyor. Bu arada bilmem tevafuk, bilmem “aklın yolu birliği” Dinçaslan,  Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) literatürüne gönderme yapıyor.

Nota Bene:

Dinçaslan, konunun sadedden uzaklaşmaması düşüncesi ile, “bizdeki Tımarlı sipahi beyleri, Avrupa’daki feodaller ile karıştırılmamalı” uyarısının altına müddeayı açıklayan bir paragrafla konuyu kapatır. Oysa mühim meseledir. Çünkü, Soylu, bujuvazi ve feodal işbirliği, yaptığı izdivaçla, Avrupa’yı, Orta Sınıf denen ve Millet olma sancısını en derininde yaşayan kurucu sınıfa gebe brakmıştır.

SM 1’de Dinçaslan, Orta Sınıf’ın hayatiliğini Orta Sınıf: Stabil Toplumun Harcı alt başlığında açıklamıştı. Hem de ağyarını mâni efrâdını câmi bir şekilde. (SM 1, s.155-158).

Bu arada milliyetçi zekâların ekonomi-politik değerlendirmelerde bulunması, onlara ne de güzel yakışıyor.

Dinçaslan, kendi deyimi ile varlığı demokrasiyi mümkün kılan Orta Sınıfın ehemmiyetini belirttikten sonra; bir millet paradigmasında Orta Sınıf’ın olmaması halinde yaşanacak kâbusu da şöyle haber veriyordu:

Büsbütün eşit bir toplum, dinamizmini kaybeder, eşitsizlik makası açılmış bir toplumsa toplum olma özelliğini yitirir. (SM 1, s.155).

Oysa monarkın/Tek Adamın meşruiyetinin dayanağı, Feodalin / Modern çağda Çok uluslu şirketlerin insan kaynağı ve mamullerini sunduğu muazzam kitle Orta Sınıf’tır.

 

Gel de Yunus’u hatırlama:

Yerden göğe küp dizseler

Birbirine bend etseler

Ortasını bir çekseler

Seyreyle sen gümbürtüyü.

 

İşte bizde hiç olmayan, Cumhuriyetle neşv ü nema bulup palazlanan, gelecek nesilleri değil gelecek seçimleri düşünen siyasilerce -bilinçli bir şekilde- kadük bırakılıp yurdu terk etmeye mecbur, yahut taraf tutma metazorisine maruz kalan veya bana dokunmayan yılan bin yaşasın hissizliğine zorlanıp; demokrasi oyununda önüne konan liderlere oy verip işporta siyasetin “hınk deyicisi” haline getirilen Orta Sınıf bu derece önemlidir.

Şu halde, sağlıklı bir demokrasi ve serbest piyasanın işlemesi için küçük mülkiyet sahipliği ve Orta Sınıfın güçlendirilmesi, milliyetçiliğin en öncelikli kavgalarından biridir.[9]

 

Çünkü, hukuk ancak güçlü orta sınıf varsa işleyebilir ve muktedirlerin kendilerine meşruiyet devşirdiği bir aparat olabilir.[10]

 

Osmanlı Devleti’nde XV-XIX. Yüzyıl idare paradigması gayet net idi. Piramidin en üstünde Hânedan tüm mülkün sahibi idi: Memâlik-i Âl-i Osman / Osman ailesinin mülkleri. Sonra hazineden geçinen, kimliği ve aidiyeti yalnız Sultan oluruna bağlı Seyfiye (Devşirme vezirler ve Kapıkulları, toprağı devlet adına işleten Sipahiler), İlmiyye (Şeyhülislam ve Kadılar ki, nizâm-ı âlem adı verilen, gerçekte ise kurulu düzenin devamına çalışan devlet dini/sünni İslâm ve bürokrasisinin uygulayıcıları) ve nihayet sürü anlamına gelen Reaya (yani halk, vergi ve asker verir).

 

İslâm ve Osmanlı hocalarının hazırladığı Nizam-ı âlem’in ekonomi-politik formülü de dua gibi idi:

 

Lâ mülke illâ bi’r rical / Devlet adamları olmazsa devlet olmaz

Ve lâ ricale illa bi’s-seyf / Asker olmazsa büyükler olmaz

Ve lâ seyfe illâ bi’l mâl / ürün olmazsa asker geçinemez

Ve lâ mâle illa bi’r raiyye / sürü/halk olmazsa mal/ürün olmaz

Ve lâ raiyye illâ bi’l adl / adalet olmazsa sürü/halk olmaz.[11]

 

Görüyoruz ki bu sistemde devlet ve Saray, halk sınıflarının çıkarlarını ve isteklerini temsil etmez. Onun için Osmanlı sistemi hangi sınıflara dayanıyordu diye sormak abes. Hiçbir sınıfa dayanmıyor, sınıfları devlete dayandırıyordu! Devletin sınıflara dayanacağı da yoktu zaten. Tersine, böyle bir fikir en korkulan fikirdir. Toplum sınıflarının devlette bir rolü olması, onlarca düzene “ihtilâl” getirir.[12]

 

Müsadere adı verilen sistemle kişisel kapital birikimi ve mülk edinmeye asla izin verilmiyordu. Devletin başı Hanedan, kıçı Reaya idi ve bu etrâk-i bî-idrâk Seyfiyye ile İlmiyye’yi doyurmakla mükellefti. Gövde / Orta Sınıf yoktu. Çünkü nizam, iktidara / nizam-ı âleme tehdit oluşturacak herhangi bir oluşuma sıkı sıkıya kapalıydı.

Despotik kapıkulu – bürokrasi devletine feodal bir düzen kabul ettirmek imkânsız bir şeydir. O, bütün varlığını feodal bir sistemin yokluğuna borçludur. Feodal bir statüyü, feodal bir yasayı (örneğin İngiliz Magna Carta’sında olduğu gibi) devlete kabul ettirmek mümkün olmamıştır. Hatta iki yüz yıl sonra [1808] “Sened-i İttifak” anlaşması deneyinde görüldüğü gibi, XVI. yüzyıl sipahilerinden çok daha güçlü “derebeyler” zamanında bile bu olmamıştır.[13]

 

Kâtip Çelebi, Koçi Bey, Peçevî, Nâima gibi hazineden geçinen aydınlarımız da Keşifler çağında İbni Haldun öğretileri ile yaraya merhem olmaya çalışıyordu. Uleması böyle olan devlette, Sultan III.Mustafa da, mektupla Prusya kralından nizâm-ı âlem için Müneccim istiyor; “iyi bir ekonomi – teknikle mücehhez iyi yetiştirilmiş bir ordu – iyi bir millet ve tarih bilinci” cevabını alınca işi Allah’a havale ediyordu:

 

Yıkılubdur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devleti çarh-ı denî kamu verdi mübtezele

Ebvâb-ı saadette gezen şimdi hep hazele

İşimiz kaldı heman merhamet-i lem-yezele!

 

 

III. “Havet" Diye Cevap Olmaz

din, şahsi ve muhteremdr

1.bölümün son alt başlığı: Vekâleten İman: İnançlı Birey, Seküler Toplum.

Dinçaslan’ın çalışmasının bence en sisli kısmı. Birbiri ile çelişen önermeleri var. Ben bunun sebebinin Dinçaslan’ın bu konudaki fikirlerinin netleşmemiş olduğunu düşünmekteyim. Bunu bana düşündüren de Dinçaslan’ın kendisi. Okurunu dürttüğü içindir ki SM 2 kıpır kıpır, cıvıl cıvıl.

Anketör: Din gerekli midir sayın Bahadırhan Dinçaslan?

Dinçaslan: Havet.

Anketör: Efendim…

Dinçaslan: Hayır ama evet.

Dinçaslan’ın din konusuna yaklaşımında ellemen kumda oynasınlar, tavrı var. Hani sizin için önem arz etmeyen bir şey, bir kitle için (anlam veremediğiniz biçimde) mühim olur da, iyi madem dersiniz ya, işte öyle bir şey.

Dinçaslan, özellikle Katolik Avrupa’daki ruhban sınıfın (reform sonrası Aydınlanma çağında) kitlelerin rahiplere göre, [kiliseye/rahiplere] uyarak ve hem iman hem ibadet için onları vekil tayin ederek iman ettikleri bir düzen olarak açıklıyor Vekâleten imanı. (SM 2: 29) Böylece dinî alanı ehline terk eden toplum, hayatın geri kalanıyla daha ilgili olacaktır.

Din savaşları, rönesans ve reformu yaşamış, 18.yüzyılda Aydınlanma dönemini yaşayıp bilime aktarılan pozitivizm ile 19. Yüzyılda endüstrileşme, sanayileşme evreleri yaşayan ve denizaşırı ülkelerde koloni, dominyonlar kuran Avrupa’nın 19. Yüzyılda vardığı nokta bu. Hemen 4 asra yayılmış ve bedeli engizisyon mahkemelerinde, Yortu katliamlarında ödenmiş bir süreç.

Batı’nın Doğu, özelde Doğu’nun ilk Laik/Seküler tecrübesini hâlâ ağzı burnu kırılarak yaşayan Türkiye ile arasındaki zamansal ve zihinsel makası hesaba katan Dinçaslan, bir “arayüz” teklifinde bulunuyor: Hem Türk toplumu, aslında dine ta Dede Korkut’un Deli Dumrul’undan beri (Koca Tanrı’yı bilen ama Azrail’in can alıp can verdiğini bilmeyen konar göçer Oğuz aşiretleri) Tanrı’yı, İslâm ekollerinin katı fıkıh ve kelam geleneğinden âzâde yorumlamaya açık.  

Dinî inancı izafilik ve kayıtsızlığa terk etmeyi, inancın şahsileşmesi ve çeşitlenmesi’ni gerekli görüyor.

Bu akımlar ve yorumlar büyük bir cüsseye erişip tekelleşme tehlikesi arz etmedikçe, izafilik pekiştiren bir ortam, hangi inançtan olursa olsun müminlerin seküler bir zemin gerekliliğini idrak etmeye daha yatkın bir zihin yapısına yaklaşmasında faydalı oluyor. (SM 2: 36).

“Ortam”dan kasıt, Tarikat, Cemaat dışı seküler bağlamlarsa, dine dair izâfî bir düşünce sahibi olmak bile dinî bir bilgi birikimi gerektirir. Yoksa, “ya bir güç var tamam mı; ama Tanrı mıdır evren midir bilemem”, yahut “dinde zorlama yoktur bir kere!” pasif direnişi ve anlam arayışının dışına çıkılamaz.

Bu sebeple, din konusunda gerçek bir sekülerleşme ancak dini iyi bilerek gerçekleşir düşüncesindeyim. Önermem oksimoron içeriyor gibi. Batının sömürgesi olmamak için nasıl gerçek manada Batılılaşmak gerekiyorsa; müritlikten müminliğe geçişin de böyle olacağına inanıyorum.

Orta çağda kollektif bir şuur ve vicdan hakimdi. Çünkü, üretimi değil fethedilen yerlerden alınan vergi ile sistemin finansmanını sağlayan, bu edimi meşruiyet adına “ilâ-yı kelimetullah” örtüsüne büründüren salanat için kaynağını sosyal, ekonomik ve politik çekişmelerden alan bir ideoloji yoktu. Zihni, türlü faaliyetlere ayrılmış modern insan için din, ideoloji değil ruhsal arınma, aidiyetin bir imgelemi, kültürel renk olduğu için bir arada tutmasa da zaman zaman bir araya getirici bir tutkal. Ve en önemlisi, “neden varım?” sorusuna ruhu tatmin edici cevap verecek tek olgudur.

Dine, bir kültür meselesi olarak bakmayı, bu sebeple de liselerde, her şubede artan bir yoğunlukta Karşılaştırmalı Dinler Tarihi okutulmasını öneriyorum. Diyanet İşleri’nin lağv edilip, tarihî câmîler hâriç tüm ibadethanelerin, mabedlerin bulunduğu bölge halkına zimmetlenmesi, ancak İmam Hatip mezunu kişilerin camilere imam tayin edilip maaşlarının devletçe ödenmesini öneriyorum.

Toplumun “dinî mükemelliği” yalnız imam sınıfının elde edebileceği bir erek olarak görüp, dünyevi işlerine daha fazla odaklanmasını temin için aşılması gereken dinî merhalelerden biri olarak görüyor Dinçaslan “Vekâleten İman’ı”. (SM 2: 37)

Sanırım bu öneriyi sekülerlerlere yapıyor. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Vaazları ile büyüyen müridler Vekâleten İman’ın dışında düşünülüyor sanırım.

Bu üç zor fiili gerçekleştirmenin en şaşalı yolu dervişin mürşidine sunduğu bir zarftır… Boş bir kağıt…Bir kalem…Bir de silgi…Kağıt ömür demek, Kalem ve silgi, benim hayatımı sen yazarsın sen silersin demek, Ben hiçim, azametin karşısında acziyetimin bilincindeyim…Sen ne yazarsan güzel…Sen neyi silersen güzel demek…İstediğin gibi yaşat…İstediğin gibi öldür demek!…”  lafazanlıkları ile büyüyen Tarikat/Cemaat çevresi, 1000 yıldır rûhi vekâlet ve akli vesayet altında değiller mi?

Hem dinî mükemmellik ne demek? Siyer, fıkıh, kelam, tefsir, hadis bilgisi mükemmel olup karısını erkek jinekoloğa götürmekten çekinen, yalnız müktesebatına binaen mükemmel olabilir mi? Kur’ân’ı tecvitle okuyup hıfz eden, ayetlerin nüzul sırasını bilen ve hatta ömründe yalana, dolana, rüşvete, torpile bulaşmamış olduğu halde; vergi ve gelir adaletsizliğine tek cümlesi olmayan imam, mükemmel olsa ne olur. Oysa, Hazreti Muhammed net yapmıştı dinin tanımını: Din, samimiyettir.

İnsan gibi, iman da mesuliyetle başlar. Herkese kefil ama zâtından mesul, toplumla maksimum mesafe minimum temas içindeki mükemmel din adamlarının, ancak bir namazlık vekâleti olabilir taht misali o musalla taşında.

Mükemmel din bilginine toplumla ilgisini, öte dünyaya dair “vekâlet”e bağlayıp (aslında onlara git kumda oyna deyip) onları bir de meal okuyarak dinden kendi yorumlarını çıkarmaya teşvik etmek (SM 2: 37) müvekkilin vekili sınaması anlamına gelmez mi? Bu Türk tipi katolisizm projesi, fizibilitesi aceleye getirilmiş iyi niyetli ama erken doğan çocuk gibi geldi bana. Çünkü to be or not to be’si, yani Havet’i çok fazla.

Tanrı’nın insanlardan nihayi isteğinin yalan söylememek için Tanrı’dan korkmaya gerek duymayacak olgunluğa ulaşmaları, yani deizm olduğuna inanıyorum. Tüm dünyadaki süreci de bu doğrultuda görüyorum. Yarının iyi insanı dini, dinî kurum ve dinî mükemmellerden kurtarıp içselleştirdiği zaman, din işte o zaman yalnız Tanrı’nın dini olacaktır. Çünkü en şaşmaz mekâna, vicdana emanet edilecektir.

Katedrallere, Zemzem Tower’lara, Kızılhaçlara, Kızılay’lara, Kudüs’e, Vatikan’a, Mekke’ye rağmen Filistin halkının yekununun, bir Onbaşı Gilad Şalit etmemesinin sebebi üzerinde düşünmek gerek:

Mümkün müdür; icadlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın yüzeyinde kalınsın? Mümkün müdür, bilinmesi yine de kazanç olan bu yüzeyin üzerine bile yaz tatillerinde üstü örtülen salon mobilyaları gibi, aklın alamayacağı kadar yavan bir örtü çekilmiş olsun?

Evet mümkündür.[14]

Dinçaslan, ne demişti SM 1’in bir yerinde sosyalizm ve sosyalistlere dair?

“Sosyalistlerin şu sıralarda en büyük uğraşları, sosyalizmi mümkün kılmak değil; sosyalist kimliği devam ettirebilmek. (SM 1, s.154)”

Tüm dünya dindarlarının da en büyük uğraşı, dinî yaşamı mümkün kılmak değil; dindar kimliği devam ettirmek. Minareye paratoner takıldığı günden beri din, hayatın kendisine verdiği format ile yaşayan tabu, bir kültürel miras, korkularımızda “bismillah”, beğenilerimizde “maşallah”, bayram sabahları toplu yenen “kavurma”, bir folklor unsurudur. Vizyonu, varlığın bilincine ermiş, şuurlu, hayata ve kendine hâkim, her manasıyla insan yaratmaktı.

Cemin tamama erip devri cam kalmıştır / O camdan da bu mecliste nam kalmıştır.

*

IV. Yeni Cemiyet - Yeni Vatan- Yeni Sosyete

II. Bölüm Vatandaş – Toplum – Devlet ana başlığında (SM 2: 43-88).

Bu üç olgunun teorisi yapılmıyor. Dinçaslan, Milliyetçi iktidarın eylem planında bu üç olguya dair milliyetçi pratiğin nasıl olacağı anlatmakta.

Vatandaş, bir sorumluluk karşılığı hak sahibi olacaktır. Sorumluluk almayana (vergi, askerlik, ticaret - katma değerde bulunma) vatandaş gözüyle bakılmamalıdır. Dinçaslan hak ve görev terazisi kuruyor, vazifesiz/lümpen kalabalığa tahammülü yok. (SM 2: 46) O, eğitim görmüş, belirli ücret karşılığı çalışan Orta Sınıfı, dinç bir devletin sigortası görüyor. Ancak ferdi -tüzel anlamda- vatandaş olan uluslardır ki; yöneticileri onlara, onların yarattığı kaynağı ulûfe olarak sunamaz. Vergisinin akıbetini merak eden vatandaşlardır ki, hürriyetçi demokrasiyi ayakta tutarlar. (SM 2:53) Bu bakımdan milliyetçi siyaseti “sebeplerin sebebi” ve “çözümlerin çözümü” olarak, siyasetin topyekûn ihyâsı ve ıslahı için vergi bilicini artırmaktır. (SM:2:54). Bu dizayndır  ki, kalabalığı yığından Toplum kategorisine / yeni bir sosyeteye terfi ettirecektir.

Vatandaşı murakabe sahibi, hesap sormasını bilen bir devletin bürokrasisi de hızlı, etkin, âdil olacaktır. Dinçaslan’ın anahtar bir kelimesi var: Pekiştirme. Kurumlar fertleri, fertler kurumları sorgulayabilecek. Gökalp’in “hak yok vazife var” görüşü, Dinçaslan’da, “liyakatin varsa vazifen, vazifen varsa hakkın var” formülüne evriliyor. Dedik ya, yığını sevmiyor Dinçaslan.

Nitelikli vatandaş, haliyle nitelikli devleti pekiştirecektir. Tüzel bir kişilik olan devlet; kişilerle dâim ve kurumlarla kaim olacağı için ve kişiler nitelikli olacakları için; yapılan kanunlar, harcaması vatandaşça sorgulanabilen vergiler, “saygın ve özgür vatandaş”ı pekiştirecektir. (SM 2: 70).

Bu aşamadan sonradır ki, ihale dağıtan devlet, stratejik ve hayati alanların (sağlık, ulaşım, haberleşme, eğitim) aktörü olur. Nitelikli devlet, aktörlüğünü taşeronlar üzerinden haksız zenginleşme sağlayan bir zihniyetle değil düzenleme – denetleme ve gerekirse müdahale yapan ve ille de rekabet ve mülkiyete önem veren sistematiğiyle güçlü devlet olacaktır. (SM 2: 71) Bu aşamadan sonradır ki, Maslov’un ihtiyaçlar pramidinin tepe noktası Kültür (en niteliklisinden) neşv ü nema bulacaktır.

 

V. Baba - Oğul - Kutsal Ruh

Güzelliğin on par’etmez

Teoriyi pratiğe geçirme işinin bir kadro meselesi olduğu malûm. Kadro, bir doktrin/dünya görüşü etrafında birleşmiş sözcüsü/lideri olan vizyonerler grubudur. Vizyon, belirli misyonların tamamlanmasından sonradır ki hayata geçer. Misyon/stratejinin işçi arıları teşkilat/misyonerler’dir.

Dinçaslan, muzip ama cuk oturan bir analoji ile somutlaştırıyor paradigmayı: doktrin baba, lider oğul, teşkilat kutsal ruhtur. (SM 2: 82).

Buraya dikkat isterim. Dinçaslan’ın teşkilatı “kutsal ruh” sayması, lider sultası ve doktrinin dogmalaşmasına karşı aldığı bir tedbirdir. Pek rasyoneldir ve pek pekiştiricidir. Âşıkı olmadan maşuk nedir ki? Âşıktaki aşk olmasa.

 

VI.  Politik Doğruculuk yahut Postmodern Demagoji

bakın burası çok önemli

III. bölüm ile Dinçaslan, reel politiğe girişiyor. “Girişmek” fiilini tevriyeli okumayı öneriyorum. Hem temel hem mecaz anlamında. Kangrene aspirin tedavisi budalalığına – hem de sevimsiz olma pahasına – son veriyor. Kangren olan uzuv kesilir!

Türkiye (…) servetine, ekonomik gücüne kıyasladığımızda dünyanın geri kalanından kat kat fazla yük çeken yalnız ve zavallı bir ülke. (…) her halükârda kangrenle yaşamak mümkün olmadığı için bu sevimsiz “ameliyatı” yapmaya mecbur. (SM 2: 96-97).

Neden mecbur?

Türkiye, hem iki tip “kültür”ün çatıştığı, modern ve ilkel anlayışların hâlâ çekiştiği ve modernizasyonun sürdüğü, hem de etnik sorunların devam ettiği bir ülke olduğu için. (SM 2:100).

Geçen yıl, 14 Mayıs seçimlerinden biraz önce idi. Meral Akşener, katıldığı bir tv programında, moderatörün kürt meselesini nasıl çözeceksiniz? mealinde bir sorusuna muhatap olunca, kulağım dikkat kesildi, şöyle bir kaykıldım yerimden ve dinledim Akşener’in ağzından çıkan cümlelerin titrekliğini duydum ve sonra gördüm çözümsüzlük içindeki med-cezirlerinin vücut dilini allak bullak edişini.

Onlarla oturup konuşacağız. Siz, ne istiyorsunuz kardeşim, diyeceğiz ve ortak bir karara varacağız.

    Onlar kim?

    Onlar, kimleri temsil ediyorlar,

    Onlara kimler vekâlet vermiş?

    Diyarbakır’ı isteseler, ora olmaz Bitlis vereyim abime mi diyeceksiniz?

    Kendilerine “biz” diyenlerle hangi ortak noktada buluşacaksınız?

    Akşener ve müttefiklerine oy verecek seçmenin “onlarla” ortak karara varılmalı” diye bir düşüncesi varmı?

nüsha-i âşüfte-i divan-ı ömrü sorma ki / hat galat, manâ galat, imlâ galat, inşa galat

*

Onlar: Kürt etnisitesinden bir millet, akabinde bu millet sayesinde bir ulus yaratma projelerini uygulamaya koyarken Türk kimliğinin parçalanmasını bir gerek – şart gören Kürt milliyetçileri. (SM 2:119).

Dinçaslan’ın alıntı yaptığım tespiti herkesin bildiği ama politik doğrucuların evirip büktüğü, ağızlarında gevelediği bir sır.

Ulus devlet; etnisite, din, cinsel yönelime kördür. Demokrasisi tam işleyen hiçbir çağdaş ülke, HDP gibi bir partiye tahammül edemez. “% 7 ilâ 8 oyları var ama, YSK kabul etmiş, sana bana ne oluyor!” diyen Merdan Yanardağ ağızlılar, %8 uğruna %92’yi hiç sayan bir Man - kürtlüğün bilinçli ve programlı demagoglarıdır. ABD’de bir İran kökenli Temsilciler Meclisi üyesi, Kongre kürsüsünden “Humeyni’nin heykelini dikecez heykeliniii” diyebilir mi? Ayrılıkçı Kürtleri palazlandırıp, Türk devleti ve siyasetini tehdit ve şantaj etmelerine müsaade edenlerin Türk devleti ve milleti ile hiçbir alakası yoktur.

Şu da bir gerçektir HDP, kitlesi olan bir partidir. Türk milliyetçiliğinin bu konudaki eylem planı, simetrik ve asimetrik psikolojik savaştır.

1.Merhale

a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamalarının onlara kattığı avantaj her platformda anlatılmalı

b) İş, çözülmeye varırsa Türk kütlesinin nicelik ve nitelik üstünlüğü ile etraflarının çevrileceği anlatılmalı.

c) Bölge insanı, devletin vergi ve hizmet bedellerinin tahsilindeki eksiklik ve gevşekliğini, örgütün saye-i devletine borçlu olduğunu düşünüyor. Bu hizmet bedellerinin tahsilindeki gevşeklik ve görmezden gelme devam ettikçe örgüt bölge insanı üzerindeki prestijini artıracaktır. Statükonun devamını isteyecektir. Bu sebebe binaen, tolerans ve müsamahadan kemal-i şiddetle vazgeçilmeli, örgütün sözde prestiji sarsılmalıdır.

d) Bölgeye atanan idareciler, devlet ve vatan mefhumunu içselleştirmiş ve anayasaya sadakatle bağlı kişiler olacak, Türk devleti ciddiyeti, bölge halkına telkin edilecektir.

d) Örgütün etkin olduğu bölgelerde yaşam konforu tedricen azaltılmalıdır.

 

2. Merhale

Kürtler, yine de “ayrılalım” derlerse, Türk şehirlerine pasaportla girme ve Türk tüccarları ile alışveriş şartları zorlaştırılmalı, ayrılıkçı olmak maliyetli hale getirilmelidir. (SM2:124-128)

Evet bu, 1. Merhale düpedüz asimilasyondur; 2. Merhale ayrılmadır. Sorunun en rasyonel ve en doğru çözümü de budur. Belediyelerden Türkçe ihale alan, tatil beldelerinde mekânlar açan, anadilini serbestçe konuşan, konformizmi tanıyan ve seven Kürt kitlesinin ayrılıkçı kısmının -HDP seçmeninin- kendisine sunulan ideolojiye sorgusuz sualsiz ekmek bandığı için pasif, karar verici organlarının dışında ve bu organları sorgulayamadığı, sorgulamayı aklına getirmediği için ve bu sebeplerle son derece edilgen oldukları için asimilede zorluk çekilmeyeceği ortadadır.

  Türk milliyetçileri, hayati meselelerde “havet” cevabı veremezler. Jöntürk neslinin “Ya ittihat ya inhitat”; Mustafa Kemâl önderliğinin: Ya istiklal ya ölüm” parolası ortadadır. İdealin olduğu yerde vicdan muhasebesi yapılmaz. İdealistlerin güftesine en şaşmaz ve doğru besteyi tarih yazar.

 

Vatana Mersiye

Dinçaslan, ruhsal boşalmasını sona saklamıştır. Ne teori ne pratiktedir artık. Uzun ve acı bir tiraddır bu. 

Bir ülke, gençlerini “Türk milliyetçisidir diyerek tutuklayıp nasıl ayakta kalabilir? Bir ülke, kendi eliyle koyduğu hukuku, kendi gençlerine göz dağı vermek için nasıl rafa kaldırabilir? Bir ülke, azıcık hasadından pay istemek için sınırlarından içeri dolanları bağrına basıp, onun uğrunda her türlü belaya karşı durmaya hazır evlatlarını nasıl kurban edebilir? (SM 2: 153)

 

 Sonuç Yerine

Onlar -ki anlatıp seni “Kurbânınız” diye

kurban eder teseyyübe, ikbâle her şeye- Onlar senin

sâdık çocukların olamaz, hem de olmasın!

 

Sen hiç mükedder olma. Senin öz oğulların,

şefkatli kızların da var; onlar, sabûr, asil

bir aşk u fazl u hakkla senin şimdi pek melîl

pek münhasif duran o muazzez cebinine

rahşan hilâleler örecekler ve sen yine

-Şark’ın melek perisi, mübarek melikesi-

Hüsnün, mehâsinin ve füyûzunla her sesi

peşinde nağme-hîz edeceksin güneş gibi.

 

Ben böyle isterim seni: hep leyle ecnebi,

hep şûle, hep seher dolu bir cebhe-i sefîd.

Karşında ey Vatan, son terâne-i ruhum benim, medîd

bir sayha-i ümîd olacaktır Ümîd… Ümîd![15]

 

 

 

[1] M. Bahadırhan, Dinçaslan. Seküler Milliyetçilik 2 – 21.Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Pratiği, Liberus Kitap, İstanbul 2024, 160s.

[2] M. Bahadırhan Dinçaslan. Seküler Milliyetçilik 1 – 21.Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi, 3.baskı, Yenisey Kitap, Ankara 2023, 196s.

[3] Bilge Kagan. “Bilge Kagan Yazıtı”, Güney Cephesi, 10.satır.

[4] Ahmet Hamdi Tanpınar. Huzur, Dergâh Yayınları, 13.baskı, İstanbul 2004, s.251,252.

[5] M. Bahadırhan, Dinçaslan. Seküler Milliyetçilik 2, s.87.

[6] Dinçaslan, soyluları, feodallerin aralarında ittifakla seçtiği, feodalleri temsil yetkisine sahip, bu sebeple silahlı gücü de haiz kişiler olarak anlatıyor. Şehirli, ticaret yoluyla kapital birikimine sahip burjuvanın da denkleme katılması taraftarıyım. Doğrudan bir gücün karşısında olmasalar da, zevahiri kurtarmak adına denge politikaları izleyerek konjonktürün emrinde ittifakların birine dahil olup bulundukları safın edimlerine katalizör görevi yaptıklarını düşünüyorum. Hiç değilse, Kilise, Monark ve Vassalın umrunda olmayan bilim, sanat ve Voltaire’e (felsefeye) patronaj ve hamilik yaptıkları bir gerçek. Bu da sekülarizmin lansmanı için azımsanmayacak bir katkı. Bu babda, kendisinin verdiği Colombus örneğine dikkat çekerim.

[7] Ahmet Hamdi, Tanpınar. Edebiyat Üzerine Makaleler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1969, s.86.

[8] Dinçaslan, Seküler Milliyetçilik 2 , s.27.

[9] M. Bahadırhan, Dinçaslan. Seküler Milliyetçilik 1, 3.baskı, Yenisey Kitap, Ankara 2023, s.158.

[10] A.g.e., s.158.

[11] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, YKY Yayınları, İstanbul 2013, s.165.

[12] A.g.e., s.45.

[13] A.g.e., s.280.

[14] Rainer Maria Rilke. Malte Laurids Brigge’nin Notları, (çev. Behçet Necatigil), 4.baskı, Can Yayınları, İstanbul 2012, s.24.

 

[15] Tevfik Fikret, “Rübâbın Cevabı”, Rübâb-ı Şikeste, hzl. Fahri Uzun, İnkılap ve Aka Kitabevleri Kollektif Şti., İstanbul 1962, s.50.

seküler milliyetçilik türk milliyetçileri seküler milliyetçilik 2 hüseyin bülent oskay Sekülarizm