Göçebe tarımın yerleşik tarıma göre dezavantajlarının yanında ciddi üstünlükleri vardır ki, tarihte aşağı yukarı 150-200 yılda bir Türkistan bozkırlarından kopup gelen göçebeler bu sayede Yakın Doğu ve Avrupa topraklarında fütuhat hareketlerine girişmişler, bu bölgelerin sakinlerinin yarattığı sistemi alaşağı etmişlerdi. Timur devrinde sonuncusunu gözlemlediğimiz bu büyük göçebe fütuhatlarının neredeyse düzenli denecek şekilde gerçekleşmesinin bir nedeni var: Malthus döngüsü.
Thomas Robert Malthus 18. Yüzyılda nüfus artış hızıyla gıda üretim hızımızın paralel seyretmediğini görmüş ve bunun doğal “felaket döngüleri” yaratacağını söylemişti. Buna göre, nüfus artışı üretim artışının üzerinde seyrettiği için her zaman bir noktada kriz yaşanacaktır. Her ne kadar Malthus’un tespitleri modern öncesi dönem için geçerlidir diyebilirsek de, tespitin temelinde yatan mekanizma doğrudur. Yalnızca, bu farklı yaşam tarzlarında (Malthus’un da belirttiği gibi) farklı sonuçlar doğurur. Yerleşik tarım yapanlar için bu döngü bir felaket anlamına gelir (kıtlık, salgın vs.) ancak göçebeler için fütuhatın ilk kıvılcımıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında “İç Deniz’in kuruması” gibi büyük göçü tetikleyecek bir neden olarak felaket aranmasının nedenlerinden biri budur. Fakat bu dönemin düşünürleri kadim Türkleri yerleşik hayatın hakikatlerine ve mekanizmalarına göre değerlendirdikleri için, bugün ilmen de mesnetsiz olduğu ispat edilen bu iddiayı yaratmışlardı. Göçebe yaşamın döngüleri ve gerçekleri yerleşik yaşamdan farklıdır: Yerleşik tarımda bir ünite, yani aile, oba yahut aşiret kıtlık yaşadığında, iyi iletişimde olduğu diğer ünitelerin yardım etmesi çok zordur. Zira mahsulün fazlası kışı geçirmek için saklanmak zorundadır ve herhangi bir zamanda, herhangi bir ünitenin elindeki fazla mahsul, aşağı yukarı kışı geçirmek için ancak yeterli miktardadır. Yardım edilse dahi, diğer üniteler kendilerinin açlık tehlikesi yaşaması ihtimaline karşın çok az bir miktar yardımı kenara ayırabilirler. Ayrıca bu yardımdan sonrası da sorunlu bir süreçtir: Toprak tarımı zamana ve mevsimlere bağlıdır, yardım alan ünitenin ekim zamanına kadar yaşaması, bir miktar tohumu ekimde kullanması ve akabinde hasat zamanına değin hayatta kalabilmesi gerekir.
Göçebe yaşamda ise bambaşka bir manzaranın hakim olduğunu Roger Cribb’den öğreniyoruz. Türkiye ve İran göçebelerinde, mesela, bir hane sürüsünü bir felaket sebebiyle kaybederse, komşu ve akraba haneler sürülerinden birer hayvanı sürdürülebilir büyüklükte yeni bir sürü oluşturulması için dayanışma gereği hediye ediyorlar. (Bu gerçekleşmediğinde, göçebeliğin yegane alt-sınıfı, çobanlar doğuyor. Fakat kendi sürüsü olmayıp yalnız çobanlıkla geçinen sınıflar ekseriyetle rakip üniteyi yenen ve köleleştiren bir ünite tarafından yaratılıyorlar, topluluğun kendi içinde böyle bir manzara pek yaşanmıyor.) Bütün sürüsünü kaybeden bir aile, bu yeni hayvanlarla hemen yeni bir sürü yaratıyor. Üstelik üretim bu anda başlamış oluyor. Hasadı beklemeye gerek kalmıyor.
Fakat yerleşik tarım, çok daha küçük arazilerde büyük nüfusların yaşamasına izin verirken, göçebe yaşam sürekli yeni alanlara ihtiyaç duyar. Üstelik burada belirleyici olan, insan nüfusundan çok hayvan nüfusudur: Hayvanlar sürekli ota ve suya ihtiyaç duyarlar, üstelik sayıları arttığında, ailenin yahut obanın önceden belirlenmiş göç alanlarındaki otlakları ve su kaynaklarını neredeyse kalıcı olarak tahrip ederler. Bu yüzden nüfus arttığında göçebeler için Malthus döngüsü tetiklenir: Yeni otlaklar bulmak lazımdır. Göçebe yaşamın yerleşik yaşama bir diğer üstünlüğü de askere alma oranlarında olduğu için (yerleşikler nüfuslarının %5’inden fazlasını seferber ederlerse toprak tarımı insan emeğine yoğun ihtiyaç duyduğundan ekonomileri çöker – binlerce başlık bir sürüyü ise birkaç bekçi idare edebilir.) sürüler birleşir, artık nüfus askere dönüşür ve fütuhat başlar. Malthus’un bir prensip olarak işlediği bu manzaranın pratik karşılığını Speros Vryonis’in ağzından İç Ege’nin göçebe Türkmenler tarafından -çoğu zaman Selçukluların bilgisi dışında, hatta planlarına mugayir olarak- fethedilmesi sürecinde enfes bir şekilde okuruz.
Bu girizgahı, Malthus döngülerinin her zaman aynı “felaket”le sonuçlanmayacağını göstermek için verdim, yaşam tarzı farklılıkları bu felaketlerin toplumun başına mı geleceğini, yoksa komşularının başına mı geleceğini belirler: Son dönem Sümerler zamanında sulama usulleri nedeniyle tuzlanan toprağın artık nüfusu besleyememesi ve tuzlu toprakta yetişebilen ancak daha az enerji veren, daha az besin değeri olan mahsullerin yetiştirilmesi, ciddi bir çöküş demekti. Göçebe Türklerin artan insan ve hayvan nüfuslarının otlak ve su kaynaklarını tahrip etmesiyle başlayan çevre felaketi ise, Türklerden çok komşularının felaketi olmuştu: Yetdükçe tükenir Arab’ın kuy u meskeni / Bağdat içinde her nice kim Türkman kopar / Şirvan halayıkı kamu Tebriz’e taşına / Mülk-i Acem sorar kim: Kıyamet kaçan kopar?
Malthus’un tespitlerini hükümsüz kılan sanayi devrimi oldu. Bütün teknolojik gelişmelerden sonra insanlık için artık sorun “beslenebilme” değil, ekonomidir. Mevcut teknolojiyle mevcut nüfusun kat be kat fazlasını besleyebiliriz, ancak bu ekonominin sürdürülebilir olması için birtakım dengeler, teşvikler ve caydırıcılıklar inşa edilmelidir, buna piyasa ekonomisi diyoruz. Yerleşik tarıma geçen atalarımızın hayal dahi edemeyeceği rekolteler elde eder ve ortalama bir işçinin masasına dünyanın dört bir yanından gelmiş besinleri koyabilirken (Türkiye hariç. Türkiye sadece Tayyip Erdoğan’ın ve yancılarının masasına koyuyor.) sorunumuz üretim sorunu değildir. Fakat ekonomik sürdürülebilirlik meselesi daha önce hiç yaşanmadığı kadar ciddi bir sorun olarak karşımızda ve üstelik beslenme stresinden büyük oranda kurtulduğumuz için ortalama insan tipimiz öyle hayatta kalma yetileriyle donatılmış, icat yahut keşif yapmak stresi hisseden insanlara hiç benzemiyor.
Bu bakımdan çağımızın Malthus döngüsü “anlamsızlık” felaketini getiriyor. Nüfusumuzu kısıtlayan beslenme ve üretim ihtiyacı duvarını aştığımızda, eskiden hiç değilse işçi olarak anlam ifade eden insanın artık bu kadar somut bir anlamı kalmıyor. Beklenenin aksine bu rahatlık çok daha “üst” bir insanı da yaratmıyor; atalarından çok daha az çalışıp çok daha iyi beslenen insanlar zihin kapasitelerinin izin verdiği en girift, en sofistike ve en tükenmez maceralara odaklanmıyorlar. Aksine, bir anlamsızlık kıskacı içinde ya post-modern zırvalara, Woke kültürü denen ucubelere yöneliyor ve anlamsızlıklarını kimliğe dönüştürüyorlar, ya küçük planda sair anlamlandırma çabalarıyla spiritüalizm, hayvanseverlik, holiganlık, fantazya, müzik temalı alt kültürler gibi “çıkmaz sokak meşgaleleri” içinde çırpınıp duruyorlar.
Batı’da hiç gerek olmadığı halde, Malthus’un üretim ve nüfus artış hızı arasındaki dengesizlik nedeniyle önerdiği geç evlenme, az çocuk yapma gibi tedbirler, ilginçtir ki, sanayi devriminden sonra yaygınlaştı. Bu bakımdan bir önceki paragrafın tespitleri bu ülkeler için geçerlidir. Beri yanda ise bambaşka bir manzara var: Nüfusu artan, üretimi Batı kadar efektif yahut büyük değilse de, piyasa ekonomisi sayesinde nüfusunu kah doğal kaynaklarını satarak, kah Batı’nın bir önceki safhalarından kalan, yine de ilkel yöntemlerle karşılaştırılamayacak kadar verimli üretim tekniklerini ithal edip taklit edip endüstrileşerek besleyebilen “gri ülkeler” var. Bu ülkeler bir anlamsızlık sorunu yaşamıyorlar, zira “işçi”nin hala somut bir anlamı ve işgal ettiği hayati bir niş var. Bu mekanizma bir büyük anlatıyla birleştiğinde felaket yaşayan Batı’nın, aynı felaket mekanizmasını dünün göçebeleri gibi farklı yaşaması beklenen bölgeler karşısında kaybetmesi kaçınılmazdır. Çok daha ilkel bir seviyede olduğu için anlam sorunu yaşamayan, soyut ve üst düzey bir safhaya hiç geçmemiş, ancak somut dünyasının acı gerçeklerinin sürekli olarak teşvik ve tazyik ettiği insanlar, soyut ve üst düzey bir safhaya geçmesi beklenen ancak bunu “ben kadınım diyorsam kadınımdır” çiğliğinde sabitleyen bir kesimi akşam yemeğinde yerler. İnsanoğlu, kendi türüne karşı soykırımcılığı -akrabası olan şempanzelerle birlikte- en yüksek olan tür. Tam olarak bu yüzden, mülteci istilası Batı için, her şeye rağmen o tekniği, sistemi, düşünce formasyonunu yaratabilen medeniyet için bir tehdittir.
Anlamı en entelektüelden en avam kesime kadar yayıp pekiştirebilecek araçlardan biri dindi, ancak mevcut dinlerin sistematiği ve çerçevesi artık iyiden iyiye son tüketim tarihi geçmiş, zerre faydası olmayacak, hatta zehirleyecek bir maya içeriyor. Bilimsel yöntem devriminden sonraysa yeni bir din yaratmaya kalkışmak kasti yalanlar söylemek ve sorunlu bir temele bina inşa etmek anlamına gelir – böyle bir temele inşa edilen binanın hem yıkılacağı, hem de epey zarar vereceği kesindir. Geriye yalnız “ideoloji” kalıyor; Batı kadar rahat olmayan, Batı ile “Batı olmayan”ın çatıştığı coğrafyaların bilenmiş, sınanmış, arayışta olmaya zorlanmış zihinleri, bu yeni ideolojiyi inşa ederek anlamsızlık krizine çare bulabilirler; “ideolojilerin, büyük anlatıların çağı bitti” derken bütün dünyayı saran Woke çılgınlığı bir büyük anlatı, bir neo-dindir. Bunun karşısına ayakları yere basan ve mensuplarını anlamsızlıktan kurtaran, kendini yenileme ve uyum sağlama yeteneği sürekli “yeşil” tutulan bir ideolojiyle çıkan coğrafyalar, Çin, Rusya gibi ülkelerin şampiyonluğunu yaptığı “dışarıda kalanların yamyamlığı”ndan da, ABD ve AB medyasını, akademisini ve siyasetini işgal eden “içeride rahat edenlerin woke çılgınlığı”ndan da kurtularak bu krizi aşmanın yollarını bulabilirler. Hatta -eğer bir uzaylı istilası yaşamayacaksak- dünyanın belli bölgelerinde belli bir güç seviyesine asla erişemeyen ancak tehdit yaratmaya devam eden yamyamların olması, tehdidi sürekli hissetmenin getirdiği evrimsel stres nedeniyle iyi bir şey bile olabilir. Bu bakımdan Türkiye, İsrail, Polonya gibi ülkeler, bu yeni düşüncenin çıkma ihtimali olan coğrafyalardır: Batı’yı Batı yapan hasletlere sahip kesimleri bulunan, ancak Batı kadar rahat olmadığı için henüz anlamsızlık krizi yaşamayan bölgeler.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Thomas Robert Malthus 18. Yüzyılda nüfus artış hızıyla gıda üretim hızımızın paralel seyretmediğini görmüş ve bunun doğal “felaket döngüleri” yaratacağını söylemişti. Buna göre, nüfus artışı üretim artışının üzerinde seyrettiği için her zaman bir noktada kriz yaşanacaktır. Her ne kadar Malthus’un tespitleri modern öncesi dönem için geçerlidir diyebilirsek de, tespitin temelinde yatan mekanizma doğrudur. Yalnızca, bu farklı yaşam tarzlarında (Malthus’un da belirttiği gibi) farklı sonuçlar doğurur. Yerleşik tarım yapanlar için bu döngü bir felaket anlamına gelir (kıtlık, salgın vs.) ancak göçebeler için fütuhatın ilk kıvılcımıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında “İç Deniz’in kuruması” gibi büyük göçü tetikleyecek bir neden olarak felaket aranmasının nedenlerinden biri budur. Fakat bu dönemin düşünürleri kadim Türkleri yerleşik hayatın hakikatlerine ve mekanizmalarına göre değerlendirdikleri için, bugün ilmen de mesnetsiz olduğu ispat edilen bu iddiayı yaratmışlardı. Göçebe yaşamın döngüleri ve gerçekleri yerleşik yaşamdan farklıdır: Yerleşik tarımda bir ünite, yani aile, oba yahut aşiret kıtlık yaşadığında, iyi iletişimde olduğu diğer ünitelerin yardım etmesi çok zordur. Zira mahsulün fazlası kışı geçirmek için saklanmak zorundadır ve herhangi bir zamanda, herhangi bir ünitenin elindeki fazla mahsul, aşağı yukarı kışı geçirmek için ancak yeterli miktardadır. Yardım edilse dahi, diğer üniteler kendilerinin açlık tehlikesi yaşaması ihtimaline karşın çok az bir miktar yardımı kenara ayırabilirler. Ayrıca bu yardımdan sonrası da sorunlu bir süreçtir: Toprak tarımı zamana ve mevsimlere bağlıdır, yardım alan ünitenin ekim zamanına kadar yaşaması, bir miktar tohumu ekimde kullanması ve akabinde hasat zamanına değin hayatta kalabilmesi gerekir.
Göçebe yaşamda ise bambaşka bir manzaranın hakim olduğunu Roger Cribb’den öğreniyoruz. Türkiye ve İran göçebelerinde, mesela, bir hane sürüsünü bir felaket sebebiyle kaybederse, komşu ve akraba haneler sürülerinden birer hayvanı sürdürülebilir büyüklükte yeni bir sürü oluşturulması için dayanışma gereği hediye ediyorlar. (Bu gerçekleşmediğinde, göçebeliğin yegane alt-sınıfı, çobanlar doğuyor. Fakat kendi sürüsü olmayıp yalnız çobanlıkla geçinen sınıflar ekseriyetle rakip üniteyi yenen ve köleleştiren bir ünite tarafından yaratılıyorlar, topluluğun kendi içinde böyle bir manzara pek yaşanmıyor.) Bütün sürüsünü kaybeden bir aile, bu yeni hayvanlarla hemen yeni bir sürü yaratıyor. Üstelik üretim bu anda başlamış oluyor. Hasadı beklemeye gerek kalmıyor.
Fakat yerleşik tarım, çok daha küçük arazilerde büyük nüfusların yaşamasına izin verirken, göçebe yaşam sürekli yeni alanlara ihtiyaç duyar. Üstelik burada belirleyici olan, insan nüfusundan çok hayvan nüfusudur: Hayvanlar sürekli ota ve suya ihtiyaç duyarlar, üstelik sayıları arttığında, ailenin yahut obanın önceden belirlenmiş göç alanlarındaki otlakları ve su kaynaklarını neredeyse kalıcı olarak tahrip ederler. Bu yüzden nüfus arttığında göçebeler için Malthus döngüsü tetiklenir: Yeni otlaklar bulmak lazımdır. Göçebe yaşamın yerleşik yaşama bir diğer üstünlüğü de askere alma oranlarında olduğu için (yerleşikler nüfuslarının %5’inden fazlasını seferber ederlerse toprak tarımı insan emeğine yoğun ihtiyaç duyduğundan ekonomileri çöker – binlerce başlık bir sürüyü ise birkaç bekçi idare edebilir.) sürüler birleşir, artık nüfus askere dönüşür ve fütuhat başlar. Malthus’un bir prensip olarak işlediği bu manzaranın pratik karşılığını Speros Vryonis’in ağzından İç Ege’nin göçebe Türkmenler tarafından -çoğu zaman Selçukluların bilgisi dışında, hatta planlarına mugayir olarak- fethedilmesi sürecinde enfes bir şekilde okuruz.
Bu girizgahı, Malthus döngülerinin her zaman aynı “felaket”le sonuçlanmayacağını göstermek için verdim, yaşam tarzı farklılıkları bu felaketlerin toplumun başına mı geleceğini, yoksa komşularının başına mı geleceğini belirler: Son dönem Sümerler zamanında sulama usulleri nedeniyle tuzlanan toprağın artık nüfusu besleyememesi ve tuzlu toprakta yetişebilen ancak daha az enerji veren, daha az besin değeri olan mahsullerin yetiştirilmesi, ciddi bir çöküş demekti. Göçebe Türklerin artan insan ve hayvan nüfuslarının otlak ve su kaynaklarını tahrip etmesiyle başlayan çevre felaketi ise, Türklerden çok komşularının felaketi olmuştu: Yetdükçe tükenir Arab’ın kuy u meskeni / Bağdat içinde her nice kim Türkman kopar / Şirvan halayıkı kamu Tebriz’e taşına / Mülk-i Acem sorar kim: Kıyamet kaçan kopar?
Malthus’un tespitlerini hükümsüz kılan sanayi devrimi oldu. Bütün teknolojik gelişmelerden sonra insanlık için artık sorun “beslenebilme” değil, ekonomidir. Mevcut teknolojiyle mevcut nüfusun kat be kat fazlasını besleyebiliriz, ancak bu ekonominin sürdürülebilir olması için birtakım dengeler, teşvikler ve caydırıcılıklar inşa edilmelidir, buna piyasa ekonomisi diyoruz. Yerleşik tarıma geçen atalarımızın hayal dahi edemeyeceği rekolteler elde eder ve ortalama bir işçinin masasına dünyanın dört bir yanından gelmiş besinleri koyabilirken (Türkiye hariç. Türkiye sadece Tayyip Erdoğan’ın ve yancılarının masasına koyuyor.) sorunumuz üretim sorunu değildir. Fakat ekonomik sürdürülebilirlik meselesi daha önce hiç yaşanmadığı kadar ciddi bir sorun olarak karşımızda ve üstelik beslenme stresinden büyük oranda kurtulduğumuz için ortalama insan tipimiz öyle hayatta kalma yetileriyle donatılmış, icat yahut keşif yapmak stresi hisseden insanlara hiç benzemiyor.
Bu bakımdan çağımızın Malthus döngüsü “anlamsızlık” felaketini getiriyor. Nüfusumuzu kısıtlayan beslenme ve üretim ihtiyacı duvarını aştığımızda, eskiden hiç değilse işçi olarak anlam ifade eden insanın artık bu kadar somut bir anlamı kalmıyor. Beklenenin aksine bu rahatlık çok daha “üst” bir insanı da yaratmıyor; atalarından çok daha az çalışıp çok daha iyi beslenen insanlar zihin kapasitelerinin izin verdiği en girift, en sofistike ve en tükenmez maceralara odaklanmıyorlar. Aksine, bir anlamsızlık kıskacı içinde ya post-modern zırvalara, Woke kültürü denen ucubelere yöneliyor ve anlamsızlıklarını kimliğe dönüştürüyorlar, ya küçük planda sair anlamlandırma çabalarıyla spiritüalizm, hayvanseverlik, holiganlık, fantazya, müzik temalı alt kültürler gibi “çıkmaz sokak meşgaleleri” içinde çırpınıp duruyorlar.
Batı’da hiç gerek olmadığı halde, Malthus’un üretim ve nüfus artış hızı arasındaki dengesizlik nedeniyle önerdiği geç evlenme, az çocuk yapma gibi tedbirler, ilginçtir ki, sanayi devriminden sonra yaygınlaştı. Bu bakımdan bir önceki paragrafın tespitleri bu ülkeler için geçerlidir. Beri yanda ise bambaşka bir manzara var: Nüfusu artan, üretimi Batı kadar efektif yahut büyük değilse de, piyasa ekonomisi sayesinde nüfusunu kah doğal kaynaklarını satarak, kah Batı’nın bir önceki safhalarından kalan, yine de ilkel yöntemlerle karşılaştırılamayacak kadar verimli üretim tekniklerini ithal edip taklit edip endüstrileşerek besleyebilen “gri ülkeler” var. Bu ülkeler bir anlamsızlık sorunu yaşamıyorlar, zira “işçi”nin hala somut bir anlamı ve işgal ettiği hayati bir niş var. Bu mekanizma bir büyük anlatıyla birleştiğinde felaket yaşayan Batı’nın, aynı felaket mekanizmasını dünün göçebeleri gibi farklı yaşaması beklenen bölgeler karşısında kaybetmesi kaçınılmazdır. Çok daha ilkel bir seviyede olduğu için anlam sorunu yaşamayan, soyut ve üst düzey bir safhaya hiç geçmemiş, ancak somut dünyasının acı gerçeklerinin sürekli olarak teşvik ve tazyik ettiği insanlar, soyut ve üst düzey bir safhaya geçmesi beklenen ancak bunu “ben kadınım diyorsam kadınımdır” çiğliğinde sabitleyen bir kesimi akşam yemeğinde yerler. İnsanoğlu, kendi türüne karşı soykırımcılığı -akrabası olan şempanzelerle birlikte- en yüksek olan tür. Tam olarak bu yüzden, mülteci istilası Batı için, her şeye rağmen o tekniği, sistemi, düşünce formasyonunu yaratabilen medeniyet için bir tehdittir.
Anlamı en entelektüelden en avam kesime kadar yayıp pekiştirebilecek araçlardan biri dindi, ancak mevcut dinlerin sistematiği ve çerçevesi artık iyiden iyiye son tüketim tarihi geçmiş, zerre faydası olmayacak, hatta zehirleyecek bir maya içeriyor. Bilimsel yöntem devriminden sonraysa yeni bir din yaratmaya kalkışmak kasti yalanlar söylemek ve sorunlu bir temele bina inşa etmek anlamına gelir – böyle bir temele inşa edilen binanın hem yıkılacağı, hem de epey zarar vereceği kesindir. Geriye yalnız “ideoloji” kalıyor; Batı kadar rahat olmayan, Batı ile “Batı olmayan”ın çatıştığı coğrafyaların bilenmiş, sınanmış, arayışta olmaya zorlanmış zihinleri, bu yeni ideolojiyi inşa ederek anlamsızlık krizine çare bulabilirler; “ideolojilerin, büyük anlatıların çağı bitti” derken bütün dünyayı saran Woke çılgınlığı bir büyük anlatı, bir neo-dindir. Bunun karşısına ayakları yere basan ve mensuplarını anlamsızlıktan kurtaran, kendini yenileme ve uyum sağlama yeteneği sürekli “yeşil” tutulan bir ideolojiyle çıkan coğrafyalar, Çin, Rusya gibi ülkelerin şampiyonluğunu yaptığı “dışarıda kalanların yamyamlığı”ndan da, ABD ve AB medyasını, akademisini ve siyasetini işgal eden “içeride rahat edenlerin woke çılgınlığı”ndan da kurtularak bu krizi aşmanın yollarını bulabilirler. Hatta -eğer bir uzaylı istilası yaşamayacaksak- dünyanın belli bölgelerinde belli bir güç seviyesine asla erişemeyen ancak tehdit yaratmaya devam eden yamyamların olması, tehdidi sürekli hissetmenin getirdiği evrimsel stres nedeniyle iyi bir şey bile olabilir. Bu bakımdan Türkiye, İsrail, Polonya gibi ülkeler, bu yeni düşüncenin çıkma ihtimali olan coğrafyalardır: Batı’yı Batı yapan hasletlere sahip kesimleri bulunan, ancak Batı kadar rahat olmadığı için henüz anlamsızlık krizi yaşamayan bölgeler.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Kaynaklar:
Nomads in Archeology, Roger Cribb
Ecology of Central Asian Pastoralism, Lawrence Krader
Nomadization and Islamization in Asia Minor, Speros Vryonis Jr.
An Essay on the Principle of Population, Thomas Robert Malthus
Nomads in Archeology, Roger Cribb
Ecology of Central Asian Pastoralism, Lawrence Krader
Nomadization and Islamization in Asia Minor, Speros Vryonis Jr.
An Essay on the Principle of Population, Thomas Robert Malthus
Yazının sonu wishfull thinking olmus. Turklerin israil yada polonyadaki ulus bilincine sahip olması mumkun degildir. Evrimsel stresten ziyade ortadogu rahatlgı ve umursamazlgı vardır. İstanbulda ikamet eden adını hatırlamadıgım Yabancı bir yazar Balkan harbindeki soykırmda bile İstanbuldaki Turklerin umursamazlıgından hayrete dusmustu.
elinize sağlık. sadece teşekkür etmek istedim.