Aşağıdaki yazı, Harold Bloom'un kaleminden, eski kafalı "estetik sanat"ın, özellikle şiirin mertçe ve akıllıca bir savunmasını içeriyor. Bloom, En İyi Amerikan Şiirleri Antolojisinin on yılı kapsayan on cildi içerisinden 75 adet şiir seçmekle görevlendiriliyor. Seçtikten sonra özellikle bir ciltte hiç iyi şiir görememesi, onu bu yazıyı yazmaya itiyor.
Batı edebiyatının "kanon"unu savunan, sanatı "Fransız hastalıkları"na terk edilemeyecek kadar ciddi ve yüce bir iş gören Bloom'u dinlemek, son zamanlarda hem sanat hem düşünce alanına hakim olan pespayeliği anlamak açısından önemlidir diye düşünüyorum. Şarkı söylemek için güzel ses yahut iyi enstrüman çalma kabiliyetine ihtiyaç duyulmayan, iyi şiir için samimi ve duygu dolu sözler söylemenin yeterli kabul edildiği günümüzde, Bloom gibi düşünenlerin soyu maalesef tükeniyor. Yine de post-modern kakofoni durulduğunda, insanın -vaktiyle pagan irfanına geri döndüğü gibi- sanatın bu yüksek ve estetik haline rücu edeceğini düşünüyorum, yahut ümit ediyorum da denebilir. Sözü uzatmadan Bloom'a bırakalım, çok uzun olduğu için iki parça halinde yayımlanacak. Yazıda şiir olan kısımları maalesef -estetik kaygılarımdan ötürü- Türkçeye çevirmeyeceğim.
Benzer içeriklerin artması, Türk milliyetçilerinin haberlerini gündeme taşırken, hem Portreleri hem de bu tarz içerikleriyle eğitici bir işlev de üstlenmeye çalışan TamgaTürk'ün yaşaması için, Patreon hesabımıza yapacağınız küçük bir bağış, bizi bu yalnız, çetin ama yüksek kavgamızda teşvik edecektir.
Onlar Kalabalık, Biz Yükseğiz
Seçtiğim başlık Thucydides’ten alıntı; Themopylae savaşında Spartalı komutan böyle konuşmuştu. Kültür açısından, biz de Thermopylae’deyiz: Multikültüralistler, Fransız hastalıklarından malul sempatizan güruhu, yapmacık feministler, komiserler [Sovyet ideolojik komiserlerinden bahsediyor. Ç. N.], cinsiyet ve güç delileri, yeni tarihselci ve eski materyalist yığınları – hepsi az aşağımızda dikiliyorlar. Bu dalga kabarabilir ve bizim boyumuzu aşabilir; üniversitelerimiz halihazırda gülünç halde ve gazetecilerimiz “kültürel çalışmalar” profesörlerimizin parodisini yapıyorlar. Yalnızca kısa bir süre daha, yüksekleri tutuyoruz, estetik alanını. Birleşik Devletlerde hala özgün şiirler yazılıyor. Elizabeth Bishop, May Swenson ve James Merrill gittiler, fakat John Ashbery ve A. R. Ammons’un şahsında iki büyük şair hala yaşıyor, bir dizi çağdaş şair de neredeyse onların ayarında. Çıkardığımız son seçki, son on yılın en iyi şairleri ve şiirlerini içerdiğini iddia edemez. Görevim yedi yüz elli şiir içinden yetmiş beş şiir seçmek ve bu serinin dışına bakmamaktı. Bu yüzden, hayranlık duyduğum şairler arasından yalnız iki örnek vermek gerekirse, antolojide eski jenerasyonun Edgar Bowers’ından, yahut orta jenerasyonun Henri Cole’undan hiç şiir yok. Seçtiğim yetmiş beş şiirin tamamının kalıcı şekilde başarılı olacağını da iddia edemem; taramam beklenen yeri tarayıp bulabildiğim en iyileri bir araya getirdim. Yine de, aralarında gelecek nesillere bırakılması gereken şiirler var. Bunlar benim şahsi kanonik olma testimi geçtiler: Zevkle tekrar okuyup istifade edebildim.
On ciltlik antolojinin biri benim seçkime hiç temsilci veremedi, içinde bir tane dahi özgün şiir bulamadım. Serinin editörü, David Lehman, birkaç aday önerdi ancak bunların şairleri diğer ciltlerde daha iyi işler çıkarmışlardı. Mezkur 1996 cildi bu makalenin yazılma sebeplerinden biri oldu, zira bana bizi yenmek üzere olan estetik düşmanlarının abidevi bir temsili gibi görünüyor. İnanılmaz bir kötülüğü var, zira şimdilerde geçerli olan bir kriteri gözetiyor: Mühim olan şair adayının ırkı, cinsiyeti, cinsel yönelimi, etnik kökeni ve siyasi amacıdır. Cidden abartıyor olmak isterdim, fakat aksine kendimi tutuyorum, bu da altmış yedi yaşına gelmiş, ömrünü estetiğe adamış birisi için oldukça zor. İnsan her şiir denemesinin Chaucer, Shakespeare, Milton, Wordsworth, Whitman, Dickinson, Wallace Stevens yahut Hart Crane’e rakip olmasını bekleyemez tabii. Ama bu şairler ve onların emsalleri ölçüyü koydular: Şair olmak isteyenler bunları birer örnek olarak daima akıllarında tutmalılar. Samimiyet, Oscar Wilde hazretlerinin bize öğrettiği gibi, bir şiir yaratmaya kesinlikle kafi değildir. Samimiyetten patlayan 1996 antolojisi, kötü şiirin Doldurulmuş Baykuş’udur [basit meselelerin şiirde debdebeyle işlenmesi – Ç.N.], o kadar kötüdür ki ne manzumdur ne nesir.
Bu nasıl olmuş olabilir? Son otuz yıldaki entelektüel gerileyiş cevabı veriyor: Kültürel suçluluk duygusu. Hevesli genç erkekler ve kadınlar (ve bazı orta yaşlı akıl hocaları) 1960’ların sonunda Rock dininin büyük uyanışıyla ileri çıktılar. İlk provokasyonları, Vietnamlıları katleden Amerikalıların müstehcen tasvirleriydi, ama birkaç yıl boyunca, Tokyo’dan Paris’e yayılarak süren cümbüş çok geçmeden bunun da ötesine geçti. Bu “Diriliş” epifenomeni çok geçmeden ortadan kalktı fakat 1968-1970’in sezgileri güçlü ruhlarına bu durumun sonuçları aşikardı: Batı dünyasının tamamında bütün zihinsel ve estetik etkinliklere, kapitalist cemiyetimizin hakim güçleri açısından küçük olsa da, epey büyük etkisi olacaktı. Bütün ülkelerdeki Hırsız Baronlar bu Yeni Heves’in salgınına karşı bağışıktı. Siyasi ve ekonomik hayatımızda bir şey değişmedi, belki daha kötüye gitti. Bu Kalp-Devrim’in gerçek varisleri Ronald Reagan ve onun parodi hali olan Bill Clinton’dı. Felaketten başka bir şey olmayan bu dönüşüm, onları değil, yaratılış ve düşüşe benzer biçimde entelektüel, kültürel, maarif ve estetik düzlemlerimize musallat oldu. Bu yeni doğan şeyi Robert Hughes; akademik, gazeteci, sözde sanatçı işportacılarının -benim Gücenmişler Ekolü dediğim- bir Lemming sürüsü halinde uçurumdan nisyan sularına atlayışını “Şikayet Kültürü” diye adlandırmıştı.
Belki de bütün bunlar önemsizdir, zira güzel şiirler yazılmaya, basılmaya hatta bazen okunmaya devam ediyorlar (iyi mi okunuyor, kötü mü okunuyor, pek azımız buna aldırıyor gibi). Fakat bazı gençler için bu önemli olacak, bir zamanların gençleri olarak Yeats’ın dediği gibi ruhlarımızı yaratmak için şairlere gittiğimizde bizim için önemli olduğu gibi. Benim zihnime Blake ve Hart Crane şekil vermişti, sonra Wallace Stevens ve Shelley. Büyük şiirlerin işe yaradığı birden çok alan vardır; tabii eğitimli bir okur var olmaya devam ettiği sürece. Tenkit, hem akademide hem gazetecilikte (ki bu şu sıralar ortadan kalkmakta olan bir fark) can çekişiyor; büyük oranda üniversiteler edebi tenkidi bir sosyal bilim adayı olarak kültürel tenkitle değiştirdiği için. Hayatta kalabilmek adına münekkitlik akademinin dışına taşınmalı ama medyada da kendisine yer bulamayacağı kesin. Walter Pater’in “estetik tenkit” dediği şey ölürse, yine onun “Estetik şiir” dediği de ölmek zorunda, zira iyi şiiri kötü şiirden nasıl ayıracağımızı bilemeyeceğiz. Hem şiir, hem tenkit hakkında estetik ifadesini kullanırken Pater basitçe “özgün” yahut “iyi” anlamını kastediyor, zira aesthesis sözcüğünün Grekçe anlamını hiç unutmuyor: Anlayış. Estetik algımızı büsbütün yitirirsek, Emily Dickinson ve Ella Wheeler Wilcox yahut John Ashbery ve taklitçileri arasındaki farklı anlayamaz hale geleceğiz.
Üniversiteleri yahut medyayı azarlamak da faydasız: Kültürel suçluluk duygusuna karşı savunmasız kurumların üzerine, (sıradan halkı ya da Cumhuriyetçiler kongresini ya da halkın seçtiği pek de Demokratik olmayan başkanı pek etkilemeyen) büyük bir sosyal baskı salındı. “Çalışmalar”ın bütün çeşitleri artık akademide yer alacak: Eğer cinsel yönelim, ırk, etnik köken ve cinsiyetle birlikte estetik ve zihinsel değerlerin kaynakları arasında yer alabiliyorsa, neden “Sado-Mazoşist Çalışmalar”ımız olmasın, özellikle güceniklik tanrısı merhum Michel Foucault’u onurlandırmak için? Eğer Eşcinsel Poetika varsa, neden Acının Poetikası olmasın? Eğer kategoriye göre temsil üniversitelerin ve üniversitelerin etkilediği alanların kanunu olacaksa, hangi “azınlık” dışarıda bırakılacak? Shakespeare ve Dante Avrupalı erkeklerdi, bu özellikleri belirtilmeye değer midir? William Wodsworth modern şiiri “icat etti”. Seçkime aldığım elliden fazla şairin hepsi Wordsworth okumuş mudur bilmiyorum, okumamışlarsa bile okumuş sayılırlar, zira çok azı dışında tamamı en genel haliyle Wordsworth tarzı yazıyordu. Açıkça belirgin konularda yazılmış olsalar bile, bu ciltteki bütün şiirler Hazlitt’in Wordsworth’un çalışmalarına yaptığı tanıma uyuyordu:
Wordsworth bir konuyu ya da hikayeyi düşünceyi ve hissi asmaya yarayan bir kanca ya da ilmek olarak alır, azametli görüntülere duyduğu tiksinti nispetinde olaylar önemsizdir, yansımalar zihnin ciddiyetine, canlanan varsayımlarına uygun olarak güçlüdür.
Hazlitt’in Wordsworth’a dair şahsi tereddütü ortada, ama münekkidin Wordsworth’un şiiri “yeniden icadı”nın farkına varması da öyle. Yine de Wordsworth’a dair yayımlanmış neredeyse bütün tenkitler ve üniversitelerimizde ona dair verilen bütün dersler, bütün modern şairlerin en büyüğünü etkin bir şekilde siyasi nedenlerle kınıyor, Fransız İhtilali’ne önce destek verip sonra “ihanet” ettiği için! Geçim tespit testimize [means test, belli bir gelirin altında olduğu düşünülen aileye, devlet yardımı vermeden önce yapılan test. Ç. N.] göre Wordsworth sınıfta kalıyor. Profesörlerimiz o kadar absürt bir hale geldiler ki edebiyat çalışmalarını kurtarmak için kadrolarına son vermekten başka çare düşünemiyorum. Kadro zaten çağdışı bir kalıntı, ancak fakültelere Wordsworth’u ve hatta Shakespeare’i kınayan binlerce ideolog dolunca iyice muzır hale geliyor. Yale’da genç bir şiir hocası iken, İngiliz Romantik şairleri Wordsworth, Coleridge, Byron, Keats, Blake ve Shelley’di, ki bunların kanondaki yerlerini yeniden almalarına ben de katkıda bulundum. Şimdi yüzlerce kampüste bu şairler “Kadın Romantik Şairler”le birlikte dikkati bölüşmek zorundalar: Felici Hemans, Laetitia Landon, Charlotte Smith, Mary Tighe ve diğerleri ile. Bunlar, hafif bir ifadeyle, görmezden gelinen manzum yazarlardı, fakat 1996 En İyi Amerikan Şiirleri cildindeki birçok şairden üstünlerdi. On yedinci yüzyıl İngiliz edebiyatı antolojileri bize şimdilerde Donne, Ben Johnson ve Milton’la, Newcastle Düşesi, Lady Mary Chudleigh, Anne Killigrew ve saygıdeğer Aphra Behn’i birlikte sunuyor. Çeyrek yüzyıl boyunca mesleğimin can çekiştiğini gördüm ve bir on yıl sonra ölecek gibi duruyor. Eğer mesleğimin işlevi Laetitia Landon ve Lady Mary Chudleigh’i beğenip öğretmekse, nihai akıbeti çok da uzak değil demektir.
İnsan yeniden soruyor: Bu nasıl olmuş olabilir, hem de yalnızca üniversitelerde değil, yayın dünyasında ve medyada bile? New York Times artık esasen bir kontra-kültür gazetesi. Maya Angelou Clinton’un göreve başlama töreninde şiir okuduğunda, Times bir samimiyet abidesi olan metni yayımlamış ve bir editöryal içerikte bu duygu taşımını “Whitman-sal zenginliği” sebebiyle övmüştü. Kısa bir süre önce, Times rock eleştirmenlerinden biri, Prince diye bilinen glyph’in çağımızın Mozart’ı olduğunu iddia etti. Edebi tenkit, Times rezillikte Nathaniel West ve Terry Southern’i geride bırakınca imkansızlaşıyor. Profesörler ve gazeteciler bütün estetik ve zihinsel standartlardan vazgeçiyorlarsa, Amerikan şiirinin geleneği ancak derin bir içe dönüşle hayatta kalabilir.
Walt Whitman yalnızca en güçlü şairlerimizden biri değil (büsbütün zıddı olan Emily Dickinson’la birlikte), aynı zamanda onun adına vaaz edilen bir sürü ideolojik zırvayla birlikte, en çok ihanete uğramış şairlerimizden biri. Whitman’ın şiirleri, kendisinin eserlerinin ne olduğuna dair iddiasının genelde tersini yapar: Münzevidir, kaçamaktır, anlamı kapalı ve inceliklidir homoerotikten çok masturbatiftir ve bunu eleştirmenler kabul edemezler, özellikle “Kendine Yeten Whitman”ı Homoseksüel Şair olarak sunma denemelerinin yapıldığı şu günlerde. Eğer gey ve lezbiyen çalışmalarımız olacaksa, Whitman’ın ve Goethe’nin Faust’un ikinci kısmında ozanlığını yaptığı Onan’a dair [Onan, Tevrat’ta adı geçen, mastürbasyonla ilişkilendirilen kişi. Ç. N.] kim konuşacak? Bütün şairlerimizin en figüratifi Whitman, onu bir ideolojiye tutsak etmek isteyen her girişimden kaçmayı başarıyor. Ustası Emerson gibi elitist bir demokrat olan Whitman temsile dair fikirleriyle tarihselleştirici ve erotikleştirici münekkitleri alt etmeye devam ediyor. Whitman şiirlerinde en mühim figür kendisi -Walt Whitman, serserilerden biri, bir Amerikan- değildir, [Walt Whitman, one of the roughs, an American şairin kendi dizesidir. Ç. N.] ya da ruhu; hayır, “gerçek ben” yahut “bendeki ben”dir, Wallace Stevens, T. S. Eliot ve özellikle John Ashbery’nin geleceğini müjdeleyen bir kavramsal imgedir:
Apart from the pulling and hauling stands what I am,
Stands amused, complacent compassionating, idle, unitary,
Looks down, is erect, bends an arm on an impalpable certain rest,
Looks with its sidecurved head curious what will come next,
Both in and out of the game, and watching and wondering at it.
Whitman’ın “ben neyim”, “gerçek ben”, “bendeki ben” fikri, hem kendisinden sonra gelen güçlü Amerikan şairlerine ilham, hem de onun büyük adını kullanarak yayılan kültürel ve erotik dogmalara bir sitemdir. Whitman’dan doğan en iyi Amerikan şairlerinin -bazen ona hiçbir şey borçlu olmadıklarını iddia etseler de- formalist olması tesadüf değildir: Stevens, Eliot, Hart Crane ve hatta Ashbery. Estetiği atarsan, büyük bir şair ve zayıf bir peygamber; her şeyden önce mecazları yeniden defalarca okunmadan anlamını açığa vurmayan epey zor bir şair olan Whitman’ı da atmış olursun. Özgün Amerikan şiiri mecburen zordur, zira bizim elitist sanatımızdır, fakat bu elitin sosyal sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik köken, ırk yahut mezheple alakası yoktur. Stevens “Biz zihinde yaşarız” demişti, ve bizim şiirimiz her zaman ya Emersonyan yahut Anti-Emersonyan’dır, iki türlü de Emerson’un güç diyalektiği tarafından şekil verilmiştir:
Hayat tahayyül edilebilir, fakat bölünemez ya da çoğaltılamaz. Hayatın tevhidine yönelecek her tecavüz kaos yaratacaktır. Ruh ikiz doğmamıştır, tek çocuktur ve her ne kadar zamanda kendisini bir çocuk olarak gösterse, çocuk gibi görünse de, ölümcül ve evrensel bir gücü vardır, eş-yaşama izin vermez. Her gün, her eylem o kötü gizlenen tanrıya ihanet eder. Kendimize inanırız, diğerlerine inanmadığımız gibi. Kendimize her şeye izin veririz, ve diğerlerinde günah dediğimiz, biçim için yalnızca bir deneydir. İnsanların bir cürümden, onu düşündükleri kadar rahat bahsedememesi, kendimize inancımızın bir delilidir, yahut herkes başkalarının girmesinin yasak olduğu bir alanı, kendisi için güvenli görür. Eylem içeriden ve dışarıdan çok farklı görünür; niteliği ve sonuçları açısından. Katil için cinayet şairler ve romantikler için olduğu gibi öyle fahiş bir düşünce değildir; onu rahatsız etmez yahut gündelik hayatından alıkoyacak kadar korkutmaz: Kolayca tasavvur edilebilir bir eylemdir, fakat neticesi, ortalığı karıştıracak büyük bir tantanadır. Özellikle sevgiden ileri gelen cürümler, işleyenin bakış açısından doğru ve adil görünür, ama bir defa eyleme geçince, cemiyet açısından yıkıcıdır. Hiçbir insan nihayetinde kendisinin de zayi olabileceğine yahut içindeki cürmün en az bir caninin içindeki kadar kapkara olduğuna inanmaz. Zira idrak kendi meselelerimizde ahlaki yargıları belirler. Çünkü idrakimiz için suç diye bir şey yoktur. Antinomian ve hypernomiandır, hem hakikati, hem kuralları yargılar.
Bu, bir şiiri değerlendirirken pozitif ayrımcılığın sahte cömertliğine hiç alan bırakmaz. Kötü şiirleri basmak, övmek ya da öğretmek, en iyi amaçlar uğruna da olsa, yalnızca bu amaçlar adına yıkıcı olacaktır. “Kendimize inanırız, diğerlerine inanmadığımız gibi” ifadesi bizi irkilten bir hakikat, fakat böyle olmasaydı kimse iyi bir şiir yazamazdı. Politik doğruculuk ideolojisine olan takıntısı olmasaydı büyük bir oyun yazarı olabilecek olan Tony Kushner, Emerson’un az önce alıntıladığım “Tecrübe”sine dair mutlaka kafa yormalı. Yazmayı ve okumayı teşmil etmeyi amaçlayan bütün denemeler başarısız oluyor; şiir münferit bir sanattır, şimdilerde her zamankinden daha fazla; ve şiirin asıl hedef kitlesi derinlemesine eğitilmiş, münferit okuyucudur, yahut o okuyucunun içindeki tiyatroda oturan halidir.
Harold Bloom, They Have the Numbers; We, The Heights, Boston Review, 1998
Türkçeye çeviren: M. Bahadırhan Dinçaslan