İnsanoğlu bir dönüşüm geçiriyor: zihnini, cemiyetini ve hatta biyolojisini etkileyen bir paradigma değişimi. En son benzer bir dönüşüm geçirdiğinde Aydınlanma’yı yaratmış ve Aydınlanma’nın yarattığı kurumlarla Homo Sapiens’in tarihinde görülmemiş bir sıçrama gerçekleştirmeyi başarmıştı. Şu halde, bu yeni dönüşümün bizi yeni ufuklara taşıyacağını ummak tarihin tekerrür edeceğine, yahut Öksüz’ün alıntılamayı sevdiği haliyle tarihin kafiyeli olduğuna inananlar için gayet makuldür. Ben maalesef böyle düşünmüyorum: Aydınlanma’yı bu kadar olumlu hatırlıyor olmamız bir tür algıda seçiciliktir, insanoğlunun tarihi, virüs gibi yayılan hastalıklı düşüncelerin bizzat insana faydası olacak sosyal uzantıları, icatları, kurumları, keşifleri engellemesi tarihidir. Aydınlanma’yı biricik kılan “sıradan insan”a dokunmayı başarıp, belki o sabık virüslerin yöntemleriyle yayılmayı başarıp mevcut piramidi topyekun alaşağı etmeyi başarabilmesidir, yani toplumsallaşmasıdır - ve tozlu raflarda bir entelektüel kıvılcım olarak kalan değil, devleti, dini ve cemiyeti dönüştüren müthiş bir fenomendir.
Dünün Aydınlanma’sının yarattığı yeni insanın prototipleri ne yapıyorlardı, bugünün paradigma değişiminin öncüleri ne yapıyorlar? Dün üniversite öğrencileri fakirlikten kırılan mahallelerde barikat kurup hayatlarını feda ediyorlar, bilim adamları kalabalığı arkasına almış egemenlere direnerek bedel ödüyorlar, şairler milletlerinin varlık savaşına katılıp mezarlarının bile olmayacağını bilerek “ülkü” uğruna kalemi ve kağıdı bırakabiliyorlardı. Bugün epey para harcanmış etkinliklerde küçük -ve muhtemelen epey ciddi psikolojik sorunları olan- bir kız çocuğunun saçmalamasını dinleyerek kendinden geçen, ayin yapan bir güruhumuz var. Petöfi nerede, Thunberg nerede?
Elbette dün öyleydi diye, bugünün mücadelesinin acı, gözyaşı ve fedakarlıkla dolu olmasını mücadele etmenin gereği saymak abestir. Fakat yeni dönüşümün ikonları birer mücadele ikonu değiller, yalnızca gösteri ikonu olmayı başarıyorlar. Aydınlanmanın kazanımlarını bir bir yok ederek inşa edilen postmodern manyaklığın temellerinden Eleştirel Teori dahi, bu yeni ikonları görse onları kültür endüstrisinin bir diğer aracı olarak tespit eder ve yerden yere vururdu: Marx’ın görüşlerinin karşındayım, fakat Marx ve özellikle Engels’in arzusu insanları yok eden ruhsuz bir makine yaratmak değildi. Görüşleri postmodern çılgınlığı besleyen Adorno ve Horkheimer da neye sebebiyet vermiş olurlarsa olsunlar, aslında Aydınlanma’nın terekesini tamir etmek isteyen, onun gerçek ve tam potansiyeline erişmesine engel olan sebepleri arayan insanlardı. Fakat nasıl Mill’in ifade özgürlüğü, Locke’un hürriyetçiliği en saçma fikrin hiçbir ön eleme olmaksızın derin bir kültürden süzülerek gelen argümanlarla bir tutulmasına dönüştüyse, Aydınlanma’yla verilen kavga da Thunberg’i, Musk’ı, Zenci Thor’u, “ırkçıdır!” diyerek kampüsten kaldırılan taşı yarattı.
Burada Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabına beş sene sonra yaptığı zeyl ve şerhten kısa bir alıntı uygun düşüyor:
Modernleşme olarak anlaşılan evrensel bir tarih anlatısı postmodernist bir perspektiften saldırıya uğrayabilir ve uğruyor da. Neden ekonomik kalkınma hikayesine “ayrıcalık” atfedelim, ya da bu anlatıyı Tarih’le eş tutalım? Bu Euro-, fallo- ya da bilmemne-merkezli bir anlatı değil midir? Neden başka bir öykü anlatmayalım, mesela, modernleşmenin yok ettiği yerli halkları, ya da kadınların öyküsünü, ya da aile hayatının, her biri farklı bir yol izleyebilecek olan bu olguların öyküsünü? Bilimsel yöntemin icadından önceki bütün o yılların hikayesi ne olacak peki, onlar tarihin parçası sayılmayı hak etmiyorlar mı? Evrensel Tarih’in anlatıcısı kim ve öyküsünü böyle anlatmayı tercih etmesinde ne rol oynuyor?
Modernleşme Teorisi 1970’lerde bu tür saldırılar altında çöktü, ama çökmemeliydi. Pre-modern bir toplumdan sanayileşmiş bir topluma dönüşüm bütün diğer “öykü”leri temelden etkiler ve bütün toplumlar üzerinde bir şekilde tesir sahibidir, bu toplumlar ister başarıyla modernleşmiş olsunlar, ister olmasınlar. Tarihin bütüncül ve tutarlı bir yönünün olmadığını iddia eden postmodernist profesör Paris, New Haven yahut Irvine’deki konforlu çevresinden uzaklaşıp Somali’ye taşınmayı muhtemelen asla düşünmez, yahut çocuklarını Burundi’deki hijyen koşullarında büyütmeyi, yahut postmodernist felsefe derslerini Tahran’da vermeyi.
Evet, bu postmodern manyaklık basitçe insanın sıkılmasından, rahatın batmasından kaynaklanıyor ve sebebi modernizm: Ancak sanayileşmiş bir toplumda, önceki dönemden kalma çelişkileri muhtemelen kelleler havada uçuşarak, gri zeminlerde birçok mücadele verilerek çözülmüş ve istikrarı sağlamış bir toplumda “peki ya modernizmin etkilediği yerliler?” sorusu sorulabiliyor. Üstelik bu yerlilerin değerleri kültürel çoğulculuk bağlamında yüceltilebiliyor: Modern bir toplumda canlı yayında iki kişi alakasız bir meseleden ötürü gerginlik yaşasalar ve taraflardan biri kadın, biri erkekse mesele bir anda feminist mücadeleye bağlanabiliyor da, aynı postmodern çılgınlığın meşalesini taşıyanlar pre-modern ve dolayısıyla edilgen kalmış bir toplumdaki akıl almaz gelenekleri kültürel çoğulculuk bağlamında aklayabiliyor. “Tanrılar saçını kesmeyeceksin ve sarık saracaksın diyorlar!” buyurganlığına “neden?” diye sehl-i mümteni sorarak insanlığa hakiki bir çığır açan Batı’da, bu aptalca geleneği devam ettiren Sikh erkeklerinin hükumette, televizyonda, sinemada bir şekilde görünmesi çoğulculuğun dini bir farzına dönüştü. Buna aptalca demek büyük bir ayıp, günah ve çoğu zaman yasayla suç sayılıyor: Tuhaf bir saygı dini Batı’dan yayılarak bütün dünyayı ele geçiriyor, üstelik bu saygı kazanılan değil, peşinen var olması gerektiği buyurulan bir saygı. Üstelik bütün ölçeklerde ve ölçümlerde en tepede olan Batı’nın, yukarıda zikredildiği gibi, orada olmasının nedeni saygısızlığıdır: Bir inanış, kanaat yahut gelenek sırf eski diye saygıyı hak etmez. Sorgulanır, incelenir, önce “gerçek” olup olmadığı, sonra “doğru” olup olmadığı irdelenir. Tıraşsız kafaya sarık sarmak, aç kalmak, sırtına zincirle vurmak yahut dümbelek çalıp dans ederek tanrılarla konuştuğunu iddia etmek, bütün tabulara karşı hem zihin, hem bilek mücadelesi vermiş ve çoğunda başarılı olmuş Aydınlanma’nın çocuklarının gözünde saygıyı hak eden şeyler.
Kadını, eşcinseli, zenciyi müsamere oynatır gibi oraya buraya sokuşturan zihniyet, “eleyiciliği” kaybediyor ki bir popülasyonun evrimsel açıdan başına gelebilecek en büyük felaket budur. Hayır, bu basit bir sosyal darwinizm değil, iptidai hayvanları insanoğlunun sosyal uzantılarını ve hakikatini anlamadan modelleyip insanı bu şablonlara oturtmaya çalışan zihniyet saçmadır; ancak insanoğlunun evrimsel başarısı yalnız biyolojik eleyiciliğinde değil, mental eleyiciliğindedir: İyi balta yapamayan evlenemez, iyi avlanamayan aç kalır. İyi hitap edemeyen oy alamaz, inandırıcı oynayamayanın filmi gişede hüsrana uğrar, kötü çizenin tablosu alıcı bulmaz. Bütün bunları ortadan kaldıran; sanatta, siyasette, beşeri hayatın bütün alanlarında eleyici olmayı kötü, farklılığı temsilden başka hiçbir kriter olmadan bütün içerikleri bulamaca dönüştürmeyi iyi sayan bir zihniyet var.
Yıllar önce küçücük bir çocukken annemin elinden tutarak gittiğim bir okul müsameresinde, benden birkaç yaş büyük öğrencilerin Katibim temalı bir temsilini izlediğimi hatırlıyorum. Çocuklardan biri zihinsel engelliydi ve tek yaptığı elindeki bastonu çevirerek sahnede gezinmekti – oyunun kalanının akışıyla hiçbir alakası yoktu. Anneme dönüp “anne bu çocuğu da ayıp olmasın diye böyle eklemişler” nevinden bir laf etmiştim ve annem kızmıştı – meğer çocuğun annesi de yanımda oturuyormuş. Fakat sussam da fikrimi değiştirmemiştim: O çocuğa saygısızlık yapıyorlardı. Sessiz bir rol verebilirlerdi, zihin kapasitesinin yeteceği ve işlevi olan bir rol, hayır, öğretmenleri o çocuğu bir şekilde dahil etmek istemişler ve bunun için en kolayı seçip, alakasız bir şekilde baston çevirerek sahnede gezmesini yeterli bulmuşlardı. Bu, paralimpik müsabakalarda katılan herkese ödül vermek gibidir: İnsanoğlunun başarısı kolu olmasa da yüzebilmesindedir halbuki, bunu ne kadar iyi yapıyorsa o kadar ödüllendirilmelidir: Derisi ince olduğu halde betondan barınaklar yapıp en ağır kışları geçirebilmesi gibi.
Üstelik bu eleksizlik kötüyü, bayağıyı, yanlışı ödüllendirme anlamına da geliyor. Nobel almanız için, mesela, iyi yazar olmanıza gerek yok; dezavantajlı kabul edilen bir cinsiyete, etnisiteye, coğrafyaya yahut benzer bir kimliğe mensup olmanız ve pazarlama bilmeniz yeterlidir. İyi bir oyuncu olmak için uzun yıllar diksiyon, duyu belleği, beden dili vs. eğitimi almanıza gerek yok, kendinize yeni bir cinsiyet uydurun ve bu cinsiyetin temsili için zorunlu kotanız sizi hiç değilse ortalama bir görünürlüğe ulaştırsın. Benzer metabolizmaya sahip hemcinsleriniz arasında en iyi olmayı hedefleyen bir sporcu olmak çağdışı bir hedef, çok eski kafalı: Cinsiyetinizi değiştirin ve kas kütlenizin çok daha azına sahip kadınlar arasında birinci gelin ve en iyi kadın sporcu ödülü alın. Bütün bu örnekler çoğaltılabilir, fakat temelde kötüyü ödüllendirmektir: Böyle yaparak zencilere, kadınlara, eşcinsellere, marjinallere iyilik etmiyoruz. Sesi güzel olan bir şarkıcının eşcinsel olduğu için dezavantaj yaşamasını önlemek için mücadele etmiyoruz, bununla uğraşmıyoruz, çocukluk hikayemdeki öğretmenler gibi en kolayını yapıyor, iki salak eşcinseli sahnede dolandırarak “gereğini” yerine getiriyoruz.
Evet, Aydınlanma’ya benzer biçimde insana dair her şeyde gözlemlediğimiz yeni paradigma değişiminin manzarası böyledir, sonuçları da hiç iyi olacak gibi görünmüyor. Üstelik, yukarıda bahsettiğim gibi, mümkün olmasının yegane nedeni de Aydınlanma’dır, onun varisleridir, inşa edilen yeni dünyadır. Bu dünyanın lüzumundan fazla güçlenen şov sahnesi, süre giden aydınlanmamızın eksiklerini ikmal için gerekli ve temel olan eleştiriyi imkansızlaştırarak şova dönüştürdü: Bu yönüyle bir tür evrimsel geri besleme döngüsü olan eleştiriyi yok etti. Bu, insanoğlunun büyük işler başarabilmesini mümkün kılan finans sisteminin türev işlemlerle, yatırıma, üretime dönüşmeyen ve bir grup finans teknokratının ve sermayedarının kendi arasında birbirine para kazandırdığı bir manyaklığa dönüşmesine benziyor. Aydınlanma’nın Fosseptiği’ne düştük, dünya yeni bir rasyonel devrim bekliyor ve mücadeleyi verecek olanlar eleştiride rasyonalite ve tutarlılık aramaya devam etmekte ısrar edenler olacaktır.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Sevgili okur,
TamgaTürk desteğine ihtiyaç duyuyor. Patreon hesabımızdan bize bağışta bulunabilir, twitter ve facebook hesaplarımızı takipçilerinle paylaşabilirsin. TamgaTürk TV'deki yayınlarımızın devam etmesi için desteğini bekliyoruz.
Nerede bir Türk varsa ona bakmaya, onun gözünden bakmaya devam edeceğiz!