Kadın Dosyası: Feminizme Karşı Feminenlik
M. Bahadırhan Dinçaslan, milliyetçi/Atatürkçü kadınlarla yaptığı mülakattaki bulgularıyla, Türk milliyetçisi siyasetin kadın meselesinde nerede durması gerektiğini irdeliyor.
Kral Arthur çağında bir şövalye, tecavüz suçlamasıyla kralın huzuruna getirilir. Arthur şövalye hakkında ağır bir hüküm verecektir ama Kraliçe Guinevere engel olur ve hüküm hakkının kendisine bırakılmasını ister. Şövalyeye döner ve şöyle söyler: “Bir yıl bir gün vaktin var. Kadınların tamamının en çok istediği şeyin ne olduğunu bulup söyleyeceksin. Yoksa öleceksin.”
Şövalye ölümden kurtulmuştur ama işi sandığından daha zordur. Diyar diyar gezer fakat karşılaştığı her kadın, “en çok istediğin şey nedir?” sorusuna başka cevap verir, iki kadının dediği asla birbirini tutmaz. Kaderine razı, sarayın yolunu tutmuşken bir ormanda bir grup genç kızın dans ettiğini görür, fakat yanlarına vardığında hepsi yok olmuş, geriye yaşlı bir kadın kalmıştır. Çaresiz, soruyu o kadına da sorar, kadın da cevabı bildiğini ancak bir şartla paylaşacağını söyler: Karşılığında ona bir dilek hakkı verecektir.
Şövalye kabul eder ve aldığı cevabı sarayda paylaşır: Kadınlar en çok bağımsızlık isterler, kendi hayatlarının hakimi olmak isterler. Saraydaki bütün kadınlar bu cevabın doğru olduğunu düşünürler. Şövalye bağışlanır, ancak bu defa yaşlı, çirkin kadın huzura çıkar ve şövalyenin kendisine borçlu olduğunu, bu borca karşılık evlenmek istediğini söyler. Şövalye mecburen kabul eder.
Evlenirler, ancak şövalye yaşlı kadından tiksinmekte, ondan uzak durmaktadır. Yaşlı kadın şövalyeye “çirkin ama sadık ve erdemli bir kadını mı, güzel ve çekici fakat onu aldatacak bir kadını mı” tercih edeceğini sorar. Şövalye tercih hakkını kadına bırakır. Şövalyenin cevabı, kadına tercih hakkını sunduğu için yaşlı kadın mutlu olur, büyülü güçlerini kullanarak güzel bir kadına dönüşür ve mutlu mesut yaşarlar.
Chaucer’in 14. Yüzyılda yazdığı bu öykü, oldukça ilginç. Kadına dinin yahut teorinin gözlükleriyle bakıp, onu asla etken bir birey olarak görmeden “en iyi kadın nasıl olmalı” sorusuna kendi başına cevap arayan çağdaşlarından farklı olarak, hikayesinde soruyu kadına sorar.
Bugünün feminizmi de esasında Chaucer’in çağdaşları gibi yapıyor: Kadınlara dair üretilen içerikte artık kadının sesi yok, teorinin sesi var. Örnek olsun diye seçtiğimiz, AboutGender dergisinde yayımlanan r/NoFap mudding the anti-feminist waters: the (diluted) manosphere strikes back başlıklı makaleyi okuyan ve aklı başında olan herkes, iki hususu fark edecektir. Birincisi, sürekli birbirine atıf yaparak şişen ve meşruiyet kazanan, ancak içerikte bilimsel açıdan hiçbir şey söylemeyen bir külliyat. İkincisi, erkekle ilgili her meseleyi “erkeğin kadına tahakküm kurmak için kurguladığı bir komplo” olarak gören/gösteren gözlükler.
Feminizmler
Odağını, söz gelimi evlere temizliğe gidip emek harcadığı ve para kazandığı halde, parası kocasının hesabına yatan kadına değil de erkek doğduğu halde kadın olmaya karar verdiğini söyleyen bozuk psikolojili insanların kadın olup olmadığını tartışmaya sabitleyen yaygın feminizm, bir etki yarattıysa da beklendik şekilde tepki de yarattı. Öyle ki, kadına mahsus ve kadınsı değerler, meseleler, zevkler bu yeni feminizm eliyle “aşağılık kompleksi, erkeklerin öğrettiği itaatkar zihnin artıkları” gibi kodlandıkça, açıkça feminizme meydan okuyan, “Feminist değil feminenim” diyen kadınlar ortaya çıktı. Sosyal medyada tradwife (geleneksel karı) denen bu kadınlar, feministlerin öğütlediğinin tam tersini, genellikle sırf feminizme inat olsun diye savunur oldular. Erkekler cephesinde kadın düşmanı fikirlerin yayılmasında da bu yaygın feminist öğretiler rol oynadı. Mevcut ve yaygın feminizmin sorunlu, ilk bakışta dahi herhangi bir akıl yahut bilim değeri içermediği aşikar olan argümanları, psikolojisi sair nedenlerle bozulmuş erkek yığınlarının, bu zayıf argümanları istismar ederek hıncını kadınlardan çıkarması, suçlu olarak onları görmesiyle sonuçlandı.
Feminizmdeki bu ayrışmaya 1994 gibi çok erken bir tarihte dahi itirazlar yükselmiş ve kehanetler yapılmıştı. Christina Hoff Sommers, Who Stole Feminism (Feminizmi Kim Çaldı?) kitabında “eşitlikçi feminizm” ve “cinsiyetçi feminizm” diye iki tür belirlemişti, kitabı da epey ses getirmişti. 2010’lardan itibaren ABD ve Avrupa merkezli liberal-sol anlayışın propagandası, tam da Sommers’in öngördüğü gibi cinsiyetçi feminizmi başat aktör haline getirdi ve feminizm kadına dair hiçbir sorunu çözmeyen, genellikle akıl ve ruh sağlığı bozuk, hayatta kendine yer bulamamış kadınların meşgalesi haline geldi.
Öte yandan eşitlikçi feminizm, her ne kadar cinsiyetçi feminizm kadar art niyetli ve absürt olmasa da yer yer kadınlara kadın olmamayı öğütledi. Eşitlik talebi “eşit işe eşit ücret”, “yasalar önünde eşitlik” gibi doğru ve yalnız kadına mahsus olmayan, cinsiyetsiz “adalet” konsepti üzerinden bütün cins ve cinsiyetlerden insanların anlayıp kabul edeceği temellerden uzaklaştı, yahut uzaklaştıranlar oldu demeliyiz. Cinsiyetçi feminizm, en başta eşitlikçi feminizmin odağına -mecburen- adalet, hukuk, kamu yönetimi gibi soyut konseptleri değil bir cinsiyeti almasıyla doğan bir istismar alanından beslendi diyebiliriz; eşitlikçi feminizmin sorunu tecrübe eden kadınlar olduğu için onlara odaklanıp onlardan bahsetmesine bir itirazımız yok fakat göstermeye çalıştığımız şu: Bir siyasi hareket (ki topluma dair söz söyleyen her hareket siyasidir) odağına “vatandaş”ı değil de “kadın”ı, “zenci”yi, “yerli”yi alırsa, mutlaka bir istismar alanı doğuyor – bugün ABD’nin “progresif” şehirlerinde zencilere marketlerden hırsızlık yapma hakkı tanınması gibi. Eşitlikçi feminizmin cinsiyetçi feminizme dönüştüğü yıllardan, daha önce TamgaTürk’te tam çevirisini yayımladığımız C. S. Lewis makalesi ilginç bir itiraz içeriyor:
(...)Bu son husus biraz açık konuşmayı gerektiriyor. Erkekler geçmişte kadınlar üzerindeki güçlerini o kadar korkunç bir şekilde istismar ettiler ki, en çok kadınlar için eşitlik bir ideal olarak görünme tehlikesi altındadır. Fakat Bayan Naomi Mitchison doğru noktaya temas etti: Evlilik yasalarınızda –ne kadar çok o kadar iyi- eşitlik ne kadar belirgin olursa olsun, eşitsizliğe bir derece rıza, hatta eşitsizlikten zevk almak, bir erotik gerekliliktir. Mitchison, meydan okuyan bir eşitlik fikrine kapılmış, bir erkeğin sarılmasının yalnızca hissedilmesinin bile alttan alta gücenme hissi yarattığı kadınlardan bahsediyor. Evlilikler böyle karaya oturuyor. Bu, modern kadının traji-komedisidir: Freud’un sevişmenin hayattaki en önemli iş olduğunu öğrettiği ve sonra feminizm tarafından bu eylemi tam bir duygusal başarıya dönüştürecek yegane yol olan içsel teslimden alıkonulmuş kadın. Yalnızca kendi erotik zevki için dahi, daha ileriye gitmeyecek olsa bile, bir derece itaat ve alçak gönüllülük (normalde) kadın için gerekli gibi görünüyor.
Buradaki hata, bütün muhabbet biçimlerini arkadaşlık dediğimiz özel formda eritmek oldu. Arkadaşlık kesinlikle eşitlik içeriyor. Fakat arkadaşlık, bir ev halkı içindeki farklı sevgi çeşitlerinden farklıdır. Arkadaşlar ilksel olarak birbirlerini özümsemezler. Arkadaşlık birlikte bir şeyler yaptığımızda gelişir – resim çizdiğimizde, birlikte yelken açtığımızda, dua ettiğimizde, felsefe yaptığımızda ya da omuz omuza savaştığımızda. Arkadaşlar aynı yöne bakarlar. Sevgililer birbirlerine bakarlar – yani ters yönlere. Bir ilişki çeşidine ait olan her şeyi bir diğer ilişki çeşidine aktarmak ahmakça bir iş.
Ama Kadınlar?
Müstakil bir akım olarak feminizm ne kadar sorunlu olursa olsun, fakat, asıl problem orada duruyor: Türkiye’de hala, kız çocuğu olunca üzülen aileler var. Kanunlar başka türlü olsa da fiiliyatta birçok kadın aile mirasını alamıyor. “Bir kadın olarak sus”, “kız mıdır kadın mıdır bilemem” gibi ifadeler siyasette rahatça kullanılıyor. Hem toplumun üremesini talep ediyor, toplumun yaşlanmasından korkuyoruz hem de çocuk sahibi olan kadınlar işi bırakmak zorunda kalıyorlar. Hele mevcut ekonomik koşullarda kadınların çalışması, soyut bir eşitlik talebinin ötesinde hayatta kalmak için bir zaruret iken, işe giden kadınlar evlerini terk ettikleri andan itibaren toplu taşımada ve iş yerlerinde düzenli olarak tacize uğruyorlar. Yaşamak için çalışmak zorunda olan bir insanın, çalışma düzeninde bu kadar dezavantajlı olması onu ölüme yahut köleliğe mahkum etmekle eşdeğerdir.
Birtakım “feminizmler” sorunluysa ve öteki tür feminizmleri de mezkur sorunlu feminizmlerin serpildiği bir zemini yaratmakla itham ediyorsak, peki, ne yapacağız? Bunun cevabı biraz eski kafalı gibi: Siyasi akımlarımız kadın meselesini içermek zorunda. “Vatandaş” konseptinin içi boşaldıkça, basitçe “vergi veren vatandaşın temsili ve verdiği vergiye karşılık alacağı hayat konforunu temin” için yapılması gereken siyaset, yalnız Türkiye’de değil dünyada pek de bu temellerde yapılmıyor. Bir tür neo-feodalizmde siyasi gruplar kadınlara, zencilere, göçmenlere, (…) odaklanıyorlar, bunların “ağası” olup marabalarının gücüyle temsil kazanıyorlar – hemen her grup kendi grubunun, hatta kendi grubunu temsil eden neo-feodal sınıfın çıkarlarını düşünüyor, siyaseti en başta vatandaş zemininde yapmadıklarından diğer gruplarla asla etkileşimleri, uzlaşıları, ortak çözüm arayışları yok. Hatta düzenli olarak çatışmaları var. Bu çatışma onları ayakta tutuyor ve besliyor; herhangi bir zencinin problemleri çözülmezken Black Lives Matter isimli yarı-terörist akımın liderlerinin topladıkları paralarla keyif içinde yaşamaları gibi.
Türk milliyetçiliği, öyleyse, vatandaş temelli siyaset yapmalı ve bütün sorunların birbirleriyle çatışmadan, çelişmeden çözülmesi için uğraşmalı. Bunun için Türk milliyetçilerinin saflarında kadının görünür ve etkili olması gerekir. Nasıl herhangi bir tartışmada, mesela “eğitim özelleşsin mi?” sorusunun cevabı aranırken daha liberal ve daha sosyal politikalar yanlısı milliyetçiler bir ortak zemin üzerinde tartışabiliyorlarsa, kadınlara mahsus problemlerin çözülmesi için her alanda tartışanların en az yarısının kadın olması gerekir diyebiliriz – çünkü sorunları yaşayanların en az yarısı kadın.
Fakat çocukluğundan itibaren dezavantajlı olan, siyasetten uzak tutulan ve nihayet kendisi de bireysel derdine düşüp siyasete kayıtsız kalmayı matah bir tutum olarak görmeye başlamış kadınlar bunu başarabilir mi? Kısa vadede bu imkansız gibi. Kadınlar herhangi bir siyasi toplantının en az yarısını doğal yollardan teşkil edecek hale gelene dek, erkekler kadınlara sürekli olarak ve ısrarla “sormalı”dır.
Tam olarak bu düşünceden hareketle, TamgaTürk olarak kadınlara sorduk. Yaptığımız detaylı anket-mülakata 31 kadın katıldı. Sair konularda detaylı görüşlerini aldığımız bu kadınların cevaplarında oldukça ilginç emareler var, dikkatli bir göz siyasetini buna göre dizayn ederse mutlaka başarılı olacaktır.
Kadınlar Ne İstiyor?
Dosya kapsamında görüşlerine başvurduğumuz kadınların yaş ortalaması 29.9 oldu. %61’i lisans, %29’u lisans üstü eğitimi almış. Ekseriyetle büyük şehir merkezlerinde yaşayan, iyi eğitimli, dünyaya dair bilgi ve kültür dağarcığı ortalamanın üzerinde olan kadınlar. %45’i kendisini “seküler milliyetçi”, %35’i “Atatürkçü” olarak tanımlıyor. Bu ifadeleri kullanmak yasak olsaydı kendinizi hangi sıfatla tanımlardınız sorusuna verdikleri cevaplarda, Atatürkçülerin kendilerine “seküler milliyetçi” demeyi tercih edeceği, seküler milliyetçilerinse “Türkçü” demeyi tercih edeceği görülüyor. Yani bu çalışma Türkiye’deki bütün kadınları tarayan bir örneklem içermiyor. Çoğunluğu milliyetçi, laiklik taraftarı; kendisini solcu ve sosyal demokrat olarak tanımlayan 2 kadın katılmış olsa da Türk milliyetçisi bir yayın olan TamgaTürk’ü takip eden kadınlar. Siyasi görüşlerini belirlemede cinsiyetlerinin ne kadar etkili olmuş olabileceğini sorduk, ortalaması 3.4 çıktı. Kendisini seküler milliyetçi/Türkçü tanımlayan kadınlar daha düşük, Atatürkçü tanımlayan kadınlar daha yüksek oy verme eğilimindeler. “Mensubu yahut seçmeni olduğunuz siyasi parti, kadınlara mahsus meselelerde beklentinizi ne kadar karşılıyor?” sorusuna verdikleri yanıtların ortalaması 2.2 oldu, ancak parti adı sormadık – ekserisi milliyetçi-Atatürkçü olan kadınların partilerinden memnuniyetleri düşük.
“Kadınlar Türkiye’de dezavantajlıdır” cümlesine 1 en az, 5 en çok olacak şekilde verdikleri puanların ortalaması 3.9 oldu. Dezavantajlı olduğunu düşünen kadınların yaşı, eğitim durumu ve kendini tanımladığı siyasi sıfatla anlamlı bir ilişki tespit edemedik. “Kendinizi ne derece feminist olarak tanımlarsınız?” sorusunun cevabının ortalaması ise 3.2 oldu. Daha düşük puan veren kadınların kendisine seküler milliyetçi/milliyetçi, daha yüksek puan veren kadınların kendisine Atatürkçü/Türkçü diyenler arasından çıktığı görüldü. Ayrıca 25 yaş altı ve 32 yaş üstü kadınların daha düşük oy verdiği, bu iki yaş grubunun arasında kalanların daha feminist olduğu görüldü. Kadın meselesine dair hassasiyeti yüksek bir kitlenin kendini “feminist görme” ortalamasının aritmetik ortalamaya yaklaşması manidardır. Bu araştırmaya katılan kadınların ekserisinin çözümü müstakil bir feminizmden değil, dahil oldukları siyasi hareketten beklediğini söyleyebiliriz.
Kadınların %39’u en çok zorluğu aile ilişkilerinde, %29’unun sosyal alanda yaşadığını gördük. Detaylı cevaplarda ayrıca teyit ettiğimiz üzere, araştırmaya katılan kadınların ezici bir çoğunluğu, en çok sorun yaşadığı alana dair neyi seçmiş olursa olsun, ailesiyle bir şekilde sorun yaşadığını ifade etti. Kadınlardan A.’nın cevabı oldukça dikkat çekici ve acı: “Benim aile yapım doktora eğitimimle de bağımsız bir yaşama müsaade etmeyecek durumda.”
Türkiye’de ailelerin küçülmesi trendi gündemdeyken, kadınlara “hayatınızın bir döneminde çocuk sahibi olmak istiyor musunuz?” diye sorduk ve halihazırda çocuğu olanları da tespit ettik. %71 evet dedi, 3 kadının halihazırda çocuğu var ve yalnız 6 kadın hayır dedi. Hayır diyenlerin ayrıntılı yorumlarını incelediğimizde, yalnız 2 kadının felsefi gerekçelerle çocuk sahibi olmak istemediğini gördük. Diğer 4 kadın, iş ve aile yaşamında karşılaşacakları zorluklar nedeniyle çocuk yapmak istemediklerini beyan ettiler; yani çocuk sahibi olmaya kategorik olarak karşı değiller fakat dezavantaj yaşayacaklarını düşündüklerinden istemiyorlar.
Çocuk sahibi olmak isteyen kadınlara “çocuğunuz olursa iş yaşamınız ne derece olumsuz etkilenir” diye sorduk ve cevapların ortalaması 4.3 çıktı. Halihazırda çocuğu olan kadınlar da iş yaşamında hem maddi hem sosyal sorunlar yaşadıklarını beyan ettiler. Yani, eğitimli ve “özgürlükçü” kadınlar aile kurmaktan uzak, çocuk doğurmak istemeyen insanlar değiller. Aksine, takip eden cevaplarda da göreceğimiz gibi, aile kavramını önemsiyorlar. Hem çalışma hakkı olan hem de daha önce belirttiğimiz mevcut ekonomik koşullarda çalışması zaruret olan kadınlardan hem çocuk yapmalarını hem de çalışmalarını bekliyoruz. Ancak iş yaşamını onlara uygun olarak düzenlemiyoruz. Bu da “ya çalış ya çocuk yap” dayatmasına dönüşüyor. G.’nin ifadesiyle: “Çünkü kadınlar hayatlarının bir noktasında zorlu seçimler yapmak zorunda kalıyor. Başarılı bir iş hayatı, mutlu bir evlilik, sağlıklı büyütülmüş çocuklar aynı anda olmuyor.”
Hamilelik, süt ve regl izni meselelerinde detaylı görüşlerini sorduğumuz kadınlar, hamilelik ve süt izni konusunda ortaklaşırken regl izni konusunda o kadar talepkâr değiller; genellikle aşırı ağır ağrı çeken kadınların doktor raporuyla böyle bir hakka kavuşabileceğini düşünüyorlar. İlgi çekici olan bir husus, zihinlerindeki ideal düzenlemeleri anlatırken olası suistimalleri de düşünüp bunu engelleyecek tedbirleri vs. de sıralamaları. Talepleri “cinsiyetçi feminizm”in absürt ve anlamsız çizgisinden çok uzak, oldukça rasyonel. Eğitimleri gereği ekseriyetle beyaz yakalı tabir edilen alanlarda istihdam edildikleri için büyük oranda uzaktan çalışma ile sorunun büyük kısmının çözülebileceğini düşünüyorlar. Fakat büyük kısmı halihazırda var olan (ve yetersiz buldukları) izinleri kullandıklarında bile örtülü mobbinge uğradıklarını ifade ediyorlar. Devletten asıl bekledikleri, uyguladığı düzenlemenin kabullenilmesini sağlaması. İşverenler nezdinde devletin düzenlemesinin önemi yok, kadınlara göre işverenler onu ihmal edilebilir yahut sevimsiz bir zaruret olarak görüyorlar.
Kadınların “ailenizden bağımsız bir yaşam kurmak için ilk şart hangisidir” sorusuna cevapları da ilginç. Yalnız 2 kadın buna “evlenmek” cevabını verse de bu iki kadının da lisans üstü seviyesinde eğitimi olduğu düşünülünce, aile baskısının boyutları anlaşılıyor. Kadınların %80’i için beklendiği gibi cevap “bir işe başlamak” yani ekonomik bağımsızlığı elde etmek. 4 kadın içinse bağımsızlğın şartı eğitimi tamamlamak.
“Ailemden bağımsız bir yaşam kurdum” dedikleri yahut diyebileceklerini düşündükleri yaşı sorduk. Ortalama 28 çıktı. Detaylı yorumlarına baktığımızda, “aile vurgusu”nun öne çıktığını görüyoruz. Ya ailelerine direnerek, iş bulup çalışarak erken yaşta bağımsızlaşabilmeleriyle övünüyorlar ya da maddi bağımsızlıkları olsa da ailelerinin onlar üzerindeki etkisinin devam etmesinden yakınıyorlar. İlk şart olarak işe başlamak seçeneğini tercih eden kadınlar, detaylı yorumlarına bakınca, başka bir manzarayı karşımıza koyuyorlar: Bu kadınların çoğu, işe başlamak seçeneğini ilk şart olarak görüyorlar ancak tek şart değil. Aileleri, onların bağımsızlığını ancak evlenince tanıyacak halde. Ailelerinin isteği doğrultusunda değil, kendi istekleri doğrultusunda evlenebilmeleri için işe başlamak ilk şart. Yani esasen bu kadınlar için de “evlilik” müstakil bir yaşamın tek yolu gibi, ancak kendi istedikleriyle evlenebilmek için maddi bağımsızlık kazanmak zorundalar. S.’nin ifadesi çok ilginç: “ (Babam) …zira evlendikten sonra da benle ilgili meselelerde karar alıcı olması için eşimi zorladı. Eşimin benim hakkımda onun kendi kararları olabilir dediği noktalarda eşimi yeterince erkek olmamakla suçladı.”
Kadınlara “nerede sözlü/fiziki tacize uğrama ihtimaliniz daha yüksektir?” diye sorduk. “Toplu taşıma, sokak, konser gibi kalabalık kamusal alanlarda” seçeneği %80 çıktı. “Erkeklerin hangi alandaki davranışları sizin için daha rahatsız edici olabiliyor?” sorusuna yine kahir ekseriyetle (%52) kamusal alan cevabı verdiler. Her iki soruda da ikinci sırada sosyal medya çıktı. Fakat iş yerinde, akrabalar arasında, arkadaşlar arasında tacize uğradığını beyan eden, arkadaş ilişkilerinde, ev içinde vb. alanlarda erkeklere mahsus davranışlardan rahatsız olduğunu söyleyen kadınlar olsa da kamusal alanımız sorunlu diyebiliriz. Takip eden seçenek iki soruda da sosyal medya olduğundan şöyle yorumlayabiliriz: Tacizci/sorunlu erkekler anonimleşebildikleri anlarda daha cüretkar oluyorlar. Literatür, suçluların cezaların yüksekliğinden değil yakalanma ihtimalinin artmasından çekindiklerini söyler. Yeni dünyada, devletlerin izleme imkanları nedeniyle anonimleşmenin artık mümkün olmadığının erkeklere öğretilmesi, tacizin ve sorunlu davranışların önünü alacaktır.
Kadınlara “erkek egemen toplum sizce nedir?” diye sorduk ve Chaucer’in hikayesini hatırlatan cevaplar aldık. Kadınlar basitçe, “erkeklere göre, kadınlara sormadan şekillenen toplum” dediler. E. şöyle diyor: “Bu yapı, yalnızca kadınları değil, erkekleri de tek bir kalıba sıkıştırıyor haliyle.” S. ise bir başka acı noktaya dikkat çekiyor: “Pratikte silah bulundurmanın mümkün olmadığı bir yasal düzlemde kadın cinayetlerinin yaklaşık %90’ının silahla işlendiği ve cezanın cürüm yanında cüce kaldığı bir toplumsal düzeni temsil ediyor.” Hemen bütün kadınlar, toplumu şekillendiren mekanizmaların tamamında (aileden iş yerine, okuldan siyasete) erkeklerin kadınlar yerine, onlara sormadan kararlar verdiklerini ve kadının topluma kadın olarak katkı yapmasının önüne geçildiği söylüyorlar. Verdikleri cevaplarda bir “erkek komplosu”na dair inanç yok, birçoğu erkeklerin de mağdur olduğunu ifade ediyor, B. gibi: “…Örneğin, erkeklerin duygularını belli etmemeleri, eve ekmek getirmeleri, her koşulda güçlü olmaları bekleniyor. Günün sonunda toplum düzeni toplumun parçalarının tamamının düzenli rol yaptığı bir tiyatroya dönüşüyor; bu tiyatronun zaman zaman gerekli olduğunu da elbette yadsıyamayız.”
Sol-liberal anlayış zaman zaman sözcük tabuları, ifade zaruretleri ve moda akımlar yaratır; halihazırda eksik ve çürük olan ideolojisini iyice pespayeleştirerek kitleselleştirmeye çalışır. Bunun, Türkiye gibi maruz kalan ülkelerde akisleri tuhaftır. Mesela Türkçede “n-word” karşılığı bir kelime olmamasına rağmen, Amerikan progresiflerini taklit etmek için yanıp tutuşan kimi Türkler, zenci kelimesini olumsuz kabul edip onun üzerinden bir tabu inşa etmeye çalışırlar. Buna benzer şekilde zaman zaman sosyal medyada çeşitli furyalar, tartışmalar tetikleniyor. Hem “erkek egemenlik” hem “maskülenite” kavramlarına bakışlarında kadınların sol-liberal propagandanın ne kadar tesiri altında kaldığını ölçmek için bir soru sorduk: “Tanıdığınız bir erkeğin kapınızı açması, ceketini teklif etmesi gibi geleneksel nezaket gösterileri sizce kadınları zayıf kabul eden bir önkabulden mi doğmuştur?”
Kadınların çoğu, buna “hayır” dediler. Bir kısmı, “böyle bir zayıflık kabulünden doğmuş olsa bile artık bunu ifade etmiyor, bana yapılmasından rahatsız olmam” dediler. Yine bir kısmı “kadın da aynı nezaketi erkeğe gösterebilir, ne var bunda” dediler. Yalnızca bir kadın, D., şöyle bir ifade kullandı: “Hala bir kadını böyle salakça şeylerle etkileyebileceğini sanan, köylü varoş bir erkektir bu.” B., mülakata katılan kadınların ekserisinin ortak görüşü sayabileceğimiz bir özet yapıyor: “Bu tip jestlerin orijininde kadının naif, hassas, kırılgan ve zayıf kabul etmelerinin yattığını düşünüyorum. Bununla birlikte, günümüzde bu davranışların aynı saikle sürdürüldüğünü sanmıyorum. Hatta bu incelikleri düşünen erkeklerin kadınları kendine haklar düzleminde en yakın gören gruptan olması mümkündür. Beni de bu davranışlar rahatsız etmiyor; bilakis, duruma bağlı olmakla birlikte, genellikle hoşuma gidiyor.” B.nin cevabı, alıntıladığımız Lewis argümanını düşündürüyor: Bir erkeğin ceketini vermesinden hoşlanan kadın, “hayır bu erkek seni aşağılıyor, hoşlanırsan sen köle ruhlu bir eksik-kadınsın” diyen propagandanın tesirinde kalırsa ne olur?
Devamında kadınlara partnerinizin ne kadar “maskülen” görünüp davranmasını beklersiniz diye sorduk. Ortalama 3.6 çıktı. İlginç olan, en düşük seviye olan “1”i seçen hiçbir kadının bulunmaması. Maskülen sözcüğünün onlar için ne anlama geldiğini sorduğumuzda ise en çok tekrarlanan ifadeler:
Koruyucu
Kararlı
Sert
Centilmen (nazik, kibar, efendi, beyefendi)
Sorumluluk alan
Bu ifadelerden yalnızca “sert” sözcüğü olumsuz kabul edilebilir, fakat detaylı yorumlarında bu kelimeyi kullanan kadınların yalnız biri olumsuz bir bağlamda kullandı. Erkekler nasıl -ekseriyetle- feminen kadınlardan hoşlanıyorlarsa kadınların da maskülen erkeklerden hoşlanması doğaldır. Teorilerin bu doğal meyillerle savaşmak yerine bunların birbirini tamamlaması, geliştirmesi, yükseltmesi için çalışması gerekir. Bir erkeğin “sadık eş” araması zatında kötü değildir, bir kadının koruyucu eş araması da.
Son olarak kadınlara evvela “özel bir ilişki kurmayacağınız, sosyal ortamda karşılaştığınızda makbul bulacağınız ideal erkek”i anlatın dedik. Akabinde ideal partnerinizi tarif edin dedik. Maskülen sorusunda öne çıkanlar burada da kendini tekrar etti. Kadınların partner olmayacakları ama aynı ortamda olmaktan, birlikte çalışmaktan, siyaset yapmaktan vb. memnun olacakları erkek tipi ile ideal partner olarak gördükleri erkek tipi arasında bir fark olmadığını gördük. Bu iki soruyu sormaktaki maksadımız bir ayrışma olup olmadığını görmekti, o yüzden ideal erkekte aradıklarını beyan ettikleri özellikleri tek tek sıralamayacağız. Fakat klasik manada “maskülen” özellikleri nezaket ve ağırbaşlılıkla birleştiren erkeklerin ittifakla makbul bulunduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Siyasete soyunan Türk milliyetçilerinin bu çalışmayı dikkate almasını temenni ediyoruz. Görünüşe göre en sorunlu alanlardan birisi, kadınların aileleriyle ilişkisi. Türk milliyetçisi erkeklerin, ailelerinden erkek çocukların aldığı desteği ve anlayışı görmekte eksik kalan kadınlara ikinci bir aile olmayı başarmaları lazım. Bunu başarırlarsa Türk kadınları onları iktidara taşıyacaktır.
Hazırlayan: M. Bahadırhan Dinçaslan