Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - IV

TAKİP ET

Uğur İsmail Aygün, Bahadırhan Dinçaslan'ın Seküler Milliyetçilik kitabını TamgaTürk okurları için inceledi.

Yazı dizisinin önceki bölümü için tıklayınız.

Dördüncü bölüm “Hürriyetçilik ve Demokrasi” genel bir toparlamayla başlıyor. Dinçaslan'ın seküler milliyetçiliği:

1- Faydacıdır
2- Sekülerdir
3- Bilimseldir.
4- Uzlaşmacıdır.

"Seküler zemin doğruyu ve faydayı tespit etmenin esastan şartıysa, hürriyet de usulden şartıdır." diyerek başlıyor Dinçaslan ve "Türk milliyetçisi nasıl bir demokrasi ister?" başlığı ile görüşlerinin derinleştiriyor.

Önce rejimin özelliği ile mekanizmasının ayrı olduğu hatırlatmasıyla başlıyor. Güzel bir örnekle de zihnimize kazıyor: Moğollar monarşiktir ancak liyakate önem verirler, 2023 Türkiye’si cumhuriyettir ancak torpille yönetilir. Yani demokratlıkla demokrasi rejimi içinde yaşamak aynı şey değil. İngiliz kraliyeti mi daha demokrattır İran cumhuriyeti mi diyerek bu meseli kapatabiliriz.

Dinçaslan sonrasında ise demokrasi tartışmasına giriyor. Demokrasi tartışmasında argümanlar oldukça basittir: demokrasi iyidir zira herkesin söz hakkı en azından teoride vardır ve yasalar egemendir, demokrasi kötüdür zira kitle manipüle edilebilir, hatalı kararlar alabilir ve bireyleri ezmeye yönelebilir.

Seküler Milliyetçilik: Bahadırhan Dinçaslan'ın Beklenen Kitabı Çıktı

Dinçaslan seküler milliyetçiliğin bu demokrasi probleminden çıkışı için öncelikle yasaya, yasa yapım sürecine dönmeyi öneriyor ve diyor ki: "Hukuk öyle tesis edilmelidir ki, geçmiş uygulamaların neticelerinden ders çıkaran bir hukuk felsefesinin önerileri, demokraside yegane meşruiyet kaynağı bu olduğu için, halk oyuna sunulmalıdır." Yani hukuk felsefesi uzmanlarına yasa yapım süreci bırakılmalı ve halk oyuna sunulmalı. Meclis yok, burası çokomelli.

Bu argümandan sonra Thomas Jefferson'dan bir alıntı geliyor. Jefferson "Dünya, üzerinde yaşayanlara ait olmalıdır" diyor ve Dinçaslan bu savı değerli görüp açıklıyor. Varılan sonuç ise "[...]yasa kutsal olmamalı, yasaları eleştirmek sorun sayılmamalı" ve "[...]çıkaracağımız sonuç, yasaların anlık değişmemesi ancak kemikleşmemesi de gerektiğidir. Rejimin yasa yapım kuralları, yasanın bir iki yılda ancak çıkarılabilmesini temin etmelidir, bu sayede günübirlik kaygılarla peşkeş yasalarının çıkarılması engellenir. Fakat yasaların çok uzun süre yürürlükte kalması da mahzurludur, belli zaman döngülerinde mevcut yasaların hepsinin gözden geçirilmesi gerektiğine dair bir kural, ölülerin yaşayanlar üzerindeki vesayetini kıracaktır."

Dinçaslan buradan vesayet meselesine geçiyor. Ancak yasa yapım sürecinin uzaması acil gerekli olan yasaların yapımında sorunlar teşkil edecektir. İstisnalar da tanımlanırsa hemen tüm durumlar tekrardan bu istisnalar dahiline sokulmaya çalışılacaktır. Öte yandan uzun süredir olan kanunlar bugün Amerika'yı bir arada tutmaktadır. Kuralların ne sıklıkla ve ne şekilde değiştirileceği üzerinde bir uzlaşmaya varılması kesinlikle gereklidir ancak bu özellikle Türkiye toplumunda asla konuşulmayan bir şeydir, üzerine konuşanlar da (bkz: Ali Babacan) gibi düşman, hain, mandacı ilan edilmektedir. Meclis'in de olmadığı bir yerde hukuk felsefecilerinin ortaya koyacağı bir anayasa halktan ne ölçüde takdir alacaktır orasını sormuyorum bile. Burhan Kuzu gibi hukukçuların yazdığı anayasaların seçilme ihtimali de cabası.

Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - I

Buradan Dinçaslan'ın vesayete yaklaşımına geçelim. Ona göre demokraside sert ve yumuşak güçler vardır. Yumuşak güç halkın memnuniyetsizliği iken sert güç olarak askeri vesayet sayılabilir. Dinçaslan'a göre örneğin ordu vesayeti "kategorik olarak kötü bir şey değildir." aynı şekilde büyük şirketler veya vatandaşın silah sahibi olması da bu sert güçlerden sayılabilir. Ancak bu güçlerin de yozlaşma ihtimali olduğundan Dinçaslan aktörlerin çokluğu ile çözüme ulaşıyor. Klasik liberallerin de iktisattan çaldığı güzel bir ilke olan "aktörler arttıkça hata azalır" mantığının milliyetçiliğe de sirayet ettiğini görmek güzel.

Dinçaslan "rejim ne içindir?" sorusu ile devam ediyor: "Rejim, millete ve milleti teşkil eden fertlere faydalı olmalıdır. Bu faydalar yalnızca maddi açıdan ele alınamaz; dünyanın ücra bir köşesinde bir başka halkı sömürerek, öldürerek kendi ülkesine maddi fayda sağlayan bir sistem, mesela, savunulabilir mi?". Sonrasında ise ekliyor "Bizim milliyetçiliğimiz dahil olmak üzere milliyetçi akımlardaki totaliter, kolektivist, insanı baskılayıp devleti, soyut kavramları ilahlaştıran yönelimden tiksindiğimi ifade edebilirim."

Dinçaslan bu çıkışın devamında aydınlanmacı tavrına meftun edecek bir kişisel farkındalıkla şunları söylüyor, buraya özellikle dikkat ediniz: 

"Üstelik ben, milliyetçiliğin "muhafaza etme" işlevini değil, "inşa etme" işlevini önemsediğim için milliyetçiyim: milliyetçilik, basitçe etno-sembollerle inşa edilmiş bir dil kullanmak demektir ve bu dil, milletin "arzu edilen" yöne doğru gitmesini sağlar; bir tür mobilizasyon aracıdır. Arzu edilen yönün ne olduğunu tek başına milliyetçilik veremez; felsefe, entelektüel tartışma, bilimsel çalışmalar bunun için vardır ve ideolojik gözlüklerle yapıldığında doğru yolu tespit şöyle dursun, hemen her zaman yok oluşa sürüklerler."

Bölümün sonunda seküler milliyetçiliğin önerisinin aktör çokluğu ile dengelerin sağlandığı sağlıklı bir demokrasi olduğunu netleştiriyoruz. Sonraki bölümde Dinçaslan "ifade özgürlüğü" meselesini tartışıyor. Açılışı ise Woke kültürünün aslında bir çeşit faşizm olduğunu tespit ederek başlıyor ve bu kültürün gücünün "bütün dünyada henüz aydınlanmasını tamamlayamamış ülkelerde bir tür ‘yanlış bilinçlilik’ gibi yanlış aydınlanmayı tetiklediğini" vurguluyor. Sonra da ifade hürriyetini daha iyi idrak için John Stuart Mill'e dönüyor. Mill'den bir alıntı yaptıktan sonra ise ifade özgürlüğünün sınırı olarak yasaları ve toplumsal tepkiyi gösteriyor. Toplumsal tepkiyi anlamakla birlikte yasaların bu işe dahil edilmesine biraz şaşırıyoruz elbette, yasalar, hele ki Türkiye'de, nedir ki? Cumhurbaşkanı bile tanımayabilir. Bu tartışmayı derinleştirmeden ifade özgürlüğünün sınırları tartışmasını yasaları dışlayarak ve birey toplum ilişkisini çözümleyerek tartışmayı önereceğim.

Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - II

Dinçaslan Mill'e ait olan "tahdidin entelektüel tartışmayı verimsizleştirdiği" tespitine katılmaktadır ancak ona göre "saygı, hürriyete duyulur, fikir sahibi olma hürriyetine - fikrin kendisine değil. [öyle olsaydı] Ölen kardeşinin ardından dul yengesini yakmak isteyen bir Hindu'ya cevaz vermek gerekirdi." Buradaki akıl yürütmenin sınırlarını tam olarak anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Yengeyi yakmak kötü de, günde beş kere olmayan bir şeye tapınmak iyi mi? Bunu yapmazsam sonsuza kadar cehennemde yanacağım fikri ile insanları yaşatmak iyi mi? İnsanların başlarını örtmek, onlara günde beş kere aynı Arapça şarkıyı dinletmek, kitlesel olarak yılın bir ayı aç bırakmak, insanların hayatlarına cinler melekler sokup onları korku içinde yaşatmak iyi mi? Ben şahsen ya yanmaya gönüllü olan kadının yakılmasına cevaz vermek gerektiği ya da önceki bölümde ifade ettiğim gibi din meselesine tamamen hasmane yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Zira aradaki tüm formlar Dinçaslan'ın akıl yürütmesini pratikte imkansız hale getirecektir.

Woke kültür hakkında konuşmaya devam edelim. Dinçaslan Odo Marquard'dan şu alıntıyı yapıyor: "[...] Modern nesnellik dünyasının öyküsüzlüğü bir kazanım değil, aksine sonuna kadar dayanılamayacak bir yitimdir. Bu nedenle modern dünya söylencelere ve öykülere üstün gelmemiş, aksine sadece edimsel olarak bir öykü noksanlığı bir boş alan, bir açık yaratmıştır." Dinçaslan'ın yorumu ise şu şekilde: "Öyküsüz ve değersiz insanlar kimliksizleşiyor, kimliksizleştikçe yarattıkları tuhaf ve illuzyonel kimliklere tutunup, asla değer içermeyen ama değeri simüle eden ritüeller silsilesiyle "erdem sinyali" (bkz: virtue signaling) veriyorlar."  


Bu duruma tepki olarak gelen iki başlığın isimleri ise iştah açıcı: Batı'ya Ağıt ve Woke: Aydınlanmanın Foseptiği. Başlıklar tek başına pozisyonu yeterince anlatıyor zaten. Argümanlar da iki temelden yükseliyor:

1- Bir adet bizleri, "kişiliksiz, hedefsiz, aidiyetsiz, işçi arılara çevirmek isteyen zihniyet" var. Bu zihniyet bize et yememeyi, eşcinsel olmayı ve diğer kültürlere ne olursa olsun saygı göstermeyi (mesele ölen eşinin kurutulmuş penisini boynunda taşımak zorunda olan Hintli kadına) öğütlüyor.

2- Batı kendi içine çöküyor, medeniyet kendine yuva olacak yeni kültürler arıyor.

İkinci argümana %100 katılıyorum. Ben de geleceğin filozoflarının, biliminsanlarının ve sanatçılarının Türkiye, Mısır, Ukrayna, Polonya, Meksika, Brezilya vs. sair ülkelerden çıkacağı kanaatindeyim.

Seküler Milliyetçilik Kitabının Eleştirisi - III

Birinci argüman ise bana biraz karşı tarafı küçümser ve tam olarak bu sebeple ona yenilmeye namzet geliyor. Öncelikle kim bu zihniyet? Soros mu örneğin? Değilse belirli şirketler olsa gerektir. Ancak dünya çapındaki reklam kampanyalarında bile başarısız olabilen bu şirketler gerçekten insanlara yön vermeyi iş edinmiş bunu da profesyonel bir şekilde sürdürüyor olabilir mi? Eğer öyle ise Woke kültürün Türkiye'deki kalesi sayılan Netflix'te neden Bill Blur, Bo Burnham, Louis C.K., Ricky Gervais gibi açıkça Woke olmayan komedyenler hala görülebiliyor? Woke-olmayan kültür bir şekilde içlerine sızmış olabilir mi?

Öte taraftan Woke kültürün karşısındaki kültür nedir? Türkiye üzerinden gidelim. Woke Beşiktaş'tır, anti-woke Üsküdar. Woke Kadıköy'dür anti-woke Pendik. Hangisinde yaşamak istersiniz? Woke kültürün bazı radikal hareketleri elbette ki yok değil. Bir taşı ırkçı diye yerinden kaldırmak, bir tarihi kişiliğe bağlamdan bağımsız saldırmak, klasik sanat eserlerine boya dökmek, madun her zaman haklıdırcılık, azınlıklar ırkçı olamazcılık, beyaz genç hetero erkek her zaman haksızdırcılık ilh. böyle gider. Kimse bunların mantıklı ya da doğru olduğunu düşünmüyor, en azından bence. Ancak diğer taraftan çokça saçma sapan feministliğin ardından, artık üniversitelerde kadınlar herhangi bir taciz vakasına karşı çok daha hızlı örgütlenebilir hale geldi, 45 cinsiyet, cinsiyet olarak AK-47 olmak gibi saçmalıklar yanında Türkiye'de onur yürüyüşleri artık rutin oldu, eşcinsel insanlar artık çok daha kabul görüyorlar ve dışlanmıyorlar. Evet travestiler kadın liglerinde oynayıp en iyi kadın sporcu seçiliyorlar ancak bunun yanı sıra eğer travestilik normalleşirse artık Osmanbey'de geceleri fuhuş yapmak yerine kendilerini kabul eden işyerlerinde çalışmaya başlayabilecekler. Kim Woke kültür öncesi bir travestiye iş verirdi gerçekten? Woke kültürün "söylemeye mecbur bırakması" ise kendilerinin de fark ettiği bir hata idi sadece, artık etrafta "bayan değil kadın!!!" diye infilak eden çirkin genç kızlar görmüyoruz.

Bence Dinçaslan'ın da haklı olarak kızdığı şeyin farkında olmamız gerekir. Ancak bu kızgınlıkların biranın köpüğüne kızmak gibi bir verimsizliği de var bana kalırsa. Bardağa hızlı bir biçimde bira koyarsanız bardağın %20'si bira ile dolmadan kalan %80'i köpük olacaktır. Bu köpüğü bastırmak için en iyi yöntem hangisidir? Beklemek. Ben Woke kültürü işte bu bira köpüğüne benzetiyorum. Kadınların ikinci sınıf olduğu, sevişmenin yasak, içmenin günah, kitleye ait olmamanın zavallılık, evlenmemenin evde kalmak, eşcinsel olmanın sapıklık, çalışan-okuyan kadın olmanın orospuluk sayıldığı dönem çok değil 20 sene öncesidir. Tüm bu bariyerler Woke kültür sayesinde aşıldı. Bu sebeple ben saçmalıklarına gülme ve beğenmediklerimi açıkça ve kendi seçtiğim üslupla ifade etme hakkını saklı tutarak Woke kültürü tamamen harcamamamız gerektiğini, bilakis neden toplumda bu kadar karşılık gördüğünü incelememiz gerektiği kanaatindeyim.

Bu bahsi burada kapatıp Dinçaslan'ın serbest piyasa hakkındaki görüşlerine bakalım. Dinçaslan'ın birinci argümanı şu:

İnovasyon-evrim-ilerleme ancak stres ile olur. Piyasanın da birey lehine gelişmesinin de temeli rekabettir. Sistemin devamı için ise devlet "daha güçlü ve etkili bir hakem" olmalı, ahlak da her zaman güncel bir konu olarak etkin olmalıdır.

İkinci argümanı ise şu:

Orta sınıfın varlığı demokrasiyi ve piyasayı mümkün kılar.

Yine ikinci argümanla bir sorunum yok. Türk milliyetçiliğinden bağımsız olarak da orta sınıfın öneminin anlaşılması ve devlet dahil toplumun tüm işbirliği aygıtları tarafından daha çok kollanması gerektiğini düşünüyorum. Ancak birinci argümandaki "daha güçlü" devlet meselesinin detaylandırılmasında büyük faydalar görüyorum.

4. bölüm burada bitiyor. Sonraki bölümde Turancılık, muhafazakarlık, son söz ve kaynakça meselesini konuşacağız.

Yazı dizisinin sonraki bölümü için tıklayınız.

Uğur İsmail Aygün

Kitabı TamgaTürk doğrudan satış kanalından satın almak için tıklayınız.
 

Seküler Milliyetçilik Kitap analiz Eleştiri M. Bahadırhan Dinçaslan İnceleme Uğur İsmail Aygün