Kıbrıs Dosyası: Kıbrıs Sorunu Aslında 1974'te Çözüldü, Uluslararası Toplumun KKTC'yi Hukuken Tanımaması, Bütünüyle Siyasî Bir Muameledir

TAKİP ET

2024 yılında Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50. yılını anarken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu, yaşanan katliamları, mevcut sorunları İstanbul Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi Hakan Dumlu ile konuştuk.

20. yüzyılda Türk milleti birçok acı gördü. Balkanlar'da, Türkistan'da ve Anadolu'da yaşanan işgaller ve soykırımlar Türk milletinin hafızasında derin acılar bıraktı. 

Ancak Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti işgal altındaki tüm Türk yurtlarına umut ışığı oldu. Nitekim önce Hatay kurtarıldı. Gazi'nin ömrünün vefa etmemesi ve 2. Dünya Savaşı gibi gelişmeler bazı konularda gerekli girişimlerin yapılmasını engelledi ama Türk dünyasının gözü hep Türkiye'de oldu. 

İngiliz işgali altındaki Kıbrıs'ta yaşayan Türkler için de anavatandan ayrıldıktan sonra çileli bir hayat başlamıştı. İngiliz idaresi sonrası adanın kontrolünü tamamen ele geçirmek isteyen ve Türkleri adadan sürmek, Kıbrıs Türklüğünü yok etmek isteyen Rumlar da Türklere karşı saldırılara başlamıştı. Yaşananlara kayıtsız kalamayan Türkiye Cumhuriyeti önce adadaki halkın kendini savunabilmesi için Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurulmasına öncülük etti. TMT, Türkiye'den giden bir subay tarafından koordine ediliyordu. Rauf Denktaş, Dr. Fazıl Küçük gibi isimler ise Kıbrıs Türklerini sevk ve idare ediyordu. 

Nihayetinde Rumların Türklere zulmü dayanılmaz bir boyuta ulaştı, Yunanistan ve EOKA'nın planlarına karşı diplomasi yollarının da tıkanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti 1974 yılında Kıbrıs'a barış harekatı düzenledi. Kıbrıs Türklüğü artık kurtulmuştu, daha sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu ve Türkler hür bir yönetimle yaşamaya başladılar. KKTC dünya tarafından tanınmasa da Kıbrıs Türklüğü artık canından emin yaşıyor. 

2024 yılında Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50. yılını anarken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu, yaşanan katliamları, mevcut sorunları İstanbul Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi Hakan Dumlu ile konuştuk. 

TamgaTürk Yayın Yönetmeni Semir Yapıcı'nın sorularını yanıtlayan Dumlu, geniş de bir kaynakça ile Kıbrıs konusunda adeta bir başvuru kaynağı hazırladı. 

 

    Sondan başlayalım, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti neden uluslararası alanda Türkiye dışındaki bir devlet tarafından tanınmıyor?

Uluslararası hukuka göre başlıca üç objektif unsur, bir devletin varlığını kanıtlamaktadır. Bunlar; insan topluluğu, ülke ve egemen bir kamu otoritesinden ibarettir.1 Bu bakımdan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Kıbrıs Türklerinin yaşadığı bir devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Coğrafî konumu itibarıyla bu devlet, Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde yer almaktadır. Devletin sınırları Türk Silahlı Kuvvetlerince 1974’te icra edilen Kıbrıs Barış Harekâtı neticesinde çizilmiştir. Siyasî ve hukukî örgütlenmesini ise 1983’te kemâle erdiren devlet, egemen bir kamu otoritesi tesis edip bağımsızlık pâyesine erişmiştir.

KKTC, her ne kadar Türkiye dışında uluslararası toplum tarafından siyasî sebeplerle hukuken tanınmamış olsa da de facto olarak varlığını ispatlamıştır.2 Zira tanınmanın fiilî şartlarını 3 siyasî ve hukukî örgütlenme sürecinde sağlamıştır. Buna göre KKTC, sınırları muayyen bir ülkeye mâliktir ve bu ülkede devlet olarak egemen ve üstün bir kamu otoritesi tesis etmiştir. Böylece her türlü uluslararası ilişki kurmaya ve bunlardan doğacak yükümlülüklerini yerine getirmeye muktedir olmuştur.4 Nitekim uluslararası hukukta, tanıma kurumuna yönelik bir uzlaşı oluşmamasına rağmen yeni bir devletin meydana çıkması, kendisinin bunu fiilen gerçekleştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle devlet olma vasfı, diğer devletlerin yeni ortaya çıkan bir varlığa bu vasfı bahşetmesiyle elde edilmez. Aksi takdirde olmayan bir şeyin tanınması gibi bir çelişki ortaya çıkacaktır. Hülâsa, bir devlet eğer fiilen mevcut ise o devletin hukuken de mevcut olduğu düşünülmektedir.5

Uluslararası toplumun KKTC’yi hukuken tanımaması, bütünüyle siyasî bir muameledir. Çünkü tanıma kurumunun esaslarını, Avrupa devletleri belirlemiştir. Bu bakımdan tanıma kurumu, uluslararası ilişkiler ve hukuk sahalarına da Avrupa’nın menfaatlerini kayırmak için dâhil edilmiştir. Nitekim tanıma, öznel bir takdir vasıtasıdır.6 Uluslararası sistemin anarşik yapısı da buna müsaade etmektedir. Diğer bir deyişle devletler arasındaki meseleleri adilâne bir karara bağlayacak bir üst merci yoktur.7

Öte yandan devletlerin tanınması hususunda uluslararası hukuka göre birtakım sınırlamalar belirlenmiştir. KKTC’yi ilgilendiren sınırlamalardan ilki, kuvvete başvurmanın yasaklanması ilkesidir. Buna göre uluslararası hukuka aykırı bir kuvvet kullanılarak kurulan devletler ve bu yolla elde edilen toprak kazanımları tanınmamalıdır. Söz konusu ilke uyarınca Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, KKTC’nin tanınmasına mani olmuştur. Konsey, KKTC’nin bağımsızlık ilanına karşılık olarak 18.11.1983 tarihli ve 541 sayılı bir karar8 çıkarmıştır. Bu kararda, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin kurucu ve garanti antlaşmalarına “aykırı” bir fiilî durum teşkil ettiği gerekçesiyle Ada’da söz konusu devlet haricinde kurulmuş hiçbir Kıbrıs devletinin tanınmaması uluslararası toplumdan istenmiştir. Bu bakımdan Güvenlik Konseyi, Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci müdahalesini işaret ederek KKTC’nin böylece uluslararası hukuka aykırı bir kuvvet kullanılarak kurulduğunu iddia etmiştir.9

Türkiye’nin Kıbrıs’a birinci müdahalesi, uluslararası hukuka uygun bulunmuştur. Ancak yine aynı gerekçelere dayanan ikinci müdahalesi, kuvvete başvurmanın yasaklanması ilkesine aykırı bulunmuştur. Oysa KKTC’nin egemen ve bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasını mümkün kılan bu müdahaleler, uluslararası hukuka uymaz değildir. Bilakis Türkiye’nin müdahalelerin meşruiyeti, Kıbrıs sorunundaki taraf devletlerin uzlaştığı 1959 ve 1960 tarihli Zürih, Londra ve Lefkoşa Antlaşmaları’ndan kaynaklanmaktadır.10 Nitekim bu antlaşmaların bir parçası olarak tanzim edilmiş Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesi11 gereğince Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık; Kıbrıs Cumhuriyeti’nde kurucu antlaşmalar hilafına oluşan hâl ve şartların ortadan kaldırılmasına yönelik istişare ve müşterek bir hareket olanağı bulunmadığında her türlü tedbiri kendi başlarına alma yetkisine sahiptirler.

Ayrıca Garanti Antlaşması’nda, Ada’da yerleşik toplumların temel özgürlükleri, anayasal hakları ve emniyetleri Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’ne karşı da güvence altına alınmıştır. Diğer bir deyişle Ada’da tesis edilmiş anayasal düzen, doğrudan doğruya Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti tarafından ihlâl edildiği takdirde garantör devletlere yine müdahale hakkı doğmaktadır.12 Nitekim Başpiskopos Makarios’un alenî desteğiyle iş gören Rum terör örgütü EOKA, Kıbrıs Türklerine yönelik tedhiş ve tecrit politikalarını 1963’ten 1974’e değin kesintisiz devam ettirmiştir. Son kertede Yunanistan’daki cuntanın Enosis amacıyla 1974’te Kıbrıs’ta yaptırdığı darbe, Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesinin Türkiye tarafından işletilmesini meşru hâle getirmiştir.13

Devletlerin tanınması hususunda uluslararası hukuka göre belirlenen sınırlamalardan KKTC’yi ilgilendiren diğer bir ilke de kendi kaderini tayin etme ilkesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgeler, bu ilkeye dayanarak birer birer bağımsızlıklarına kavuşmuş; bu hareketler uluslararası toplum tarafından meşru görülmüştür. Ancak bundan başka bir amacı olan ayrılıkçı hareketler, ülke bütünlüğüne yönelik bir tehdit olduğu gerekçesiyle uluslararası hukukta reddedilmektedir. Bu türlü gayrimeşru hareketler, kazanım elde ettiği takdirde bunların tanınmamaları yönünde uluslararası toplumda kuvvetli bir kanaat oluşmuştur.14

Kendi kaderini tayin etme ilkesinin hangi hâl ve şartlarda kabul edileceğine ilişkin BM Genel Kurulu, 1970’te 2625 (XXV) sayılı bir karar15 yayımlamıştır. Söz konusu kararda bu ilke, insan haklarına dayandırılmıştır. Bir ulusun, yabancı bir boyunduruk altında baskı ve sömürüye maruz kalması, insan hakları ihlâli olarak sayılmıştır. Ayrıca bu ilke ile ayrılıkçı bir hareket arasındaki fark, kesin bir biçimde ifade edilmiştir. Irk ve renk ayrımı gözetmeden bir ulusun bütününü temsil etme kabiliyetine sahip bir hükûmetin varlığı, egemen bir devletin alâmeti olarak kabul edilmiştir. Öyleyse böyle bir hükûmet var olmadığı takdirde kendi kaderini tayin etme ilkesini uygulamak haktır.16

Kendi kaderini tayin etme ilkesine ilişkin BM Genel Kurulunun aldığı karar, KKTC’nin ilanının tamamen meşru ve haklı bir sürecin sonucu olduğuna delalet etmektedir. Çünkü 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasası, ulusal bir devlete göre değil iki uluslu bir devlete göre düzenlenmiştir. İki ulusun uzlaşması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, nüfus oranları belirleyici olmadan hem Kıbrıs Türklerine hem de Kıbrıs Rumlarına genel iradeye eşit bir biçimde katılma olanağı yaratılmıştır.17 Ancak 1963-1974 arasında Kıbrıs’ta, yukarıda sözü edilen nitelik ve kabiliyetleri taşıyan bir devlet otoritesi bulunmamaktadır. Bu yüzden Kıbrıs Türklerinin kendi kaderini tayin etme ilkesine dayanarak 1983’te bağımsızlık ilan etmeleri, şüphesiz meşru bir eylemdir.18

Değiştirilemez temel hükümlerin iptali de dâhil olmak üzere Başpiskopos Makarios tarafından Kıbrıs anayasasında yapılan tek taraflı değişiklikler, Ada’daki toplumlar arasında yaratılmış eşit ve güvenceli statüyü yok ederek Rumların üstünlüğünü sağlamıştır. Ada’da süregelen kargaşa ve terör, anayasal düzenin bozulmasıyla büsbütün yaygınlaşmıştır. Böylece Kıbrıs Türkleri, hayatî bir ikileme itilmiştir: Dayatılan yeni “anayasal düzeni” kabul ederek azınlık statüsüne düşmek ya da reddederek ortaklık devletinden tasfiye edilmek. Bu cendereden çıkmanın yolunu, kendi idarelerini tesis ederek bulan Kıbrıs Türkleri; önce 1967’de geçici yönetim, ardından 1975’te federe devlet örgütlenmesi ve son olarak 1983’te yeni ve bağımsız bir devlet ortaya çıkarmıştır.19 Çünkü ortaklık devletinden cebren ve hileyle tasfiye edildikleri için uluslararası hukuktan doğan ulusal egemenlik haklarını kullanabilecekleri bir siyasî otoriteden mahrum bırakılmışlardır. Nitekim uluslararası hukuk, devleti temel almaktadır. Sonuç itibarıyla Kıbrıs Türkleri, Rum yönetiminin gasp etmeye çalıştığı egemenlik haklarını muhafaza etmek amacıyla müstakil bir devlet kurmaya mecbur olmuştur.20

    Birleşmiş Milletlerin Kıbrıs’ta bulduğu çözümler neden kabul görmedi? Annan Planı’na Türk tarafı neden evet dedi, Rum tarafı neden hayır dedi?

Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından ortaya çıkan hâl ve şartlara göre Ada’da iki toplumlu, iki kesimli bir federasyon modelini çözüm olarak benimsemiştir. Nitekim bu doğrultuda öncelikle 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştur.21 Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasbeden Rum Yönetimi, egemenliği paylaşmaya yanaşmamış ve bu yüzden BM himayesinde yürütülen federasyon modeline yönelik müzakereler kısır bir döngüye girmiştir.22 Çünkü Ada’daki egemen iki toplumdan biri olan Kıbrıs Türkleri, bu bağlamda eşit ortaklığa dayalı bir uzlaşıyı namuskârâne savunurken Rum Yönetimi ise Kıbrıs’ın bir Helen adası olduğunu peşinen kabul ederek müzakerelere daima hâkimiyetçi bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.

Öte yandan Avrupa Birliği (AB) 1997’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile üyelik müzakerelerini başlatmıştır. Ancak Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye dâhil edilmesi amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, BM Genel Sekreteri Kofi Annan öncülüğünde sürdürülen müzakereler sonucunda “Annan Planı” hazırlanmıştır. Bu planda, Kıbrıs’ta bir ortaklık devleti kurulması öngörülmüştür. Yeni devlet, Türk ve Rum toplumlarının ayrı ayrı teşkil edeceği kurucu devletlere dayandırılacaktır. Bu bakımdan bir federasyon modeli oluşturulmuştur. Ancak Profesör Ulvi Keser’e göre Annan Planı, “Kıbrıs Türk toplumunun ‘kendi devletine ve ülkesine sahip çıkmak’ ile ‘standardı daha yüksek bir toplumda azınlık olarak yaşamak ve yok olmak’ arasında tercih yapmaya zorlandığı”23 bir plandan ibaret kalmıştır.

Annan Planı, Kıbrıs’ta halk oylamasına sunulmuştur. Bu oylama, Türk ve Rum kesimlerinde ayrı ayrı düzenlendiği için Kıbrıs’ta iki ayrı siyasî otoritenin mevcut olduğu kabul edilmiştir. Başka bir deyişle KKTC’nin varlığı, hem BM hem de AB tarafından bir kere daha fiilen tanınmıştır. Halk oylamasının sonuçlarına göre Kıbrıs Rum toplumunun yüzde 75,83’ü yani ezici bir çoğunluğu, bu planı reddetmiştir. Öte yandan planda yer alan olumsuz şartlara rağmen Kıbrıs Türk toplumunun yüzde 64,91’i Annan Planı’nı kabul etmiştir.24

Kıbrıs Rumları, Annan Planı’nı reddederek aslında 1963’ten beri sürdürdükleri uzlaşmaz tutuma uygun bir karar vermiştir. Zira gasbettikleri devletin egemenliğini, uluslararası toplum tarafından tanınmanın sağladığı hak ve menfaatleri hiçbir zaman Kıbrıs Türkleriyle paylaşmaya yanaşmamışlardır. Üstelik Ada’nın tamamını temsilen AB’ye katılan Rum Yönetimi, böylece dolaylı olarak yine Enosis’i hedeflemiştir. Kıbrıs Türkleri ise uluslararası hukuktan kaynaklanan egemenlik haklarını kullanabilmeyi umarak bu planı kabul etmeye mecbur olmuştur. Zira KKTC, uluslararası toplum tarafından hukuken tanınmadığı için Kıbrıs Türkleri de egemenlik haklarını kullanmaktan mahrûm bırakılmıştır.

    Rumların elinde imkân olduğunda bile “Enosis” neden gerçekleşmedi?

Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ile ittifak ederek girince buna karşılık olarak Britanya İmparatorluğu da 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı ilhak etmiştir. Britanya, İttifak Devletleri’ni çevreleyebilmek için Yunanistan’ın da Büyük Savaş’a katılmasını amaçlamıştır. Bu doğrultuda teşebbüse geçen İngilizler, Yunanlara Kıbrıs’ı vâdetmiştir.25 Ancak bu teklif, savaşın en çetin zamanında reddedildiğinden ötürü daha sonraki yıllarda Yunanistan savaşa girse bile Enosis’e müsaade edilmemiştir.

Sömürgelerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birer birer bağımsızlıklarını kazandığı konjonktürden Yunanistan da kendi millî menfaatleri doğrultusunda istifade etmek istemiştir. Bu yüzden gözünü bir kere daha Kıbrıs’a dikmiştir. Ancak Yunanistan’ın BM katındaki teşebbüsleri faydasız olmuştur. Zira Birleşik Krallık, Kıbrıs’ın jeopolitik ve jeostratejik önemi sebebiyle Enosis’e mani olmuştur.26

Kıbrıs Rumları, Enosis’in meşru yollarla gerçekleştirilemeyeceğini görünce 1950’lerden itibaren tedhiş yöntemlerini yoğun bir biçimde kullanmaya başlamıştır. Bu doğrultuda Rum terör örgütü EOKA, Yunanistan’ın desteğiyle 1955’te kurulmuştur. EOKA, İngilizlerin sömürge idaresine karşı kurulduğunu iddia etmiştir. Ancak aslında Kıbrıs Türkleri, Enosis’in önündeki en büyük engel olarak görülmüştür.27 Nitekim Kıbrıs Türkleri, EOKA terörü sebebiyle katliam, sürgün ve tecrit gibi türlü facialar yaşamıştır.

Kıbrıs Türkleri ise direniş amacıyla 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurmuştur.28 Böylece Kıbrıs’ta yaşananlar, bir sömürge sorunu olmaktan çıkarak aslında Türk-Yunan anlaşmazlığına dönüşmüştür.29 Nitekim Türkiye de Ada’nın gelecekteki statüsüne ilişkin tartışmalara kayıtsız kalmayarak Lozan Antlaşması’nın 16’ncı maddesini işaret etmiştir.30 Bu maddeye göre Türkiye, Kıbrıs’ın statüsünün değiştirilmesi hususunda söz sahibi olmaktadır. Zira Lozan’da hukukî haklarından feragat ettiği kara parçaları ve adaların statüleri eğer gelecekte değiştirilecek olursa Türkiye, bu durumda danışılacak taraf olarak kabul edilmiştir.31

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Doğu Akdeniz’de ayyuka çıkan sorunun, Türkiye ile Yunanistan’ı bir savaşa sürüklemesinden çekinmiştir. Zira ABD, Kıbrıs sorununu Soğuk Savaş’ın şartlarına göre yorumlamıştır. Buna göre Türkiye ve Yunanistan’ın teşkil ettiği NATO’nun güneydoğu kanadında ortaya çıkacak bir “çatlak”, Sovyetlerin bu bölgeye nüfuz etmesini kolaylaştıracaktır. Bu sebeple Kıbrıs sorununun çözümü için Enosis ya da taksim seçenekleri yerine Ada’da bağımsız bir devletin kurulması yeğlenmiştir.32 Fakat bağımsız Kıbrıs devletinin ömrü, uzun sürmemiştir. Zira Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumlarının eşit egemenliğe sahip olduğu ortaklık devletini, Yunanistan destekli Rumlar silah zoruyla 1963’te gasbetmiştir.

Sonuç itibarıyla iki toplumlu ortaklık devletini yıkan Rum yönetimi, Enosis için çabalamaya başlamıştır. Bu bağlamda, Enosis’in önündeki en büyük engel olarak gördüğü Kıbrıs Türk toplumuna karşı tedhişin şiddetini artırmış; tecrit çemberini de gün geçtikçe daraltmıştır. Terör örgütü EOKA, gâsıp Rum yönetiminin gölgesinde faaliyetlerini yürütmeye devam etmiştir. Yıllar geçtikçe Yunanistan ile gasp edilen devletin artık gayrimeşru cumhurbaşkanı olan Makarios arasında Enosis’in nasıl gerçekleşeceğine ilişkin anlaşmazlıklar artmıştır. Nihayet Makarios, Yunan cuntasının Ada’da yaptırdığı bir askerî darbeyle devrilince Enosis tehlikesi yeniden ve bu defa daha şiddetli bir biçimde belirmiştir.33 Buna karşılık olarak Türkiye, çok geç olmadan Kıbrıs Türklerinin hak ve hürriyetlerini muhafaza ve müdafaa amacıyla Kıbrıs’a müdahale etmiştir. Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri, 1960’ta imzalanan Garanti Antlaşması’nda ifade edilmiş meşru gerekçelerle Attila Operasyonu’nu icra ederek Enosis’i engellemiştir. Ancak Rum Yönetimi, bütün bunlara rağmen AB üyeliği sayesinde dolaylı yoldan ve kısmen de olsa Enosis’i gerçekleştirmiştir.

    Son zamanlarda sosyal medyada Türkiye’nin adadaki varlığından rahatsızlığını dile getiren ve Rumlarla birleşmek isteyen Kıbrıslı Türkler görüyoruz, bu söylemler neden arttı?

Sosyal medya, bir söylemin yaygınlaştırılması ve tedricen kabul görmesi amacıyla kullanılan son derece önemli bir vasıta hâline gelmiştir. Fakat muzır bir söylem yaygınlaşır ve böylece gerçeği tahrip edecek denli kabul görürse, ciddî bir yozlaşmaya yol açacaktır. Kıbrıs Türkleri de bu türlü muzır söylemleri yaygınlaştıran odakların pençesine itilmektedir. Buna mani olmanın yolu, tarihi iyi bilmek ve günümüzü de ona göre yorumlamaktır. Ayrıca toplumun menfaati uğruna çabalamak yerine ferdî heves ve ihtiraslarının esiri olanlar, aslında kendi geleceklerinin de mahvına sebep olacaktır. Genç kuşak, millî bir eğitim sayesinde bu bilinçle yetiştirilmelidir. Aksi takdirde, sosyal medyada kasten yaygınlaştırılan muzır söylemler, Kıbrıs Türklerinin zihnini bulandırmakla kalmayacak; istiklal ve istikbaline de kastedecek raddeye gelecektir.

Elbette Kıbrıs Türk toplumu, ideolojik anlamda homojen bir yapıda değildir. Bu durum, gayet doğaldır. Nitekim söz konusu rahatsızlık ve istekleri olan Kıbrıs Türkleri de KKTC kamuoyunu ve maşeri vicdanını yansıtmamaktadır. Ancak bir parçasını teşkil etmektedir. Art niyetli olmayan söylemler ve talepler, Kıbrıs Türklerinin geleceği için hiç kuşku yok ki kıymetlidir. Zira bir toplumu oluşturan her ferdin duygu ve düşünceleri, o toplumun geleceğinin inşasında birer temel taşı olmaktadır. Bu bakımdan uluslararası tecrit sebebiyle alenen insan hakları ihlâline maruz kalan Kıbrıs Türklerinin haklı isyanı ve meşru talepleri, KKTC ve Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda gözetilmelidir. Ancak Ada’daki Türk varlığına kasteden örtülü operasyonlar dikkate alınmamalıdır. Rumlarla birleşmek, Kıbrıs Türklerinin azınlık statüsüne esir edilmesi demektir.

Öte yandan Türkiye’nin Kıbrıs’taki askerî varlığı, Kıbrıs Türklerinin egemen ve bağımsız bir şekilde inşa edeceği geleceğin teminatıdır. Tartışmaya açılamaz. KKTC uluslararası toplum tarafından hukuken tanınana dek Türk askerinin Ada’da bulunması, hayatî bir güvenlik meselesidir. Zira Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ta barışı tesis etmeden önce yaşanan facialar, hâlâ hafızalarda dipdiri durmaktadır. Bu faciaların tekrarlanmasını önleyebilecek yegâne kuvvet, yine Türk ordusudur. Üstelik bu mesele, Türkiye için de bir ulusal güvenlik meselesidir. Kıbrıs Adası, batıda Yunanistan tarafından kuşatılmış Türkiye için adeta bir “gün deliği” gibidir.

Lozan mübadillerinden bazıları, mübadelenin ardından Türkiye’ye yerleştiklerinde, Büyük Savaş sırasında yaşadıkları travmanın etkisiyle evlerinin kapı ve pencerelerini sıkı sıkı kapatıp kaplamışlardır. Zira Yunan mezaliminin acı hatırasını, zihinlerinden silememişlerdir. Bu evlerin damına, yalnızca gün ışığının girebilmesi için büyücek delikler açmışlardır. Bu deliklere de “gün deliği” adını vermişlerdir. İşte, Kıbrıs, bu hâl ve şartlarda Türkiye’nin gün deliği gibidir. Federasyon kisvesiyle Rum tahakkümüne terk edilirse yalnızca Kıbrıs Türklerinin değil, Türkiye Türklerinin de gün deliği kapanacaktır. İki Türk toplumunun da Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerinin muhafaza ve müdafaa edilmesi, KKTC’nin egemen ve bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesine bağlıdır.

    Bilhassa gençlerin KKTC’den göç etmeye başladığını görüyoruz. Bu neden kaynaklanıyor ve ne gibi sorunlar doğurur? Bu konunun çözümü için ne yapmak gerekir?

Kıbrıs Türklerinin Ada’dan göçü, aslında öteden beri süregelen bir olgudur. Bu göçler, İngilizlerin Ada’ya hâkim olmasıyla başlamıştır. Bu bakımdan Kıbrıs Türklerinin göçünü, üç ayrı dönemde incelemek isabetli bir yaklaşım olacaktır. Böylece günümüzde KKTC’den göçen yahut göçmeye niyetli Kıbrıs Türklerinin ne umdukları daha iyi anlaşılacaktır. Zira her ne kadar bu göçlere yol açan siyasî sebepler, dönemlere göre değişse de sosyoekonomik sebepler daima aynı olmuştur.

Kıbrıs Türkleri, evvela İngiliz boyunduruğu altında, Kıbrıs Rumlarının siyasî, ekonomik ve toplumsal alanlarda kayırıldığı bir düzende yaşamaya mahkûm olduklarından ötürü Ada’dan göçmeye başlamıştır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun 1571’den itibaren Kıbrıs’taki hâkimiyeti boyunca Kıbrıs Türkleri emlak sahibi, memur ve asker olarak Ada’da yönetici konumuna çıkmıştır. Ancak İngilizler, Ada’nın yönetimini 1878’de devraldıktan sonra Kıbrıs Türkleri de artık yönetilen konumuna düşmüştür.34 Söz gelimi Kıbrıs’taki devlet kurumlarında memur olarak çalışan Türkler, İngiliz hâkimiyetinin başlamasıyla görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Bunun sonucunda, geçimlerini sağlayabilmek için sahip oldukları emlak ve araziyi satmak zorunda kalmışlardır. Türklerin bu düşkünlüğünden yararlanan Rumlar da onların emlak ve arazisini satın alarak Ada’nın ekonomik yapısında baskın bir konuma gelmiştir. Kıbrıs Türkleri, bu haksızlıklar ve talihsizliklerle baş edemeyince Ada’dan göçmeyi bir çare olarak görmüştür.35

Kıbrıs Türkleri, İngiliz hükûmetinin baskısı, Rumların daima kayırılması ve ekonomik darboğaz gibi sebeplerden ötürü Ada’dan göçtükçe teşkilatlanamamış, teşkilatlanamadıkça da İngiliz ve Rum tahakkümüne karşı kolektif mücadele becerisinden mahrum kalarak yine Ada’dan göçmeye mecbur olmuş; sonuçta kısır bir döngüye girmiştir.36 Nitekim Ada’daki siyasî koşulların değişmeye başladığı 1950’lerden itibaren Kıbrıs Türkleri, bu defa Rum terörüne karşı savunmasız kalmıştır. Bu dönemde baskısını artıran terör örgütü EOKA, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra arkasına devlet desteğini de almıştır. Sonuçta Makarios’un emriyle başlatılan Akritas Planı, bu devleti fiilen ortadan kaldırmıştır. Kıbrıs Türkleri ise devleti olmayan insanlar durumuna düşmüş; ne özgürlükleri ne de can ve mal güvenlikleri kalmıştır.37 Bu süreçte başta Türkiye ve İngiltere olmak üzere Ada’nın dışına göçmüşlerdir.

Yakın dönemde ve günümüzde ortaya çıkan göç olgusu ve arzusu ise aslında KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmamasından kaynaklanmaktadır. Zira Kıbrıs Türkleri, maruz kaldıkları uluslararası tecrit sebebiyle hem siyasî hem de ekonomik bakımdan zarardadır. Bu tecrit çemberini kırabilmek için yurt dışına göçmek ya da uluslararası toplum tarafından tanınan Rum Yönetimi’nden vatandaşlık almak gibi çözümlere yönelmektedirler. Özellikle Kıbrıs Türkü gençler, dünya ile bağlarını koruyarak daha “müreffeh” bir yaşam sürebilmek için Ada’dan göçmeye meyilli hâle gelmiştir. Bu göç arzusu ve olgusu devam ettiği takdirde, gelecekte Kıbrıs Türklerine kılavuzluk edecek aydın bir zümre de kalmayacaktır. Hatta Kıbrıs Türk toplumu, ciddî bir varoluş kriziyle yeniden yüzleşecektir.

Kıbrıs Türklerinin Ada’dan göçünü engelleyebilmek için evvela onları göçe zorlayan olumsuz koşulların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu koşulların kahir ekseriyeti, tabiî ki KKTC’nin tanınma sorunsalından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerinin KKTC’ye yaklaşımı da ciddî sıkıntılar yaratmaktadır. Her ne kadar KKTC, tanınma sorunsalı sebebiyle Türkiye’nin askerî, mali ve diplomatik desteğine ihtiyaç duysa da bu ihtiyaç, bir bağımlılığa dönüştürülmemelidir. Zira Türkiye’nin hâmî, KKTC’nin ise “yavru vatan” olduğu bir ilişki biçimi, KKTC’nin egemenliğini ve bağımsızlığını zedelemektedir. Şüphe yok ki Türkiye’nin Ada’daki askerî varlığı ve KKTC’ye verdiği mali destek, aslında bir zorunluluktur. Ancak Türkiye, KKTC’nin uluslararası topluma dâhil olabilmesi için verdiği diplomatik desteği bir “vesayete” dönüştürmemelidir. Zira KKTC’nin egemen ve bağımsız bir devlet olduğunun savunulabilmesi için her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin egemen eşitlik ilkesi uyarınca bu devlete saygı göstermesi gerekmektedir.

Öte yandan Türkiye, iş insanı ve girişimcileri KKTC’de yatırım yapmaya, araştırma ve geliştirme faaliyetlerine teşvik etmelidir. Böylece Ada’da gençlerin istihdam edileceği bir iş ortamı oluşturulabilecektir. Ayrıca Türkiye’de ciddî yatırımları olan yabancı yahut uluslararası şirketlere, bu yatırımlarının bir kısmını KKTC’ye kaydırmaları karşılığında mali kolaylıklar taahhüt edilirse Kıbrıs Türklerinin geçim ve gelecek kaygıları da bir dereceye kadar teskin edilebilecektir. Ancak adil, onurlu ve kalıcı çözüm, KKTC’nin uluslararası toplum tarafından egemen ve bağımsız bir devlet olarak tanınmasıdır.

    Adadaki İngiliz üsleri ne durumda? Bu üsler faal olarak kullanılıyor mu?

Yaygın kanının aksine Kıbrıs, yalnızca Türk ve Rum kesimlerinden ibaret değildir. Ada’da üçüncü bir aktör daha vardır. Britanya’nın denizaşırı toprakları olarak bilinen Egemen Üs Bölgeleri, adeta yarı devlet statüsüne sahiptir. Birleşik Krallık’a ait olan bu askerî üslerden Batı Egemen Üs Bölgesi (Western Sovereign Base Area – WSBA) Ağrotur’da, Doğu Egemen Üs Bölgesi (Eastern Sovereign Base Area – ESBA) ise Dikelya’da bulunmaktadır.38 İngilizlerin bu bölgelerdeki egemenlikleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarıyla 1960’ta tasdik edilmiştir. Birleşik Krallık, her ne kadar Kıbrıs’ın idaresini bu ortaklık devletine devretse bile askerî üslerini muhafaza ederek bölgedeki siyasî ve askerî etkisini günümüze değin sürdürebilmiştir.

Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki varlığı, 1878’den beri “divide et impera” yani “böl ve yönet” stratejisine dayalı bir emperyalist politikayla devam ettirilmiştir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Orta Doğu’daki neredeyse bütün sömürgelerini kaybeden İngiliz imparatorluğu, Kıbrıs’taki askerî üslerinden vazgeçmemiştir.39 Çünkü Kıbrıs, önceden “imparatorluk yolu” olarak adlandırılan ve şimdi de Birleşik Krallık’ın Orta Doğu ve Uzak Doğu’daki üslerine ulaşan güzergâhın adeta kalpgâhıdır. Bu bakımdan Ada’daki İngiliz üsleri de son derece stratejik bölgelere kurulmuştur. Ağrotur, Süveyş Kanalı’na doğrudan hâkim bir konuma sahipken Dikelya ise Orta Doğu’nun tam karşısında yer almaktadır. Profesör Tamçelik’e göre üslerin özellikle bu bölgelere inşa edilmesi, stratejik bir aklın eseridir. Nitekim Birleşik Krallık’ın bu üslerdeki haklarının belirli bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz ve bir başka aktöre devredilemez nitelikte olduğu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş antlaşmasıyla kabul edilmiştir.40

Egemen Üs Bölgeleri’nin de meşruiyet kaynağı olan 1960’taki antlaşmayla Kıbrıs’taki dört önemli istihbarat merkezinden üçü, İngiliz egemenliğine bırakılmıştır. Özellikle Ayios Nikolaos İstasyonu, Birleşik Krallık Hükûmeti tarafından siber saldırılara ve tehditlere karşı kullanılmaktadır. Ayrıca buradaki teçhizat, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik çeşitli istihbarat ve casusluk faaliyetleri için büyük önem arz etmektedir. Bu yüzden Ayios Nikolaos İstasyonu, stratejik bir kararla Dikelya’daki üs bölgesine dâhil edilmiştir.41 Ayrıca İngiliz üsleri, 1960’taki kurucu antlaşmada belirlenen sınırlara göre kara sularında da egemenliğe sahiptir.42 Ancak kara sularında egemenlik, uluslararası hukuka göre yalnızca devletlere tanınan bir haktır.43 Bu bakımdan Birleşik Krallık’a bağlı olmasına rağmen Egemen Üs Bölgeleri’nin yarı devlet statüsüne sahip olduğu iddia edilebilecektir.

Doğu Akdeniz ve çevresindeki coğrafyalara yönelik keşif ve istihbarat faaliyetleri için İngiliz üsleri, biçilmiş kaftandır. Çünkü bu üslerdeki Ayios Nikolaos İstasyonu, dünyanın “telekulağı” olarak bilinen Echelon sistemine bağlıdır. Böylece İngiliz ve Amerikan istihbarat teşkilatları, sanayi casusluğu ve elektronik istihbarat faaliyetlerini Kıbrıs’tan yönetebilmektedir.44 Nitekim Akdeniz’de bulunan deniz altı fiber optik internet kabloları sebebiyle Kıbrıs, doğal olarak bir casusluk üssü hâline gelmiştir. Bu fiber optik kablolar, Orta Doğu’yu Akdeniz’e bağlamaktadır.  Dahası, neredeyse bütün Akdeniz havzası da bu kablolar aracılığıyla birbirine bağlanmaktadır. Bu bakımdan Kıbrıs’ı çevreleyen fiber optik internet kabloları, İngiliz ve Amerikan istihbarat teşkilatları için hayatî bir önem taşımaktadır.45

Egemen Üs Bölgeleri’nde, Kıbrıs’taki İngiliz Silahlı Kuvvetleri (British Forces Cyprus – BFC) konuşlanmıştır. Birleşik Krallık’a ait Kraliyet Hava Kuvvetlerinin (Royal Air Force – RAF) varlığı da stratejik bir önem arz etmektedir.46 İngiltere’deki Cheltenham istihbarat merkeziyle doğrudan bağlantılı gözetleme, haberleşme ve hassas dinleme cihazlarıyla donatılan bu üslerde;  ayrıca nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların [Nuclear, Biological, Chemical (NBC) Weapons] bulunduğu ileri sürülmektedir.47 Böyle bir iddiada, doğruluk payı dikkate değerdir. Çünkü Soğuk Savaş devrinde, kutuplar arasında karşılıklı bir NBC tehdidi ortaya çıkmıştır. Kıbrıs ise NATO’nun Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) çevreleyen güneydoğu kanadı dolaylarında bulunduğundan ötürü son derece stratejik bir adadır. Bu yüzden, en azından Soğuk Savaş yıllarında, söz konusu silahların İngiliz üslerinde bulunması kuvvetli bir olasılıktır. Üstelik Kıbrıs, yalnızca Doğu Akdeniz’e değil; aynı zamanda Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerine de hâkim bir konuma sahip olduğundan dolayı NATO’nun güvenlik stratejilerine göre benzersiz bir ileri karakol olmuştur.48

Birleşik Krallık’ın yanı sıra ABD de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik jeopolitik hedefleri doğrultusunda Kıbrıs’ı deniz ve hava üssü olarak kullanmaktadır. Çünkü İngiliz üsleri özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da beliren tehditleri önlemeye imkân sağlamaktadır. Nitekim bu coğrafyalarda meydana gelen istikrarsızlıklar ve çatışmalar, Basra Körfezi’nden Süveyş Kanalı yoluyla Avrupa’ya dek uzanan petrol taşımacılığı için türlü riskler yaratmaktadır. Ancak bu riskler, Kıbrıs’taki İngiliz üslerinin bölgeye hâkim konumu sayesinde yönetilebilmektedir.49 Söz gelimi İngiliz üslerinden Irak’taki iki savaşta, Afganistan’daki operasyonlarda ve ayrıca Süveyş, Libya ve Suriye’ye yönelik askerî harekâtlarda NATO müttefikleri tarafından istifade edilmiştir. Şüphe yok ki bu üsler, gerek Birleşik Krallık’a gerekse ABD’nin başı çektiği NATO’ya jeopolitik hedefler doğrultusunda fayda sağlamaktadır.50

Yakın zamanda Gazze şeridini işgale başlayan İsrail’e de bu üslerden silah ve mühimmat desteği gönderilmiştir. Ayrıca hâlihazırda binlerce Amerikan askeri, İngiliz üslerine konuşlanmıştır. Son olarak Aden Körfezi ve Süveyş yolundaki ticarî gemilere yönelik tehdit ve saldırıların ardından Yemen’deki İran destekli Husilere karşı İngiliz ve Amerikan hava kuvvetlerinin icra ettiği operasyonlarda, yine İngiliz üsleri kullanılmıştır. Sonuç itibarıyla Kıbrıs, başta Birleşik Krallık olmak üzere Batı’nın jeopolitik hedefleri için stratejik bir konuma sahiptir. Çünkü Batı’ya yönelik risk ve tehditlerin belirdiği coğrafyalara yakındır. Üstelik bir ada olmasından ötürü bu coğrafyaların hem dâhilinde hem de haricinde kalmaktadır. Bu bakımından Kıbrıs, korunaklı bir liman, olanaklı bir casusluk üssüdür.

    Size göre Kıbrıs meselesinin çözümü nedir?

Kıbrıs sorunu, aslında 1974’te çözülmüştür. Bu bakımdan ortada bir sorun kalmamıştır. Olsa olsa KKTC’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınması gayesinin güdüldüğü millî bir dava vardır. Nitekim Kıbrıs Türklerinin bunca yıllık mukaddes mücadelesi de bunu işaret etmektedir. Bu bağlamda BM Güvenlik Konseyinin 541 (1983) sayılı kararı51 KKTC’nin egemen ve eşit bir devlet olarak uluslararası toplum tarafından tanınmasını engellemektedir. Bu kararın mülga olup yerine Kıbrıs Türklerinin bağımsızlığı ve hürriyeti lehine bir karar alınması, yeni kamu diplomasisi sayesinde sağlanabilecektir. Çünkü KKTC, Türkiye dışında başka bir devlet tarafından hukuken tanınmadığından dolayı geleneksel diplomasi hususunda oldukça kısıtlı imkânlara sahiptir.

Oysa yeni kamu diplomasisi sayesinde KKTC, geleneksel diplomasinin mahdut sahasından azade olarak yepyeni hareket sahaları ve kabiliyetler kazanabilecektir. Zira yeni kamu diplomasisinde, esasen muhatap topluma karşı yüklenilen sorumluluklar ve bu bağlamda devletten ziyade kamuoyunu ikna etme amacı vardır. Bu bakımdan yeni kamu diplomasisi, adeta bir gönüllere hitap edebilme becerisidir.52 Hâl böyleyken devlet dışı aktörlerin sahip olduğu geniş imkânlarla yürütülecek yeni kamu diplomasisi, KKTC için bir zorunluluktur. Üstelik devlet tahakkümünden kısmen de olsa sıyrılmış bir girişim sayesinde Türk tezinin, yabancı kamuoylarında daha olumlu bir karşılık bulması da büyük olasılıktır. Çünkü özellikle Soğuk Savaş’ın ardından devlet dışı aktörlerin diplomasiye etkisi ve katkısı, sayılarıyla orantılı bir biçimde artmıştır. Kamuoyu da böylelikle uluslararası ilişkileri belirleyici bir etken hâline gelmiştir. Üstelik gelişkin ulaşım ve iletişim imkânları sayesinde ivme kazanan küreselleşme süreci, bu bağlamda adeta bir çarpan etkisi yaratmıştır.

Öte yandan birer devlet dışı aktör olarak dinî cemaatlerin ya da çeşitli çıkar odaklarının kendi politikaları, devletin resmî politikalarıyla çatıştığı an; bunların yürüttüğü kamu diplomasisi faaliyetleri de temsil ettikleri ülkenin aleyhine olmaktadır. Böyle bir riskin önlenebilmesi, kamu diplomasisinin bütün bileşenlerinin belirli bir amaç uğrunda, bir arada ve ahenkle idare edilmesine bağlıdır. Bu koşulları da ancak devlet oluşturabilecektir. Bu bakımdan Kıbrıs Davası’nda başarıya ulaşılabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti’nin de üzerine düşen ciddî sorumluluklar vardır.

İletişim Başkanlığı, yeni kamu diplomasisinde birer enstrüman olarak kullanılacak diğer bütün kurum ve kuruluşların deyim yerindeyse “maestrosu” olarak yapılandırılmalıdır. Başka bir deyişle Başkanlık, bütün kamu kurumlarının ve devlet dışı aktörlerin belirli bir amaç uğrunda, bir arada ve ahenkle idare edilmesinden mesul tutulmalıdır. Böylece Kıbrıs Davası’nda takip edilen millî politikaların hilafına kimi devlet dışı aktörlerin kendilerine bir hareket tarzı belirlemesi de engellenecektir.

Sonuç olarak Kıbrıs Davası için yeni kamu diplomasisinin araç ve yöntemleriyle oluşturulacak tanınma stratejisi, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın meşruiyeti ve Kıbrıs Türklerinin kendi kaderini tayin etme ilkesi uyarınca ilan ettiği bağımsızlığın haklı sebeplerine dayandırılmalıdır. Ancak bu, epeyi uzun soluklu bir süreç olacaktır. Çünkü uluslararası güç dengeleri, Kıbrıs’ın yakın coğrafyasında süregelen kargaşa, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının paylaşım meselesi ve AB ile ilişkiler gibi etkenler doğrudan ya da dolaylı olarak KKTC’nin tanınma sorunsalıyla bağlantılıdır.

 

1- Selcen Erdal, “Uluslararası Hukukta Tanıma Kurumu ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneği”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 13, S. 1 (2005): 158. 

2- Armağan Örki, “Bölgesel Güvenlik Kompleksi Çerçevesinden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Bağımsızlık Sorunsalı”, Avrasya İncelemeleri Dergisi, C. 5, S. 2 (2017): 216. 

3- Erdal, a.g.m., 160. 

4-  Hakan Dumlu, “Tarihsel Açıdan KKTC’nin Tanınma Sorunsalı”, Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında Türkiye Cumhuriyeti Üzerine Makaleler, ed. Mert Can Yılmaz, Muratcan Zorcu (Stockholm: İsveç Türk Üniversiteliler ve Akademisyenler Derneği, 2023), 10.

5- Erdal, a.g.m., 162. 

6- a.g.m., 163. 

7- Dumlu, “KKTC’nin Tanınma Sorunsalı”, 10.

8- “Resolution 541 (1983)”, The Security Council Resolutions, UN, 18 November 1983. 

9- Erdal, a.g.m., 190. 

10- A. Füsun Arsava, “Kıbrıs Sorununun Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 51, S. 1 (1996): 45. 

11- “Treaty of Guarantee”, United Nations - Treaty Series, No. 5475 (Nicosia, 16 August 1960), 6, http://ua.mfa.gov.tr [Erişim Tarihi: 20.03.2023]. 

12- Arsava, a.g.m., 45. 

13- Dumlu, “KKTC’nin Tanınma Sorunsalı”, 12.

14- Erdal, a.g.m., 192. 

15- “Resolution 2625 (XXV)”, The General Assembly Resolutions, UN, 24 October 1970, https://digitallibrary.un.org/record/202170?ln=en [Erişim Tarihi: 02.11.2022]. 

16- Dumlu, “KKTC’nin Tanınma Sorunsalı”, 15.

17- Arsava, a.g.m., 44. 

18- Dumlu, “KKTC’nin Tanınma Sorunsalı”, 15.

19- Sadi Çaycı, “Kıbrıs Uyuşmazlığının Niteliği ve Çözümünde Uygulanacak Hukuk”, Uluslararası Boyutlarıyla Kıbrıs Meselesi ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu Bildiriler, 11-13 Aralık 2014, yay. haz. Duygu Türker Çelik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2016), 442. 

20- İsmail Şahin, “Kıbrıs’ta Egemenlik Çekişmeleri ve KKTC’nin Güçlenen Devlet Statüsü”, Ortadoğu Analiz, C. 12, S. 100 (Nisan 2021): 99. 

21- Mehmet Gönlübol, Ömer Kürkçüoğlu, “1973-1983 Dönemi”, Olaylarla Türk Dış Politikası, 6. bs. (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987), 578. 

22- Ayça Eminoğlu, “Uluslararası Politikada Tanımanın Esasları: Kosova Analizi” (Doktora Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015), 120. 

23- Ulvi Keser, “2004 Referandum Döneminde Kıbrıs ve Yaşanan Gelişmeler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. 5, S. 13 (Güz 2006): 184. 

24- “Kıbrıs Meselesinin Tarihçesi, BM Müzakerelerinin Başlangıcı”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Dış Politika, Temel Dış Politika Konuları, Kıbrıs, https://www.mfa.gov.tr/kibris-meselesinin-tarihcesi_-bm-muzakerelerinin-baslangici.tr.mfa [Erişim Tarihi: 08.02.2024].

25- Ergenekon Savrun, Kıbrıs Politikaları: 1960 ve 1974 Yılları Arasında Türkiye ve İngiltere’nin Karşılaştırmalı Kıbrıs Politikaları, 3. bs. (Ankara: Net Kitaplık Yayıncılık, 2021), 59. 

26- Hakan Dumlu, “GKRY’deki Başkanlık Seçimi ve AB’nin Kıbrıs Sorununa Karışması”, EURO Politika, C. 8, S. 19 (2024): 11.

27- Ulvi Keser, Kıbrıs’ta Yeraltı Faaliyetleri ve Türk Mukavemet Teşkilatı (1950-1963) (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007),  45.

28- Rauf R. Denktaş, Rauf Denktaş’ın Hatıraları: 1964-74, C. 5 (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1996), 210. 

29- Andreas Mavroyiannis, “Kıbrıs Sorununun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı, der. Semih Vaner (İstanbul: Metis Yayınları, 1990), 131. 

30- Fuat Aksu, Türk-Yunan İlişkileri: İlişkilerin Yönelimini Etkileyen Faktörler Üzerine Bir İnceleme (Ankara: SAEMK Yayınları, 2001), 45. 

31- Lozan Antlaşması, 1923, Md. 16. 

32- Melek Fırat, “1945-1960 Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, ed. Baskın Oran, Cilt I, 6. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 607. 

33- Hakan Dumlu, “Kıbrıs Davası için Kamu Diplomasisi” (Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Stratejik Araştırmalar ve Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023), 136.

34- Ercüment Kuran, “Kıbrıs İdaresinin İngiltere’ye Terki”, Kıbrıs ve Türkler (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1964), 77

35- Zafer Çakmak, “Kıbrıs’tan Anadolu’ya Türk Göçü (1878-1938)”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, C. 14, S. 36 (2008): 206. 

36- Dumlu, “Kıbrıs Davası için Kamu Diplomasisi”, 60-61.

37- a.g.t., 79.

38- UK Ministry of Defence, Overseas Territories: The Ministry of Defence’s Contribution (1 March 2012), 7, https://www.gov.uk/government/publications/overseas-territories [Erişim Tarihi: 14.03.2024]. 

39- Ulvi Keser, “Kıbrıs’ın Stratejik Önemi Bağlamında Adada Askeri Faaliyetler ve İlgili Tarafların Askeri Gücü”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, C. 2, S. 3 (2006): 132. 

40- “Kıbrıs’taki İngiliz üsleri Brexit masasında”, Deutsche Welle, 12 Ekim 2017, https://www.dw.com/tr/kıbrıstaki-ingiliz-üsleri-brexit-masasında/a-40930763 [Erişim Tarihi: 18.01.2021]. 

41- Ulvi Keser, “Kıbrıs; Espiyonaj ve İntelijans Üzerine Bir Değerlendirme”, Yeni Deniz Güvenliği Ekosistemi ve Doğu Akdeniz, ed. Deniz Güler, Ahmet Yıldız, İzgi Savaş (İstanbul: TASAM, 2019), 50. 

42- “Treaty Concerning The Establishment of The Republic of Cyprus”, a.g.a., 18. 

43- Yücel Acer, “Kıta Sahanlığı Kavramı, Sınırlandırılması ve Doğu Akdeniz’de Deniz Alanları Sorunu”, Doğu Akdeniz ve Türkiye’nin Hakları, ed. Kemal İnat, Muhittin Ataman, Burhanettin Duran, 2. bs. (İstanbul: SETA Kitapları, 2020), 369-370. 

44- Keser, “Kıbrıs; Espiyonaj ve İntelijans”, 42. 

45- a.g.m., 54-55. 

46- UK Ministry of Defence, a.g.y., 8. 

47- Keser, “Kıbrıs’ın Stratejik Önemi”, 133. 

48- Hakan Dumlu, “Kıbrıs’taki İngiliz Üslerinin Jeopolitik ve Jeostratejik Açıdan Önemi”, Journal of Anglo-Turkish Relations, C. 3, S. 1 (2022): 136.

49- Soyalp Tamçelik, “Kıbrıs’taki İngiliz Üslerinin Stratejik Önemi”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, C. 8, S. 1 (2011): 1534-1535. 

50- Tamçelik, a.g.m., 1519. 

51- “Resolution 541 (1983)”, The Security Council Resolutions, UN, 18 November 1983. 

52- Hasan Kocabıyık, “Değişen Diplomasi Anlayışı, Kamu Diplomasisi ve Türkiye”, Avrasya Etüdleri C. 25, S. 55 (2019): 164.

 

kıbrıs güney kıbrıs rum cumhuriyeti kuzey kıbrıs türk cumhuriyeti kıbrıs davası kıbrıs sorunu 1974 kıbrıs barış harekatı rauf denktaş