Bir süredir başka temaların yanında, demokrasiye –ve tabii Türk milliyetçiliği ile ilişkisine- dair yazılar yazıyorum. Bunların gördüğü ilgiden memnunum; özellikle gençleri birtakım önemli fikirlerle tanıştırmak için yazılara eklediğim pasajların tetiklediği tartışmalardan da.
Bu defa, çok sevdiğim bir yazıyı bütünüyle çevirmeye karar verdim. Türk Milliyetçisi Nasıl Bir Demokrasi İster ve İfade Özgürlüğü: Karikatür Çizme Hürriyetine Dair yazılarımla birlikte okunması, okuyucunun alacağı verimi arttıracaktır.
Aşağıdaki yazı, C. S. Lewis’ın kaleme aldığı Equality (eşitlik) başlıklı bir deneme. Şahsen, demokrasinin idealist, platonik yorumlarından çok, demokrasinin “engelledikleri” ile daha ilgili olduğumdan, bu yazıdaki fikirleri çok önemserim. Üstelik ben, insanların “yasa önünde eşitlik” dışında bir eşitliği haiz olduklarını, yahut buna ulaşacaklarını, ulaşabileceklerini, hatta ulaşmaları gerektiğini düşünmüyorum. Sanırım rap müzikteki pespayelikle ilgili yazım da bu yüzden tepki çekti: İnsanlar Lewis’ın dediği gibi sıralı dizilmiş çakıl taşlarını bir kilisenin giriş kemerinden daha güzel bulabiliyorlar. Bunda sorun yok – ancak çakıllarla kemeri eşit görüp göstermek istediklerinde bir sorun var. Lewis’ın aşağıdaki görüşlerinden çok azına katılmıyorum, ancak eşitlik ve özgürlük üzerine düşünen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Demokrasinin Lewis’ın ifadesiyle “düz eşitlik”e indirgendiği formu, işte, dünkü hiyerarşi ve ayrıcalıkların istismar edilmesi gibi bir istismar yaratıyor, %50+1 yanlış ve kötü işlere taraftar ise, bu meşrulaşabiliyor. Demokrasi, Lewis’ın dediği gibi “insan kötü olduğu”ndan gerekli, bir denge unsuru olarak; bir de toplumun kaotik mutasyonlarında, uzak, ücra bir köşede ortaya çıkan yetenek ve dehanın karar alıcı pozisyona gelebilmesine daha elverişli olduğu için faydalı olduğu kanaatindeyim. Ancak insanlar eşit değildir ve demokratik hassasiyet, aptal insanı, kötü insanı, düz insanı, yoz insanı “diğerleri” ile eşitlemez; alt-insanlar vardır ve onların karar alıcı olması, onların “ortak yüksek kültür” sahnesine hakim olmasına karşı mücadele etmek, iyi ve güzel yaşamak isteyen herkesin vazifesidir diyerek yazıya geçelim:
Eşitlik
Ben, İnsanın Düşüşü’ne inandığım için demokratım. İnsanların çoğu, sanırım, bunun tam tersi gerekçelerle demokrat oluyorlar. Demokrasi coşkusunun büyük bir kısmı, insanoğlu o kadar bilge ve iyidir ki herkes yönetimde pay sahibi olmayı hak eder diye düşünen Rousseau gibi insanların fikirlerinden geliyor. Demokrasiyi bu zeminde savunmanın tehlikesi şudur ki; bu tespitler doğru değil. Ne zaman insanoğlunun bir zaafı açığa çıksa, istibdat taraftarları bundan nemalanıyor. Bu tespitlerin doğru olmadığı kanaatine varırken, kendimden çok uzağa bakmadan varıyorum. Bırak bir milleti, bir kümesin yönetiminde bir söz hakkı sahibi olmayı hak etmiyorum. Birçok insan da hak etmiyor – reklamlara inanan, sloganlarla düşünen ve dedikoduları yayan tüm o insanlar. Demokrasinin asıl gerekçesi tam tersinde saklı. İnsanoğlu o kadar aşağılık ki, hiçbir insana türdeşleri üzerinde denetimsiz bir güç sahibi olması için güvenilemez. Aristo, bazı insanların yalnızca köle olabileceğini söylemişti. Ona karşı çıkmıyorum. Fakat köleliğe karşı çıkıyorum çünkü hiçbir insanı efendi olmaya layık görmüyorum.
Bu fikir, alıştırıldığımız formdan epey farklı bir eşitlik görüşü sunuyor. Ben eşitliğin kendi zatında ve kendi adına iyi olan o şeylerden (bilgelik ve mutluluk gibi) biri olduğunu düşünmüyorum. Eşitliği tıpla aynı sınıfta görüyorum, tıp biz hasta olduğumuz için iyidir; yahut kıyafetler iyidir çünkü bizler artık masum değiliz. Kralların, rahiplerin, kocaların yahut babaların eski otoritesinin, kulların, sıradan insanların, karıların ya da oğulların eski itaatkarlığının kendi zatında aşağılayıcı ya da kötü bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Bunların tabii olarak en az Adem ve Havva’nın çıplaklığı kadar iyi ve güzel olduğunu düşünüyorum. Ama bu haklı olarak elimizden alındı zira insanlar kötülüğün safına geçerek istismar ettiler. Bunları yeniden getirmek, Nüdistlerin hatasını tekrar etmek olurdu. Yasal ve ekonomik eşitlik bu Düşüş’ün kesinlikle gerekli olan ilacıdır ve zulme karşı korumamızdır.
Ama ilaç iyi değildir. Dümdüz bir eşitlikte hiçbir ruhsal besin değeri yoktur. Bu hakikatin müphem bir ikrarı dahi siyasi propagandamızın çoğunun kulağa pek zayıf gelmesinin sebebidir. İyi bir hayatın menfi şartından ibaret bir şey tarafından baştan çıkarılmak için çabalıyoruz. Bu da insanların tahayyülünün eşitsizliğe duyulan özlem tarafından kolayca ele geçirilebilmesinin sebebidir; sadık saray maiyetlerinin yaşamına dair filmlerdeki romantik formu ya da Nazi ideolojisindeki vahşi formunda. Tahrik eden şeytan kendi değerler sistemimizin bazı hakiki zaaflarının üzerine oynuyor – açlığını çektiğimiz ihtiyaçlarımıza yemek vaat ediyor.
Eşitlik bir ilaç yahut bir güvenlik aygıtı olarak değil de, bir ideal olarak ele alındığında, bütün üstünlüklerden nefret eden güdük ve kıskanç zihin tipini yaratmaya başlıyoruz. Bu zihin, demokrasinin özel hastalığıdır, zalimlik ve kölelik nasıl imtiyazlı cemiyetlerin özel hastalıklarıysa. Eğer serbestçe büyümesine izin verilirse, hepimizi öldürecek. Bir taraftan neşeli ve sadık bir itaati, diğer taraftan bu itaati yüksünmeden ve asil bir şekilde kabul edişi tasavvur edemeyen insan; hiç diz çökmek ya da eğilmek dahi istememiş bir insan, yavan bir barbardır. Fakat bu eski eşitsizlikleri yasal yahut harici zeminde yeniden tesis etmek fena bir aptallık olurdu. Bunların uygun oldukları yer başka bir yerdir.
Düşüş’ten beri, kıyafet giymek zorundayız. Evet, fakat içeride, Milton’un “Bu belalı kisveler” dediği şeylerin altında, yaşadığımızı hissetmek için çıplak vücudu, yani gerçek vücudu istiyoruz. Münasip anlarda istiyoruz bu vücudun görünmesini: zifaf odasında, erkekler hamamının kamuya açık mahremiyetinde, ve (tabii ki) tıbbi yahut başka bir olağanüstü durum öyle icap ettirdiğinde. Aynı şekilde, zorunlu yasal eşitlik görüntüsünün altında, bütün o hiyerarşik dans; ve derin, neşeyle kabul ettiğimiz ruhsal eşitsizliklerimizin harmonisi yaşıyor olmalı. Orada yaşıyor, biz Hıristiyanların hayatında, zira rahibin artık bizim üzerimizde siyasi bir otoritesi yoktur. Ebeveynimiz ve öğretmenlerimizle kurduğumuz ilişkide de yaşıyor, zira artık bu iradi ve tamamen ruhani bir hürmete dönüştü. Evlilikte de yaşıyor olmalı.
Bu son husus biraz açık konuşmayı gerektiriyor. Erkekler geçmişte kadınlar üzerindeki güçlerini o kadar korkunç bir şekilde istismar ettiler ki, en çok kadınlar için eşitlik bir ideal olarak görünme tehlikesi altındadır. Fakat Bayan Naomi Mitchison doğru noktaya temas etti: Evlilik yasalarınızda –ne kadar çok o kadar iyi- eşitlik ne kadar belirgin olursa olsun, eşitsizliğe bir derece rıza, hatta eşitsizlikten zevk almak, bir erotik gerekliliktir. Mitchison, meydan okuyan bir eşitlik fikrine kapılmış, bir erkeğin sarılmasının yalnızca hissedilmesinin bile alttan alta gücenme hissi yarattığı kadınlardan bahsediyor. Evlilikler böyle karaya oturuyor. Bu, modern kadının traji-komedisidir: Freud’un sevişmenin hayattaki en önemli iş olduğunu öğrettiği ve sonra feminizm tarafından bu eylemi tam bir duygusal başarıya dönüştürecek yegane yol olan içsel teslimden alıkonulmuş kadın. Yalnızca kendi erotik zevki için dahi, daha ileriye gitmeyecek olsa bile, bir derece itaat ve alçak gönüllülük (normalde) kadın için gerekli gibi görünüyor.
Buradaki hata, bütün muhabbet biçimlerini arkadaşlık dediğimiz özel formda eritmek oldu. Arkadaşlık kesinlikle eşitlik içeriyor. Fakat arkadaşlık, bir ev halkı içindeki farklı sevgi çeşitlerinden farklıdır. Arkadaşlar ilksel olarak birbirlerini özümsemezler. Arkadaşlık birlikte bir şeyler yaptığımızda gelişir – resim çizdiğimizde, birlikte yelken açtığımızda, dua ettiğimizde, felsefe yaptığımızda ya da omuz omuza savaştığımızda. Arkadaşlar aynı yöne bakarlar. Sevgililer birbirlerine bakarlar – yani ters yönlere. Bir ilişki çeşidine ait olan her şeyi bir diğer ilişki çeşidine aktarmak ahmakça bir iş.
Biz İngilizler sembolik monarşimizi yitirmeden epey güçlü bir yasal demokrasiye (ekonomik demokrasi için hala yolumuz var) ulaşmayı becermiş olmamızdan ötürü sevinmeliyiz. Çünkü o, hayatlarımızın tam da ortasında, eşitsizlik arzularımızı tatmin ediyor ve ilacın gıda olmadığının ebedi bir hatırlatıcısı olarak duruyor. Bu yüzden, insanın monarşiye tepkisi bir tür testtir. Monarşi çok kolayca “çürütülebilir”, ama çürütenlerin yüzlerine, özellikle aksanlarına bakın. Bunlar cennetteki kökleri kesilmiş adamlardır – bunlara polifoninin, dansın dedikodusu bile ulaşmaz- bunlar sıralı dizilmiş çakılların bir kemerden daha güzel göründüğü adamlardır. Yine de, eşitliği arzulasalar da ona ulaşamazlar. Bir krala hürmet gösterilmesinin yasak olduğu yerlerde insanlar milyonerlere, sporculara ya da film yıldızlarına hürmet gösteriyorlar – hatta meşhur fahişelere veya gangsterlere. Zira ruhsal doğamız, vücut doğamız gibi, beslenmelidir; ona yemek vermezsen zehri bir yudumda içecektir.
Bu yüzden bütün bu sorun fiili bir önemi haizdir. “Ben de senin kadar iyiyim” diyen ruhun bizim kişisel ve ruhsal alanımıza her tecavüzüne, bürokrasinin ya da ayrıcalıklı sınıfların siyasal alana tecavüzüne karşı koyduğumuz gibi kıskanç bir şekilde karşı koyacağız. Dışarıdaki eşitlikçiliği ancak içerideki hiyerarşi koruyabilir. Demokrasiye romantik saldırılar yeniden gelecek. Kalplerimizi anti-demokratlardan çok daha iyi anlamadığımız sürece asla güvende olamayacağız. İnsan tabiatı, uygun olan politik zeminden çıkıp daha gerçek, daha somut iç alanlarımıza uzanmaya çalıştığı sürece düz eşitliğe asla kalıcı olarak dayanamayacaktır. Bırakın eşitliği giyelim ama her gece soyunalım.
C. S. Lewis, The Spectator, 27 Ağustos 1943