Divan şairleri şiirlerini nerede yayımlarlardı? Bugünlerde milyonlarca öğrencinin müfredatında isimleri geçen, dolayısıyla hiç değilse ismen milyonlar tarafından tanınan divan şairleri, yaşadıkları dönemde birkaç bin kişilik bir kitleye hitap ederlerdi – çoğu zaman bu “bin” bile iyimser bir ifadedir. “Mecmua” ifadesi eski şiirlerde hem şiir derlemesi, hem de toplanılan yer anlamında kullanılıyor; girişteki soruya doğrudan cevap veren bir çalışma bulamasam da, bildiklerimizi derleyerek diyebiliriz ki divan şairleri şiirlerini önce okur-yazar (nüktedan) bir kitleyle paylaşıyorlar, bu kitle de çoğu zaman şiirleri ezberliyordu. Akabinde, sair sohbetlerde adı anılan, üzerine konuşulan şiirler mecmualara giriyordu; bu mecmualar günümüz dergileri gibi periyodik çıkmazlardı, içerikleri ve dağıtımları da değişirdi. Zaman zaman hükümdar, bey, ağa gibi insanlara şiir de arz ediliyordu. Nihayet şair, ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirleri kendi divanında topluyor, kalıcı hale getiriyordu. Tezkirelerde ve sair metinlerde adı anılan şairlerin divanları kopyalanıyor, meraklısının eline geçiyordu. “Nef’i dahi ademde işittikçe sözlerim / Sapaş u aferini cihan-der-cihan verir” dizeleri bu sayede yazılıyordu: En verimli yaşları arasında bir asırdan fazla zaman dilimi olan bu iki şairin, Nedim ve Nef’i’nin etkileşimi, çok dar ve “elit” bir çevrenin içinde mümkün oluyordu; o sırada köylerinde çobanlık, rençberlik yahut eşkıyalık yapan dedelerimizinse bu olup bitenden asla haberi olmuyordu.
Halk edebiyatında da durum aşağı yukarı böyledir, bir farkla: Figürler hemen hemen her zaman yöreye has figürlerdir. Usta-çırak ilişkisi sebebiyle bir yöre ölümünden bir asır geçmiş bir şairi -çok iyi bir ustaysa ve iyi, hatırlı çıraklar yetiştirdiyse- hatırlayabilir (meşhur birkaç türküsünü mahlası geçtiği için hatırlamaktan bahsetmiyorum) ancak o şair birkaç yüz kilometre ötesinde tanıdık bir sima değildir. Çok az ozan, Karacoğlan gibi, “ulusal” vasıf kazanmıştır, bunlardan birisi olan Köroğlu da aslında ozan değil, bir mitolojik karakterdir. Karacoğlan da çoğunlukla farklı yöresel ozanların tek kimlikte birleşmiş halidir, bugün dahi Karacoğlan’a eser atfetmeye devam ediyoruz. Halk edebiyatının düğün, dernek, ağıt gibi farklı toplumsal işlevleri de olan bileşenleri yanında, daha derinlikli eserlerin ise alıcısı azdı. Ozan meclislerinde muamma gibi türleri ozanlar, diğer ozanlar ve belki bir iki okumuş “ağa” için söylerlerdi: Bu türler, zira, anlamak ve takdir edebilmek için dağarcık gerektiriyordu. Alevilik gibi, tasavvuf gibi olgular için de böyledir: Kitleler için bu alanda üretilen edebi içerik işlevselliği ile ön plana çıkıyordu: Dini vecibenizi yerine getirmek için bir şekilde -anlamasanız da- semah söylemelisiniz, yahut mevlit okumalısınız, yahut ilahi; ancak çok az bir kitle için çok daha fazlasını ifade ediyor, edebi değeri zaviyesinden de değerlendirmeye tabi tutuluyordu.
Bu Avrupa için de aşağı yukarı böyledir. Anna Comnena Alexiad’ı Bizans kitleleri için yazmadı, meşhur Occitan trubadorları halk kitlelerine başka şarkılar okudular, soylu meclislerinde ise mitolojiden beslenen hikayeleri nazma çekip aktardılar. Arthur hikayeleri soylular içindi – Dede Korkut da öyle. Hemen bütün kültürlerde, özellikle Doğu’da felsefe de nazım biçiminde yapıldı, bu içerikler de kitleleri hedeflemiyordu, hemen hepsinin üretildiği dönemde hedef kitlesi birkaç bin kişi ile sınırlıydı.
Sonra ne oldu? Prusya başta olmak üzere birçok medeni ağırlık merkezinde “kitle eğitimi” denen bir olgu ortaya çıktı. Bu hemen her alanda “vatandaş”tan alınan verimi artırıyordu. Bütün dünyaya yayıldı, bugün en iptidai ülkede dahi vatandaşları bir şekilde örgütlü ve belirli bir form içinde eğitmeye dayalı ulusal politikalar vardır. Bu, hemen herkesin okuma yazma öğrenmesi demek oluyordu. Aynı zamanda, edebiyatın “müşteri”si olması. İşte, Frankfurt okulunun üzerine onca kafa yorduğu “kültür endüstrisi” de, birçok etmenin yanında, bu sebepten doğuyordu: Edebiyat artık zamanı ve imkanı olan elitlerin ilgi ve eğlence alanı değil, kitlelere hitap edebilecek endüstriyel bir üründür.
Bütün dünyada edebiyat bu açılımın etkilerini yaşıyor. Türkiye’de çok kitap okunmuyor diye şikayet ediyoruz ama, bütün dünyada kitap satın alma ve okuma oranları düşüşte. Uzun vadeli projeksiyonlar da pek iç açıcı değil, düşüş öngörülüyor. Zira bir dönem bu kitleler için edebiyat güzel ve etkili bir eğlence aracıydı, artık değil. Bilgisayar oyunu oynayabiliyorlar, film izleyebiliyorlar, mesela. Üstelik, TamgaTürk’te birkaç çeviriyle de (burayı ve burayı tıklayınız, mesela) işlediğimiz gibi, sorun yalnızca okuma oranlarının düşmesi değil. Hayır, yukarıda açıklanan olayın en büyük etkisi, kalitenin düşmesi şeklinde oldu: Şiir, roman, hikaye… Hepsinde bir çürüme, yozlaşma, hatta aptallaşma var. Vaktiyle aruz eğitimi almış şairlerin serbest şiirleriyle, mesela, bugün şiir yazmak iddiasındaki tuhaf insanların metinlerini şöyle bir karşılaştırın. (Benzer şekilde, sonraları “popüler” alanda ürün vermiş birçok yabancı edip, vaktiyle Antik Yunan, Roma ve Ortaçağ metinlerini inceleyen bir eğitim almışlardı.) Bütün bunların nedeni, edebiyatın geniş kitlelere hitap eden bir tüketim aracı olması. Ancak bu dönem geçiyor, bence iyi ki geçiyor: Edebiyat, artık lüks tüketim ürünü olacak. Roman deyince StephenKing gelmeyecek aklımıza mesela. Edebiyatın bir ince işçilik ve yetenek işi olduğunu, doğası gereği sınırlı olması gereken kitlesi tekrar hatırlayacak.
Bu yalnızca bir kehanet değil, aynı zamanda temenni. İnsanların kitap okuması şart değildir, kitap basılması da öyle. Dijital imkanlar bu kadar genişlemiş ve ucuzlamışken, ders kitaplarının, sözlüklerin, mesela, dijitalleşmesi gezegenimiz için de iyidir. (Hele Türkiye gibi kağıt ithal eden bir ülke için. Tamam, tablet yahut telefonu da ithal ediyoruz ama, hem karşılayamayacağımız birçok ihtiyacı karşılıyor, hem de bizi ekstra kağıt masrafından kurtarıyor.) Bir romanın, bir şiirin yüz binlerce satması beklenmemeli – zira çok az şaheser hem ince işçilikli ve yüksek bir zihnin ürünü, hem de kitlelerin yaygın-arketipik kurgu beğenilerine, estetik algılarına hitap edebilen bir ürün olabiliyor. (Mesela Tolkien öyledir.) Ancak bu şaheserler dahi, bir defa kitleselleşince çürüyor, eziliyor, asıl anlamını, işlevini, maksadını; her şeyini yitiriyor. Artık şairin kelime seçimleri, yazarın tasvirde onomatopoeia kullanarak sesleri de edebi bir enstrümana dönüştürmesi gibi meselelere kafa yoran bir okur yok. Aslında var, fakat sayısı o kadar az ki, milyonlar içinde kayboluyor. Müfredata girdiğinden, siyasi bir anlam kazandığından vs. meşhur olmuş nitelikli ediplerin çok satanları haricinde, tam olarak bu yüzden bir yığın çöp, edebi eser diye basılıyor ve yayılıyor. Doğru bir tedrisat sürecinden geçse yüksek bir zihin haline gelip iyi bir edebiyat okuru olabilecek insanların da boğulması demek bu: Edebiyatın ne olduğunu asla anlayamadan ölüp giden nesiller var tam olarak bu yüzden.
Bu yazıyı yazarken bir iki mavralı etkileşimimiz olduğu için aklıma birisi düştü: Göktürk Ömer Çakır. Onun profili üzerinden güzel bir manzara çizebileceğimi fark ettim. (Bu yüzden başlığı da değiştirdim, böyle daha neşeli oldu.) Çakır son zamanlarda küçük de olsa neşeli bir bibliyofil çevrenin diline Faust merakıyla düştü. Hem güzel çeviri olsun, hem eski ve estetik bir baskının aynısı olsun, hem Faust hakkında okumalar, analizler de birlikte çıksın diye epeydir uğraştı ve neticede arzusunu elde etti. Kitap çıktı çıkmasına, ama şikayetler de başladı: "350 liraya kitap mı olur?!" Eski gravürleri bulmak, onları işlemek, Goethe ve Faust analizlerini derlemek, elemek, sentezlemek bir iştir. Bunun yanında çevirmen Senail Özkan bu işe yıllarını harcamış: Çevirmenin yıllarını hangi para birimiyle karşılayabiliriz? Hayır, kitap pahalı değil, aksine ucuz. Zira edebiyat tam olarak budur; her gün bir kitap okumak, her gün bir şair “tüketmek” için değildir. Bir şair üzerine, bir yazar üzerine belki aylar, belki yıllarca kafa yormak, onu didiklemek, ondan beslenmek içindir.
İşin bir de endüstri tarafı var. Göktürk Ömer Çakır gibi editörler endüstride kendilerine nasıl yer bulacaklar? Ancak ve ancak kitap basım hacmi düşer, kitap bir lüks tüketim ürününe dönüşürse… Zira ancak o zaman kanaviçe gibi işlenmiş, emek verilmiş kitaplar takdir edilir, “o paralara” değer bulunur. Ancak o zaman ciddi ve titiz editörler istihdam edilir, kitaplar doğru bir demlenme sürecinden geçerler. Ancak o zaman çevirmenler bir, hatta birkaç yılda bir kitap çevirirler, hakkını verirler. Tuhaf hatalara, üstünkörü işlere ve hatta acemiliklere rastlamayız. Kitaptan, hele edebi kitaptan yersiz beklentilere giren (mesela, “twittera yazmalık söz”) kitle bu sayede uzaklaşır. Evet, fiyat güzel bir filtre işlevi görür. (Parası olmayan ancak edebi zevki olan insanlara hem fiziki, hem dijital kütüphane çözümleri üretmek, edebiyatı mahvetmekten daha kolay ve ucuzdur.)
Hülasa, “ev sineması” konsepti de git gide yaygınlaşırken kitlelerin sinemaya, bilgisayar oyunlarına, diğer eğlence türlerine yönelmesini hayırlı buluyorum. Evet, ben de onlardan biriyim; ben de zaman zaman “lalettayin” eğlenceler istiyorum ve hoş (ve evet, biraz boş) vakit geçiriyorum. Bu kötü yahut aşağılanacak bir şey değildir. Ancak edebiyatın kitleselleşmesi bu en eski ve en derin sanat dalını kötürüm bıraktı. Kötürüm bıraktığı gibi, yeni büyük yazarlar, şairler yaratmamızı engelliyor. Göktürk gibi editörleri, Özkan gibi çevirmenleri engelliyor. Zira Allah de Ötesini Bırak yahut Uzaylı Masonlar kitapları daha çok satıyor. Çocuk edebiyatında dahi, bir Kipling’in ince işçiliğine bakın, bir de bugün herhangi bir kitabevindeki çocuk “reyon”undaki kitaplara. Çocuk bunları hiç okumasa da, babaannesinden eski türküler dinlese, edebiyatın ne idüğüne dair daha isabetli bir fikir sahibi olur.
Edebiyat, kitlelerin vasatlığından kurtulmak için çok daha pahalı ve daha az sayıda basılan kitaplara ihtiyaç duyuyor.
Halk edebiyatında da durum aşağı yukarı böyledir, bir farkla: Figürler hemen hemen her zaman yöreye has figürlerdir. Usta-çırak ilişkisi sebebiyle bir yöre ölümünden bir asır geçmiş bir şairi -çok iyi bir ustaysa ve iyi, hatırlı çıraklar yetiştirdiyse- hatırlayabilir (meşhur birkaç türküsünü mahlası geçtiği için hatırlamaktan bahsetmiyorum) ancak o şair birkaç yüz kilometre ötesinde tanıdık bir sima değildir. Çok az ozan, Karacoğlan gibi, “ulusal” vasıf kazanmıştır, bunlardan birisi olan Köroğlu da aslında ozan değil, bir mitolojik karakterdir. Karacoğlan da çoğunlukla farklı yöresel ozanların tek kimlikte birleşmiş halidir, bugün dahi Karacoğlan’a eser atfetmeye devam ediyoruz. Halk edebiyatının düğün, dernek, ağıt gibi farklı toplumsal işlevleri de olan bileşenleri yanında, daha derinlikli eserlerin ise alıcısı azdı. Ozan meclislerinde muamma gibi türleri ozanlar, diğer ozanlar ve belki bir iki okumuş “ağa” için söylerlerdi: Bu türler, zira, anlamak ve takdir edebilmek için dağarcık gerektiriyordu. Alevilik gibi, tasavvuf gibi olgular için de böyledir: Kitleler için bu alanda üretilen edebi içerik işlevselliği ile ön plana çıkıyordu: Dini vecibenizi yerine getirmek için bir şekilde -anlamasanız da- semah söylemelisiniz, yahut mevlit okumalısınız, yahut ilahi; ancak çok az bir kitle için çok daha fazlasını ifade ediyor, edebi değeri zaviyesinden de değerlendirmeye tabi tutuluyordu.
Bu Avrupa için de aşağı yukarı böyledir. Anna Comnena Alexiad’ı Bizans kitleleri için yazmadı, meşhur Occitan trubadorları halk kitlelerine başka şarkılar okudular, soylu meclislerinde ise mitolojiden beslenen hikayeleri nazma çekip aktardılar. Arthur hikayeleri soylular içindi – Dede Korkut da öyle. Hemen bütün kültürlerde, özellikle Doğu’da felsefe de nazım biçiminde yapıldı, bu içerikler de kitleleri hedeflemiyordu, hemen hepsinin üretildiği dönemde hedef kitlesi birkaç bin kişi ile sınırlıydı.
Sonra ne oldu? Prusya başta olmak üzere birçok medeni ağırlık merkezinde “kitle eğitimi” denen bir olgu ortaya çıktı. Bu hemen her alanda “vatandaş”tan alınan verimi artırıyordu. Bütün dünyaya yayıldı, bugün en iptidai ülkede dahi vatandaşları bir şekilde örgütlü ve belirli bir form içinde eğitmeye dayalı ulusal politikalar vardır. Bu, hemen herkesin okuma yazma öğrenmesi demek oluyordu. Aynı zamanda, edebiyatın “müşteri”si olması. İşte, Frankfurt okulunun üzerine onca kafa yorduğu “kültür endüstrisi” de, birçok etmenin yanında, bu sebepten doğuyordu: Edebiyat artık zamanı ve imkanı olan elitlerin ilgi ve eğlence alanı değil, kitlelere hitap edebilecek endüstriyel bir üründür.
Bütün dünyada edebiyat bu açılımın etkilerini yaşıyor. Türkiye’de çok kitap okunmuyor diye şikayet ediyoruz ama, bütün dünyada kitap satın alma ve okuma oranları düşüşte. Uzun vadeli projeksiyonlar da pek iç açıcı değil, düşüş öngörülüyor. Zira bir dönem bu kitleler için edebiyat güzel ve etkili bir eğlence aracıydı, artık değil. Bilgisayar oyunu oynayabiliyorlar, film izleyebiliyorlar, mesela. Üstelik, TamgaTürk’te birkaç çeviriyle de (burayı ve burayı tıklayınız, mesela) işlediğimiz gibi, sorun yalnızca okuma oranlarının düşmesi değil. Hayır, yukarıda açıklanan olayın en büyük etkisi, kalitenin düşmesi şeklinde oldu: Şiir, roman, hikaye… Hepsinde bir çürüme, yozlaşma, hatta aptallaşma var. Vaktiyle aruz eğitimi almış şairlerin serbest şiirleriyle, mesela, bugün şiir yazmak iddiasındaki tuhaf insanların metinlerini şöyle bir karşılaştırın. (Benzer şekilde, sonraları “popüler” alanda ürün vermiş birçok yabancı edip, vaktiyle Antik Yunan, Roma ve Ortaçağ metinlerini inceleyen bir eğitim almışlardı.) Bütün bunların nedeni, edebiyatın geniş kitlelere hitap eden bir tüketim aracı olması. Ancak bu dönem geçiyor, bence iyi ki geçiyor: Edebiyat, artık lüks tüketim ürünü olacak. Roman deyince StephenKing gelmeyecek aklımıza mesela. Edebiyatın bir ince işçilik ve yetenek işi olduğunu, doğası gereği sınırlı olması gereken kitlesi tekrar hatırlayacak.
Bu yalnızca bir kehanet değil, aynı zamanda temenni. İnsanların kitap okuması şart değildir, kitap basılması da öyle. Dijital imkanlar bu kadar genişlemiş ve ucuzlamışken, ders kitaplarının, sözlüklerin, mesela, dijitalleşmesi gezegenimiz için de iyidir. (Hele Türkiye gibi kağıt ithal eden bir ülke için. Tamam, tablet yahut telefonu da ithal ediyoruz ama, hem karşılayamayacağımız birçok ihtiyacı karşılıyor, hem de bizi ekstra kağıt masrafından kurtarıyor.) Bir romanın, bir şiirin yüz binlerce satması beklenmemeli – zira çok az şaheser hem ince işçilikli ve yüksek bir zihnin ürünü, hem de kitlelerin yaygın-arketipik kurgu beğenilerine, estetik algılarına hitap edebilen bir ürün olabiliyor. (Mesela Tolkien öyledir.) Ancak bu şaheserler dahi, bir defa kitleselleşince çürüyor, eziliyor, asıl anlamını, işlevini, maksadını; her şeyini yitiriyor. Artık şairin kelime seçimleri, yazarın tasvirde onomatopoeia kullanarak sesleri de edebi bir enstrümana dönüştürmesi gibi meselelere kafa yoran bir okur yok. Aslında var, fakat sayısı o kadar az ki, milyonlar içinde kayboluyor. Müfredata girdiğinden, siyasi bir anlam kazandığından vs. meşhur olmuş nitelikli ediplerin çok satanları haricinde, tam olarak bu yüzden bir yığın çöp, edebi eser diye basılıyor ve yayılıyor. Doğru bir tedrisat sürecinden geçse yüksek bir zihin haline gelip iyi bir edebiyat okuru olabilecek insanların da boğulması demek bu: Edebiyatın ne olduğunu asla anlayamadan ölüp giden nesiller var tam olarak bu yüzden.
Bu yazıyı yazarken bir iki mavralı etkileşimimiz olduğu için aklıma birisi düştü: Göktürk Ömer Çakır. Onun profili üzerinden güzel bir manzara çizebileceğimi fark ettim. (Bu yüzden başlığı da değiştirdim, böyle daha neşeli oldu.) Çakır son zamanlarda küçük de olsa neşeli bir bibliyofil çevrenin diline Faust merakıyla düştü. Hem güzel çeviri olsun, hem eski ve estetik bir baskının aynısı olsun, hem Faust hakkında okumalar, analizler de birlikte çıksın diye epeydir uğraştı ve neticede arzusunu elde etti. Kitap çıktı çıkmasına, ama şikayetler de başladı: "350 liraya kitap mı olur?!" Eski gravürleri bulmak, onları işlemek, Goethe ve Faust analizlerini derlemek, elemek, sentezlemek bir iştir. Bunun yanında çevirmen Senail Özkan bu işe yıllarını harcamış: Çevirmenin yıllarını hangi para birimiyle karşılayabiliriz? Hayır, kitap pahalı değil, aksine ucuz. Zira edebiyat tam olarak budur; her gün bir kitap okumak, her gün bir şair “tüketmek” için değildir. Bir şair üzerine, bir yazar üzerine belki aylar, belki yıllarca kafa yormak, onu didiklemek, ondan beslenmek içindir.
İşin bir de endüstri tarafı var. Göktürk Ömer Çakır gibi editörler endüstride kendilerine nasıl yer bulacaklar? Ancak ve ancak kitap basım hacmi düşer, kitap bir lüks tüketim ürününe dönüşürse… Zira ancak o zaman kanaviçe gibi işlenmiş, emek verilmiş kitaplar takdir edilir, “o paralara” değer bulunur. Ancak o zaman ciddi ve titiz editörler istihdam edilir, kitaplar doğru bir demlenme sürecinden geçerler. Ancak o zaman çevirmenler bir, hatta birkaç yılda bir kitap çevirirler, hakkını verirler. Tuhaf hatalara, üstünkörü işlere ve hatta acemiliklere rastlamayız. Kitaptan, hele edebi kitaptan yersiz beklentilere giren (mesela, “twittera yazmalık söz”) kitle bu sayede uzaklaşır. Evet, fiyat güzel bir filtre işlevi görür. (Parası olmayan ancak edebi zevki olan insanlara hem fiziki, hem dijital kütüphane çözümleri üretmek, edebiyatı mahvetmekten daha kolay ve ucuzdur.)
Hülasa, “ev sineması” konsepti de git gide yaygınlaşırken kitlelerin sinemaya, bilgisayar oyunlarına, diğer eğlence türlerine yönelmesini hayırlı buluyorum. Evet, ben de onlardan biriyim; ben de zaman zaman “lalettayin” eğlenceler istiyorum ve hoş (ve evet, biraz boş) vakit geçiriyorum. Bu kötü yahut aşağılanacak bir şey değildir. Ancak edebiyatın kitleselleşmesi bu en eski ve en derin sanat dalını kötürüm bıraktı. Kötürüm bıraktığı gibi, yeni büyük yazarlar, şairler yaratmamızı engelliyor. Göktürk gibi editörleri, Özkan gibi çevirmenleri engelliyor. Zira Allah de Ötesini Bırak yahut Uzaylı Masonlar kitapları daha çok satıyor. Çocuk edebiyatında dahi, bir Kipling’in ince işçiliğine bakın, bir de bugün herhangi bir kitabevindeki çocuk “reyon”undaki kitaplara. Çocuk bunları hiç okumasa da, babaannesinden eski türküler dinlese, edebiyatın ne idüğüne dair daha isabetli bir fikir sahibi olur.
Edebiyat, kitlelerin vasatlığından kurtulmak için çok daha pahalı ve daha az sayıda basılan kitaplara ihtiyaç duyuyor.
M. Bahadırhan Dinçaslan olmaz öyle sacma şey yutup programında yurt dışına giden genclerle ilgili bu stede yazı olduğunu, okuyabileceğimizi veriyorsun. bakıyorum fakat bulamadım. bilgilendirirmisiniz.. teşekkürler... ben de bir türk milliyetcisi olarak o programdaki görüşlerinize büyük oranda katılıyorum...katılmadığım bazı görüşleriniz olduğunuda belirterek tabii...