Aptallar Çağı: Eski Filmleri Mahveden Yeni Endüstri Kime Hitap Ediyor?

TAKİP ET

Pop-kültür endüstrisi kimileri tarafından büsbütün niteliksiz bulunup dışlansa da, aslında geniş kitlelerin eğitiminde ciddi rol oynar: Kitlelerin beğeni seviyelerinin gelişmesinde, Herbert Gans'a kulak verirsek, pop içeriklerin niteliği en önemli amildir.

Pop-kültür endüstrisi kimileri tarafından büsbütün niteliksiz bulunup dışlansa da, aslında geniş kitlelerin eğitiminde ciddi rol oynar: Kitlelerin beğeni seviyelerinin gelişmesinde, Herbert Gans’a kulak verirsek, pop içeriklerin niteliği en önemli amildir.  Birçok insan bu içeriklerle tanıştıktan sonra “daha yüksek seviyeli” fikirlere, araştırma alanlarına, zevk işlevlerine yönelebilir. Sözgelimi Dark City, The Matrix, Demolition Man, The Boondock Saints, V for Vendetta gibi filmler, evet, birer “sanat filmi” değildir ancak izleyicilerin zihninde yeni düşünceler, felsefi arayışlar tetikleyebilir. Böyle “felsefi” işlevleri olmasa bile, The Crow, Sleepy Hollow, hatta Beetle Juice gibi filmler güzel vakit geçirmenin yanında bir tür edebi eğitim işlevi de taşırlar – içerikleri ve kurgularıyla izleyicinin beğenisinin gelişmesini sağlarlar. 

Son dönemde bu tür filmlere, şarkılara, best-seller romanlara – hülasa pop-kültür içeriklerine pek rastlamıyoruz. Son beş yılımız, hatta belki on yıl, “yeniden yapım”larla geçti denebilir. Bir tür “yeniden yapım” çağındayız, orijinal içerik handiyse yok gibi, eski filmler, bilgisayar oyunları yeniden (yeni teknolojiyle) yapılıyor ve vaktiyle zihnimizde iz bırakmış, bizi etkilemiş, baştan çıkarmış içerikleri yıllar sonra daha iyi grafikler, daha iyi efektler vb. ile izleyerek “eski ilhamın hatrına” yeni versiyonlarını sevmemiz bekleniyor. Müziğimiz daha beter halde – enstrüman yeteneğinin, güzel sesin, güzel bestenin asla umursanmadığı yeni bir tür müzik, aptal ve alt-insanların müziği, piyasayı ele geçirmiş halde. 

Sorun sadece orijinal, yaratıcı ve çarpıcı fikir bulmakta zorlanan kültür endüstrisinin bit pazarına nur yağdırıp yeniden yapımlarla varlığını sürdürmesi değil. Çok daha derin bir sorun da var: Yeniden yapımların çoğu aynı zamanda bu içeriklerin canına okuyor. Woke çılgınlığı, bu içerikleri kendi ideolojisine göre yeniden üretiyor – bu süreçte eski ve etkileyiciliğini ispatlamış malzemenin o ruhu yakalayan özelliği her ne ise onu yok etmeyi mutlaka başarıyor. Yüzüklerin Efendisi, mesela, yeniden pop-kültür endüstrisinin eline düştüğünde, vaktiyle -biz Tolkienperestler eleştirsek de- milyonları etkilemeyi başarmış ve fantastik edebiyatın muteber ve şayan-ı dikkat bir müstakil tür olduğunu göstermiş film serisinin yanından geçemeyecek bir kepazelik potpurisine dönüşüyor. 

Bütün bunların nedeni ne? Maslow’un ihtiyaçlar piramidi doğruysa, dünya birçok temel ihtiyacın çok daha kolay karşılanabildiği bir yerken, yaratıcı üretkenlik neden belki de tüm zamanların en düşük seviyesinde? Aptallar çağına hoş geldiniz.

Refah ve Eğitim

Tarih ve sosyal bilimler öğretimindeki klişeler, insanlara söz gelimi Antik Yunan’da felsefenin, Rönesans Avrupa’sında sanatın gelişmiş olmasındaki en önemli amilin refah düzeyinin artması olduğunu öğretir. Fakat bugün körfez ülkelerine baktığımızda dudak uçuklatan bir refah seviyesi görürüz – buna rağmen bu ülkelerden bir tanecik dahi düşünür, yazar, şair, bestekar vb. çıkmamıştır. Öyleyse refah mutlaka kolaylaştırıcı bir etkiye sahip olsa da, asıl amil olamaz. 

Basit bir akıl yürütmeyle diyebiliriz ki, sanat ve felsefe birikerek ilerler. Bir toplum önceki nesillerin “iyi” eserlerini tespit edip okuyor, kendi bağrından çıkardığı öncülerin zihin dağarcığına bunları mutlaka sokuyorsa, sanatta ve felsefede ilerleyecektir. Aradaki yaklaşık üç asır ve binlerce kilometrelik mesafeye rağmen Nedim, Ali Şir Nevai’ye nazire yazıyorsa, Goethe halk masallarından ve şarkılarından motifler ödünçlüyor, İngiliz şairler Leonidas’ın Spartalıları için dikilen kitabenin en iyi çevirisinin nasıl yapılacağı üzerine yarışa tutuşuyorlarsa; sanatta ilerlemenin olacağını kesin olarak öngörebiliriz. Zira estetik öğrenilen bir şeydir; estetiğe dair kanaatlerin oluşması için evvelde neler olduğunu bilmek gerekir. Bu dağarcığın üzerine bireyin yaratıcılığı konduğunda (ki sonraki bölümlerde buna değineceğiz) yeni büyük şairler, yeni büyük düşünürler, kaşifler, mucitler, kendilerinden önceki devlerin omuzlarına basarak daha yükseğe çıkabilirler. Hülasa, bir toplumun manevi ilerleyişi, ancak mensuplarının bireysel ve toplumun tamamının kolektif hafızasının doluluğuna bağlıdır. 

Eğitim meselesi ise insanı ters köşe yapacak bir etki yapıyor: Eğitim, esasen örgün eğitim, sanatın ve felsefenin, aynı zamanda yayıncılığın kalitesini düşürüyor. Örgün eğitim öncesi döneminin yüksek kültür edipleri, eserlerini birkaç yüz, en iyi ihtimalle birkaç bin kişi için yazıyorlardı. Bu küçük çevre, dönemin imkanlarının en iyilerinden faydalanarak dağarcığını genişletmiş ve doldurmuş insanlardı – bu kitlenin beğenisini elde etmek kolay değildi. Ancak okur-yazarlığın artması ve kitlelerin şehirlere doluşmasıyla yeni bir talep doğdu: güzel zaman geçirtecek içerik. Bu kitleler, kültür endüstrisi doğmadan önce halk kültürünün özgün ve hedef kitlesini yükselten içerikleriyle muhataplardı, ancak yarattıkları varoşta eski sistemin devam etmesi pek mümkün olmadı. Onlara seri üretilen ve tüketilen içerikler gerekiyordu; okur-yazar olsalar da ortalama bir köylü kadar dahi dağarcığı geniş insanlar olmadıklarından, bu içerikler üst-bilinçlerine, tetkik eden, uzun uzun düşünen aktif zihinlerine değil, bilinçaltlarına, eforsuz beğenen yahut tiksinen ilkel dürtülerine hitap etti. (Bkz: Onlar Kalabalık Biz Yükseğiz) (Bkz: Nazım Dişe Dokunur Mu?)

Yine de eğitimin niteliği, bu gidişatı tersine çevirebilir. Kitlelere örgün eğitim yoluyla iyi ve güzel olanı öğretebilen milletler, toplumun vasatının diğer toplumlara nazaran daha yukarıda sabitlenmesini sağlayabilirler. Nitekim zengin körfez ülkelerinde bu mümkün olmuyorken, hiç değilse Avrupa’da bir süre mümkün olmuş ve Avrupalı “asil olmayan” insanların çocuklarının yetenek ve eğitim sayesinde büyük adamlara dönüşmesini sağlamıştı. Şimdi ise tuhaf bir eleksizlik sistemi, yeteneği, üstünlük ve alçaklığı, çalışkanlık ve tembelliği eşitlemeye çalışıyor – sanatı ve yaratıcılığı öldüren budur.

Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru

Yaratıcılığın Ölümü

Arthur Koestler, yaratıcılığı bisociative bir sürecin ürünü olarak görüyor: Bisociation, basitçe, iki alakasız “düzlem”in birleştirilip yeni bir düzleme dönüşmesidir. Yalnız ilişkilendirme (association) değil, çakıştırma ve sentezleme içerir. Şüphesiz en güzel örneği, matbaanın ayrı ayrı var olan mühür ve üzüm presi teknolojilerinin yaratıcı bir zihinde düzlemlerinin çakıştırılarak baskı makinesine dönüştürülmesiyle gerçekleşen yaratıcılık sürecidir. Fakat Koestler ekliyor

(…) Tren-kuş problemini çözen öğrenci, Evreka! Diye bağırabilir zira matematik kabiliyeti o kadar zayıf bir şekilde bütünleşmiş (ya da kolay sarsılabilir) haldedir ki bu bildiklerini bir araya getirmek onun zihninde yepyeni bir keşif gibi görünür. (…) 

Fakat şimdi subjektif orijinallikten çıkıp hakiki manada yeni olan keşiflere bakarsak, vaktiyle bağımsız olup sonradan iyi bir kombinasyon oluşturan bileşenleri başarının bir ölçüsü olarak buluruz. Tarihe bakacak olursak, manyetizma ve elektriğin, fizik ve kimyanın, parçacık ve dalgaların referans çerçevelerinin hem bireysel, hem kolektif zihinde ayrı ve bağımsız olarak geliştiğini, sonra sınır bölgelerinin çöktüğünü görürüz. Bu çöküş de, farklı matrislerin tekil bileşenleri arasında tedrici ve rastgele ilişkiler kurmak suretiyle değil; iki farklı alemin topyekun olarak alaşım oluşturmasıyla ve iki farklı alemin yasalarının daha geniş bir evrenselliğin birleşmiş kodunda entegre olmasıyla gerçekleşir. (…)

Küçük, subjektif bisociative süreçler bütün seviyelerde gerçekleşir ve bunlar rehbersiz eğitimin temel araçlarıdır. Ancak nesnel yenilik ancak subjektif orijinallik mevcut bilginin hiyerarşisinin en üst seviyelerinde çalışmaya başladığında ortaya çıkar.

Yani iki alakasız motif arasında ilişki kurmak yaratıcılık değildir – yaratıcılık, iki alemi bir araya getirmektir: İskandinav mitolojisinden karakterleri içeren süper-kahraman filmlerindeki kepazelik bu yüzdendir. Ortada yeni bir şey yoktur; yarım asırdan önce kurgulanmış ve dönemi için yaratıcı fikirler içeren süper-kahraman edebiyatı tozlu raflardan indirilir, modern insanın yeniden ilgi duymaya başladığı mitolojinin de satış rakamlarına etki ettiği fark edilince motifleri çorbaya konur ve bingo: Milyon dolarlar harcanan ve milyonlara kendini seyrettiren fakat hiçbir şey anlatmayan, efektlerinin teknik yetkinliği dışında hiçbir estetik tarafı olmayan seri malı filmler. 

Yeni dünyadaki hafızasızlık, film, oyun, müzik vb. üreticilerini Koestler’in matematik öğrencisine benzetiyor: Şimdiye dek üretilmiş güzel, iyi, vurucu milyonlarca materyalden o kadar habersizler ki, iki farklı düzlemden iki motifi yeni bir düzlemde (uyum gözetmeden; zira uyumu ancak Koestler’in dediği gibi alemlerin, yahut düzlemlerin alaşımlaşması sağlar) bir araya getirince evreka! diye bağırıyorlar. Kitleler de, yukarıda eğitim bahsinde anlatıldığı üzere, en az onlar kadar cahil olduklarından bunu beğeniyorlar. Bunda mezkur film, oyun, müzik vb. sektörlerinin dev birer endüstri olması ve bu yüzden devamlı üretmek (ve kendilerini finanse etmek) zorunda olmalarının payı var mıdır? Olabilir, ancak hayatını bahşiş ve “kapılanmak”la geçiren halk ozanı da sürekli üretmek zorundaydı ve büyük bir kısmı kendisini hemen hiçbir zaman tekrar etmemiştir. 

Kiracılar Çağı: Mülksüz Neslin Yeni Ekonomisi

Yaratıcılığın Pratik Şartı

Jerome Bruner herhalde yaratıcılık konusunda en çok alıntılanan yazarlardan biri; fakat kendisinin öne sürdüğü şartlar yaratıcılık ortaya çıktıktan sonra yaratıcı zihinlerin paylaştığı ortak özelliklerinin tespiti gibi. Bunları tespit edebiliriz, evet: Ressamların hemen hepsinin iyi bir renk teorisi bilgisine sahip olduğunu söylemek gibi. Fakat bu özellik(ler) nasıl mümkün oluyor? Asıl soru bu olmalı; yaratıcı zihinler evet öyledir ve evet böyledir: Öyle ve böyle olmalarına neden olan nedir?

Bu sorunun cevabını ararken Koestler’den sonra bir başka Macar’a, Michael Polanyi’ye gidiyoruz. Polanyi, ortaya tacit knowledge diye bir terim atıyor: Örtülü bilgi. Bilginin kendisi ile, ifade edilmişi arasında bir fark vardır; dilimiz bir “kodlama aracı” olarak bilgilerimizi kodlar ve o kodu çözebilen (yani dilimizi bilen) insanlara aktarabilir. Ancak her bilgi kodlanabilir mi? Polanyi, buna “hayır” cevabı veriyor: Bunun en güzel örneği, birçok meslek dalında yalnız teorik bilginin yeterli olmayışı, mutlaka usta-çırak ilişkisinin gerekli oluşu. 

Örtülü bilgi, yüksek niteliğin, incelikli beğeni seviyesinin ve nihayet yaratıcılığın ortaya çıkması için bir şart gibi. Zira öğrenme sürecinin kendisi de bir bilgi ihtiva ediyor (meşhur “medium is the message” vecizesindeki gibi; ortamın kendisi de bir mesajdır – öyleyse sürecin kendisi de bilgidir.) ve bu bilgi çoğu zaman sürecin hedeflediği bilgiden daha önemli: Öğrenmeyi öğrenme bilgisi, mesela. Nasıl okumalı? Nasıl öğrenmeli? En meşhur ve Google aramalarından kişisel gelişim best-sellerlarına uzanan bir skalada gözlemlediğimize göre ciddi talep yaratan soru: Kendini nasıl geliştirmeli?

Nesillerde git gide kaybolan özelliklerden biri muhtemelen bu: Örtülü bilgi. Zira araştırmalar bize gösteriyor ki, Z Nesli denenler başta olmak üzere, internet ve dijitalleşme sayesinde nesiller bilgiye git gide daha kolay ulaşabiliyorlar. Ancak bu kolaylaşma “büyük insan çıkarma” frekansını artırmıyor, hatta düşürüyor denebilir: İnternetin yaygınlaştığı ve sosyal medyanın insanlara ulaşmayı kolaylaştırdığı çağda üretilen içerikler belki daha fazla insana daha hızlı ulaşıyor, ancak önceki çağların içeriklerinden daha iyi değiller; objektif açıdan ortalamaya bakıldığında, çok daha kötüler. Zira bilgiye ulaşımın kolaylığı, bir tür bilgisizliği beraberinde getiriyor: Üslup ve yöntem kazanmış, nitelikli okur/izleyici/dinleyici yaratmayan bu kolaylık, insanı “nasılsa istediğim zaman var” fikrine yönlendirerek bilgisizliğe, cehaletin getirdiği mutluluğa, nihayet niteliksiz bir tüketici olduğu için, yalnızca iptidai dürtüleri ve refleksif beğenilerine hitap eden içeriğe yönlendiriyor.

Aptallar Çağı

Sonuç olarak diyebiliriz ki mevcut çağ birçok imkanı sunarken, o imkanı yaratma sürecinin zorluklarıyla insanı sınamadığı için, toplam kaliteyi git gide aşağı çeken bir ruha sahip. Bu çağda objektif bakımdan başarılı olabilenler, kendileri bu zorluklarla sınanmasa da, zorluklarla sınanan ve aşan bilim, sanat, düşünce vb. öncülerini okuyan ve onların örtük bilgilerini miras alabilenlerden çıkıyor. Çağı yakalamak, artık modernleşmek yahut daha iyiye gitmek tınısı taşıyan olumlu bir terkip değil, aksine bayağılaşmak demek. Okuduğu metinde, izlediği filmde, dinlediği müzikte bilmediği bir sözcük görünce sözlüğe bakanların dünyasından, bilmediği sözcükle karşılaşınca ilgisi ve dikkatini yitirip tatmin edici içerik arayanların dünyasına geçtik: Z Nesli ve sonrasının dünyası. Bu neslin kimi Batı üniversitelerinde sıradan ve rüştünü ispatlamış modernist söylemlerle (fikir ve ifade özgürlüğü gibi) karşılaşınca verdikleri histerik tepkilere bakınca, bu aptallaştıran ekosistemin nasıl bir dünya yaratacağını kestirmek zor değil. 

Ancak bu aynı zamanda sürdürülebilir bir mekanizma da değil. Böyle bir zihin çerçevesi bireylerin ve toplumların hayatta kalmasına katkı yapmıyor, aksine bunu baltalıyor. Evrimsel olarak seçilip eleneceği kesin gibi. Bu dönemin başlarında “eski” ve objektif değerlerle donanmış, örtülü bilgi ede edebileceği süreçlerden geçmiş bireyler, önünde sonunda ihtiyaç duyulan ve öncülük, liderlik etmesi beklenen insanlar olacaklar demek mümkün. O zaman yeniden yaratıcı ve çığır açan oyunlar, filmler, şarkılar üretilecek, “remake” (yeniden yapım) değil, eski güzelliklere atıf yapan yahut onlardan beslenen yepyeni güzellikler tüketime sunulacak diye ümitlenebiliriz. Yahut, karanlık bir son da bizi bekliyor olabilir: Git gide “işçi arı”laşan ve aptallaşan sürüler, bir avuç ayrıcalıklı ve örtülü bilgiye erişimi olan elit tarafından güdülerek yepyeni ve karanlık bir gezegenin popülasyonunu oluşturabilirler.

M. Bahadırhan Dinçaslan

aptallar çağı Z kuşağı z nesli arthur koestler Michael polanyi tacit knowledge örtülü bilgi örtük bilgi yaratıcılık jerome bruner yaratıcılığın şartları remake yüzüklerin efendisi woke