Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru

TAKİP ET

Dünyada finans kapitalizmin yarattığı eşitsizlik woke kültürüyle birleşerek ortalama insanı aidiyetsiz ve savunmasız bir işçi arıya dönüştürmeyi hedefliyor.

Thomas Malthus “Gıda üretim hızımızdaki artış, nüfus artışımızla paralel gitmiyor. Bu, düzenli döngüler halinde krizler yaşamamız demek” dediğinde, dönemi ve döneminden önceki tarihin hakikatlerine tam isabet oturan bir tespit yapmıştı. Fakat tam tersi olduğunda? Endüstri devrimi Malthus’un dayandığı temeli büsbütün ortadan kaldırdı. İnsanoğlu üretimi “ihtiyaç”tan soyutlayıp, kâra endekslediğinde ne olur? Üretim artışımızın hızı -şimdilik- nüfus artış hızımızın kat kat üstündeyse? Üretim araçlarını kontrol edenler için kâr maksimizasyonu arayışı beklendiktir, fakat üretim araçlarında çalışanların durumu git gide kötüleşiyorsa?

Buna benzer bir manzara, sanayi devrimi sonrasında İngiltere’de doğmuştu. Bu devrimin şehir olarak “çocuğu” olan Manchester’da 1773’te 24.000 olan nüfus, 1850’de 250.000 olmuş, yüz yıldan kısa bir sürede nüfusu on katına çıkan şehirdeki sefalet manzaraları ve basit geçimi bile karşılamayan bir para kazanabilmek için kölelerin dahi maruz kalmadığı bir sömürüye tabi olmak için can atan yığınlar, bu dönemde Manchester’da yaşayan Engels’e ilham vermişti. Komünizm, her ne kadar farklı öncülleri varsa da böyle doğdu: Mevcut manzaranın kabul edilemez olduğu aşikardı ve dönemin komünistleri radikal bir çözüm önerdiler.

Komünist çözüm uygulandığı her ülkede çıkmazlara girdi. Zira bu sistemde “teşvik” yoktu. İnsanoğlu neden çalışır? Daha önemlisi, neden keşif yahut icat yapar? Cevabı muhakkak “avantaj elde etmek için”dir. İcadın, keşfin, çalışman yahut aldığın risk seni ve soyundan gelenleri daha avantajlı hale getirmeyecekse, yalnız “iyi niyet”le, cemiyetin iyiliği, insanlığın onuru gibi soyut kavramlardan motivasyon bularak büyük gelişmelere öncülük etmek, sevgili Brian Hayden’in Status Pursuits in Prehistory, and the Condition We Are In makalesinde belirttiği gibi toplumun çok küçük bir yüzdesine tekabül eden insanların işidir. Merkezi planlamanın imkansız oluşu da devreye girince, komünist ülkeler teşvikten yoksun bir ekonominin işleyemeyeceğini milyonlarca insanın ölmesi, yetersiz beslenmesi ve dünyanın sunduğu en basit zevklerden bile mahrum kalması ile acı bir şekilde tecrübe ettiler.

Tarih boyunca görülüyor ki, eşitsizlik çoğu zaman sağlıklı bir toplumun alametidir. Toplumun büsbütün eşitlenmesi, ilkel dönemde “donmak”la aynı anlama geliyordu: Yine Hayden, insanoğlunun ve atalarının birkaç milyon yıl boyunca aynı kaldığına, ancak gıda fazlası üretecek icatlar yapıp “depolama”yı keşfettiğinde bunun değiştiğine dikkat çekiyor. Öte yandan, rakip topluluklarla çevrili bir toplum eğer -komünizmde olduğu gibi- zorunlu ve külli bir “eşitlik”i kurmaya çalışıyorsa, ciddi bir dezavantaj yaşıyor: Rakip toplumların eşitsiz yapısının yarattığı atılımlar, keşifler ve toplumsal piramit çok daha etkili bir organizasyon yeteneği getiriyor. Bu, basitçe eşit ve ölü olmak demek. (Modern komünist ülkeler bunun önünü “devletlerarası rekabet”le almışlardı. Kendi içlerinde rekabeti gerektirecek bir teşvik yoktu ve ekonomileri sorunluydu, ancak devleti yöneten yeni “siyasi sınıf”, alt sınıfları sömürerek devlet ölçeğinde diğer devletlerle bir rekabet yarattılar. Bu yüzden uzaya gidebilecek teknolojileri vardı ancak sıradan insanın yaşamını kolaylaştıran teknolojilerde çok daha geri kalmış ve bu teknolojinin yaygınlaşmasında en kötü kapitalist ülkeden bile beter haldeydiler.) Hayden, Richman, Poorman, Beggarman, Chief: The Dynamics of Social Inequality kitabında, avcı toplayıcıların denge mekanizmasından bahsediyor. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, cinsiyetler ve yaş grupları arasındaki “doğal” sayılabilecek iptidai ve hayvani eşitsizlik haricinde, pür eşitlikçi bir yaşam tarzıydı. Beklenen sınırı aşan altruizmle dalga geçilir, bencillikse cezaya tabi tutulurdu. Gıda kaynağına erişim eşitti, üstelik gıdayı elde etmek için gereken emek günde yalnız birkaç saate tekabül ediyordu. Böyle bir yaşam tarzında “aile reisleri”nin oy hakkı eşitti. Çoğunluğa uymayan ise terk etmek yahut başka bir gruba katılmakta özgürdü. Modern insan on binlerce yıl boyunca bu tarz üzere yaşadı ve çok uzun bir süre boyunca hiç değişmedi: Külli eşitlik, toplulukların donmasına sebebiyet verdi.

Tekerlekten ilk uçağa kadar geçen süre bin yıllarla ölçülürken, ilk uçaktan ilk uzay mekiğine giden sürenin on yıllarla ölçülmesinin bir nedeni olmalı. Bu neden, evet, “bilgi birikiminin artış ve yayılış hızı” ile etkilidir, ancak bunun da amili olan bir kök neden bulunmalıdır. Bu, muhtemelen eşitsizliğin, rekabetin, bencil avantajların önünü açan modern liberal kapitalizmdir. Tarih boyunca toplum yapısında eşitsizlik arttıkça yazı, kitap vb. bilgi kayıt araçları da gelişti, bunları kullananlar avantaj sağladılar, farklı rejimler, sosyal örgütlenmeler oldu (Örneğin Marvin Harris, Cannibals and Kings kitabında yağmurla tarım yapan Avrupa gibi bölgelerde daha adem-i merkeziyetçi, sulamayla tarım yapılan Mezopotamya gibi bölgelerde daha merkeziyetçi rejimlerin kurulduğunu söyler.) ve nihayet modern kapitalist sistem eşitsizliğin getirilerini en etkili hasat eden mekanizma olarak kendisini ispatladı.

Fakat eşitsizliğin kalıcı hale gelmesi yahut toplum örgütlenmesindeki eşitsiz piramitleşmenin kalabalık tabakalara verilen taviz karşılığında beklenen faydayı sağlamaması, toplumu istikrarsızlaştırır. Tarih boyunca kurulan birçok hiyerarşi bu nedenle bozulmuş ve büyük fırtınalar kopmuştur. Modern dünya, yeni bir “aşırı eşitsizlik krizi” ve bunun tetikleyeceği kitle hareketlerinin kıyısında mı? Bu sorunun cevabını vermek için, önce eşitsizliğin ekonomisini anlamak gerekiyor.
 

Eşitsizliğin Ekonomisi


Geride bıraktığımız son iki yıl içerisinde, tüm dünya pandemi kısıtlamalarıyla uğraşır ve ciddi ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, dünyanın en zengin on insanı servetlerini ikiye katladılar. Bu on insanın servetleri öyle bir boyutta ki, eğer sahip oldukları her şeyin %99,999’unu kaybetseler dahi dünyanın geri kalanının %99’undan daha zengin olmaya devam ediyorlar. Şu anda da dünyanın en fakir %50’sinin -yani tam 4 milyar insanın- toplam servetinin altı katına sahipler.

Çoğumuz için rakamların büyüklüğü bir yerden sonra anlamını yitiriyor. Hayal gücümüz için milyonla milyar arasındaki fark o kadar da büyük değil. Gözümüzde canlandırabilmek için -pandemi öncesinde çekilmiş- aşağıdaki videoyu izleyiniz. Bugünkü duruma erişmeniz için, son sahnedeki pirinç tanelerini iki katına çıkartmamız gerektiğini lütfen unutmayın.



Peki dünyanın geri kalanında servet dağılımı nasıl değişiyor?

Burada belki de vurgulanması gereken en önemli nokta, bu bahsedilen gelir dağılımının gözümüzde canlandığı gibi bir ‘alt, ‘’orta’ ve ‘üst’ sınıf dağılımından çok daha dramatik bir farkla ayrıştığı gerçeği. Artık bu fark daha ziyade ‘en en üst sınıf’ ile, geri kalan herkes arasında yaşanıyor. Dünya giderek çok az sayıdaki global elitin ve altlarındaki milyarlarca -geri kalan herkes-in yaşadığı bir yere doğru evriliyor.

Rakamlara dökecek olursak; 2000 yılında dünyada toplam 470 dolar milyarderi varken, bugün bu sayı 5 kat artarak 2755’e çıktı. Sahip oldukları toplam servet ise aynı süre içinde tam 15 kat arttı. Yani milyarder başına ortalama servet de üç katına çıktı. 1995 yılından bu yana, en zengin %1, dünyanın yoksul %50’sinin toplamından 19 kat daha fazla zenginleşti. Çevreci bir perspektiften bakarsak, dünyanın en zengin 20(sadece yirmi) insanının, en yoksul 1 milyar insanının toplamından tam 8 bin kat daha fazla karbon emisyonuna sebep olduğu tahmin ediliyor.[i] İkinci bir Belle Epoque benzetmesini yapmak için dahi çok geç; çeşitli hesaplamalar gelir eşitsizliğinin pandemi sonrası meşhur altın çağ günlerini dahi geride bıraktığını söylüyor.

Bu farkın yalnızca sermaye sahipleri ile geri kalanlar arasında açılmasının yanı sıra, şirketlerin üst düzey yöneticileri ile ortalama işçi maaşları arasındaki fark da astronomik bir artış içinde. 1965 yılında ABD’de bir genel müdür ile işçisi arasındaki gelir farkı 15 kat iken, 2020 yılında bu fark 351 kata çıktı. Yani, çizginin öte tarafında kalan bir azınlığın her şeyi aldığı, berisindekilerin ise olduğu yerde saydığı bir ‘denge’ uzun yıllardır sürüp gidiyor.

Değinilmesi gereken bir başka husus ise; tarihte ilk kez milletlerarası eşitsizlik aslında azalıyor, yani farklı ülkeler arasındaki fark yavaş ama kararlı bir biçimde kapanıyor. Az-gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, ortalama GSMH büyümesinde gelişmiş ülkeleri düzenli olarak geride bırakıyorlar. Yani, son 20 yılda ortalama her yıl %6 büyüyen Gana, uzun vadede yılda %2 büyüyen ABD’yi yakalayabilir -en azından teorik olarak. Önlerinde henüz uzun bir yol da olsa bu önemli bir trend. Ancak madalyonun öteki yüzünde, tüm dünya ülkelerinde aynı anda ülke-içi gelir adaletsizliği yine benzer bir %99 - %1 trendini takip ederek hızla artıyor. Yani, ülkeler-arası fark giderek kapanırken, global elitle global yoksul arasındaki fark da hızla açılıyor.

Bu trendin nedenleri hakkında birçok çalışma mevcut, en meşhurlarından birisi de Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital isimli çoksatan eseri. Satıldığı kadar okunmadığına herkesin mutabık olduğu bu hacimli eserin çok kısa özetlenebilecek temel bir savı var; r>g. Yani, sermayenin büyüme hızı(r), dünyanın büyüme hızından(g) fazla. Yani, halihazırda cebinizde duran parayla yaptığınız yatırımdan elde edeceğiniz ortalama kazanç, çalışarak elde edebileceğinizden fazla. Ve bu da servet dağılımının limitte sonsuza yaklaşacak şekilde bozulacağının matematik bir göstergesi. Şuradaki istatistik de bunun nedenini açıkça gösteriyor; 1979 yılından beri ortalama bir çalışanın reel maaşı yalnızca %17 artarken, ürettiği katma değerin artış oranı %61. Aradaki fark, yatırımlarının karşılığı olarak işverene transfer edilen kâr.

Bu grafiğin ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden birisi, hızla globalleşen dünya ekonomisi; birbiri ardına dünyaya kapılarını açan çeşitli ülkeler ve bu ülkelere kayan ekonomik üretim kapasiteleri. Ki bu, yukarıda değindiğimiz ülkeler arası eşitsizlik azalırken, global elit ve global yoksul arasındaki farkın açıldığı gerçeğine de tam uyuyor.

Ancak, bu gidişata doğal bir refleksle itiraz etmek ve tümden karşı çıkmak belki de çok mantıklı bir yol değildir. Brian Hayden’ın aşağıda okuyacağınız söyleşisinde belirttiği gibi; sosyal eşitsizlik, ancak ekonomik artık değerin üretilebildiği yerde ortaya çıkacaktır. Yani, uzun zamandır ivmelenerek artan bu adaletsiz gelir dağılımının nedeni belki de dünyanın son yüzyılda yaptığı müthiş teknolojik atılımın doğal bir sonucudur?

Simon Kuznets’e ekonomi dalında Nobel ödülü kazandıran ‘Kuznets Eğrisi’ hipotezi tam da bu konuyu anlatıyor. 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. Yüzyılın ilk yarısını esas alan hipotezinde Kuznets özetle, ekonomik gelişmenin hızlandığı zamanlarda, Pazar ekonomisinin (yani kapitalist ekonomik sistemin) öncelikle eşitsizliği artıracağını, ancak bir süre sonra bir dengeye kavuşarak tekrar azaltacağını iddia ediyor. Yani, yepyeni bir ekonomik aktivite alanı açıldığında, o alana ilk giren ve bomboş bir pazar yerinin keyfini çıkartan girişimciler -ya da başka bir deyişle Hayden’ın tezinde bahsi geçen ‘aggrandiser’lar- inanılmaz yüksek oranlarda kârlar elde etseler de; bu sahaya zamanla girecek yeni oyuncular piyasayı dengeye kavuşturacak, ve uzun vadede tekrar görece bir denge sağlanacak. Ve teoride, bu girişimciliğin önünde hiçbir engel yok. Kapitalist sistemde kimse sizin kolunuzdan tutup girişim yapmanıza engel olmaz. Nihai hedefin kâr, tek kuralın yüksek rekabet olduğu, eşit şartlarda oynanan bir oyun.

Kuznets’in bu hipotezine gelen çok sayıda eleştiriden -kendisinin de kabul ettiği üzere- en önemlisi, tezine temel aldığı verinin insanlık tarihinin yalnızca çok kısa bir dönemine işaret ettiği ve genelleştirilemeyeceği yönünde. Ancak 19. Yüzyıldaki büyük sanayileşme atılımıyla, bugünün büyük teknoloji devrimi arasında, o çağların petrol tekelleriyle günümüzün dev teknoloji şirketleri arasında belirli paralellikler bulmak da zor değil.  

Öte yandan, ortalama insana bakacak olursak, dünya hiç olmadığı kadar güzel bir yer. 1800’lü yıllardan önce tüm dünyada ortalama yaşam süresi 40 yılın altındayken, bugün 73 yıla dayandı. Ülkeler arası eşitsizliğin azaldığı savına uygun olarak, 1950’li yıllarda Afrika’da ortalama yaşam süresi hala 40’ın altındayken, bugün 61’e kadar yükseldiğini görebiliyoruz. Ekstrem yoksulluk içinde yaşayan (yani günde 2 doların altında kazanan) insan sayısı 20. Yüzyıl ortalarından beri sürekli olarak azalıyor. Yani, mevcut ekonomik düzen belki bir grup süper-zenginin servetlerini hayal etmesi dahi zor seviyelerin ötesinde büyütüyor, ama öte yandan milyarlarca insanın da hayat kalitesini açık ve net biçimde artırıyor. Belki de, Churchill’in meşhur lafına atıfla, kâr odaklı Pazar ekonomisi modeli, ekonomiyi yönetmenin en kötü yoludur -denenmiş diğer tüm yollar hariç tutulursa.

Şimdi bir de madalyonun öteki tarafına bakalım. Acaba gerçekten bir Kuznets eğrisinin tepesinde miyiz? Eğer öyleyse, neden dünyanın her yerinde gidişat ‘endişe verici’ görülüyor?

Buna karar vermek için yukarıda değindiğimiz noktaları üç farklı başlık altında inceleyeceğiz; eşitsizliğin doğallığı, sosyal mobilite olanakları ve postmodern çalışma koşulları.

İlk değineceğimiz nokta, eşitsizliğin doğallığı üzerine sahip olduğumuz ön kabul. Toplum içinde yeteneklerin eşit dağılmadığına, bazılarımızın diğerlerinden belirgin ölçüde daha becerikli olduğuna dair genel geçer bir kabulümüz vardır. Bazı insanlar diğerlerinin asla başaramayacağı şeylere doğuştan bir yetenekle doğarlar, ve bu yetenekler onların toplumun geri kalanından -belki de haklı olarak- ayrışmalarına yol açar. Ve çoğu zaman bu az sayıdaki yetenekli insanın yüzü suyu hürmetine toplumsal ilerlemeler gerçekleşir. Birkaç çok zeki bilim adamı olmasaydı ve bu insanlar gerçekten çok çalışmasaydı, bugün gördüğümüz sosyal ve teknolojik ilerlemeyi muhtemelen asla göremezdik. Toplumsal hiyerarşi de bu insanları öne çıkartacak şekilde doğal bir düzene oturur. Bu ön kabul bizi başarısızlığı daha da kolay kabullenmeye iter ve isyan etme/karşı koyma güdümüzü de dizginleyen doğal bir bariyere dönüşür. Ancak bu yeteneklerin neye göre dağıldığı hakkında fikirlerimiz, genel geçer ‘normal’ kabullerimizi takip etmeye meyillidir. Örneğin, bundan yalnızca birkaç yüzyıl önce köleliğin doğal olduğuna, bazılarının köle olarak doğduğuna ve bunu kabul etmesi gerektiğine hemen herkes inanıyordu. Ya da, kadınların oy kullanma ‘yetilerinin’ olup olmadığı yüz yıldan daha kısa bir süre önce batı dünyasında bir tartışma konusuydu.

Eşitsizliğin doğal olduğunu bir ön kabul olarak sunmak, bir ‘adalet’ duygusunu da beraberinde getiriyor. Hayatın olağan akışı mevcut kabuller içerisinde devam ettikçe, insanlar da statükoyu bu adalet duygusuyla beraber kabullenmeye yöneliyorlar. Hiyerarşinin üstünde yer alan gruplarla, alttakiler arasındaki fark ne kadar açık olursa olsun, bir kez kabul edilen düzen değişmedikçe, itiraz da kısıtlı oluyor. Ancak ne zaman ki hiyerarşinin üst tabakası, alt tabakadan beklentilerini aniden artırıyor, o zaman bir huzursuzluk duygusu yükselmeye başlıyor. Orta Çağ’da dahi, lordlarının emrinde yüzlerce yıl benzer koşullarda yaşayan insanlar, şartlar azıcık olsun değişip de kendilerinden ek bir vergi-hizmet istendiği anda, aniden bir köylü isyanı çıkartmaya meyilli davranıyorlar.

Günümüzde de buna benzer bir huzursuzluk, gözlemlediğimiz kadarıyla farklı noktalarda ortaya çıkabiliyor; örneğin çevreci talepler konusunda. Gündelik yaşamı içinde arada bir et yemek isteyen, sıcak bir evde oturmak, yılda birkaç kez seyahate çıkmak gibi gayet sıradan beklentileri olan orta-sınıftan bunlardan vazgeçmesi istendiğinde, özellikle de bunu talep eden insanların malikaneleri, özel jetleri ve özel aşçıları olduğu biliniyorken, bu kimsenin yapmak istemediği bir fedakarlığa dönüşüyor ve çevreci taleplere karşı yer yer bir öfke olarak dışa vuruluyor. Gayet haklı nedenlerle çevreci endişeleri bulunan sıradan insanlar da bu ‘elitler’le aynı torbaya girip birer züppe olarak kodlanabiliyorlar.

Bütün bunların üzerine bir de ‘görece olarak’ şartlarımızın kötüleştiğini hissetmemize neden olan bir yeni kültürün içerisine paraşütle indik ve hayattan beklentilerimizi belirleyen tüm referans noktalarımızı hızla kaybediyoruz. Artık ne ‘bize benzeyen diğerleri’ ne de ‘eski halimiz’ bizim için geçerli bir referans noktası oluşturma kabiliyetine sahip değil. Zira, en egzotik deneyimler, en uç yaşantılar, ‘iyi’ yahut ‘kötü’ fark etmeksizin hayatın tüm ihtimalleri önümüze sanal olarak seriliyor ve neyin gerçek, neyin sahte, neyin mümkün, neyin imkânsız olduğuna dair algılarımızı bir bir yitiriyoruz. Hepimiz Maldivler’de bir tatili hak ettiğimize inanıyoruz örneğin, Maldivler’in altı üstü Yalova’nın iki katı yüzölçümünde ufacık bir yer olduğunu ve yeryüzünde 8 milyar insan yaşadığını aklımıza getirmiyoruz. Yani sözün özü, artık neyin ‘adil’ neyin ‘adaletsiz’ olduğuna dair muğlak fikirleri olan ve yüksek vaatlerle kandırılmış dev bir dünya orta sınıfı var ve sayıları giderek artıyor. Baş döndürücü ekonomik büyümenin en büyük yakıtı olan ‘tüketim kültürü’nün yıllar süren endoktrinasyonu sonunda, artık herkes daha fazlasını istiyor, ama dünyanın bunları vermeye yetecek kaynağı yok. Ve birilerinin bu kaynaklara sonsuz erişimi varken, geri kalan hiç kimsenin erişemeyecek olmasını kabullenmek hepimiz için çok zor.[ii]

İkinci noktamız, sosyal mobilite olanakları. Pazar ekonomisinin -yahut kapitalizmin- en önemli vaatlerinden birisi, fırsat eşitliği vaadidir. Buna göre, yetenekleri olan ve bunları kullanmak isteyen her çalışkan birey, yeterince emek verirse başarılı olabilir ve kendine ‘elit’ler arasında yer bulabilir. Kitapçıların rafları, yoksul mahallelerde doğmuş başarılı -ve zengin- insanların biyografileriyle dolup taşar. Ancak gerçek maalesef pek de öyle değildir.

Gerçek şu ki, her bir çocuğun geleceği, içine doğduğu koşullarla, coğrafyayla, ailesinin sosyal statüsüyle -tahmin edileceği gibi- direkt olarak bağlantılı. Kendi yetenekleri, çalışkanlığı, emekleri ise her zaman ikinci planda. Örneğin, dünyanın en özgürlükçü ülkesi ABD’de yayınlanan ‘Fırsat Atlası’, bir çocuğun doğup büyüdüğü mahallenin posta koduyla gelecekte başaracakları arasında çok güçlü bir korelasyon olduğunu gösteriyor. Hatta, 1979 yılında yapılan bir çalışmaya göre, zengin ve başarılı bir avukatın çocuğu, aynı okulu, aynı sırayı paylaştığı ortalama bir memur çocuğuna göre 27 kat daha fazla ihtimalle en yüksek %10 gelirli kesime girme şansına sahip. Üstüne üstlük, yazının ta en başından beri belirttiğimiz üzere 1979 yılından bu yana başarılı bir avukatla ortalama bir memurun gelir farklı katlanarak arttı, artık muhtemelen aynı sıraları dahi paylaşmayacakları bir dünyada yaşıyoruz.

Tüm bu sosyal mobilite vaatlerinin ardında, esasen çizgileri giderek kalınlaşan bir sosyal katmanlaşma olduğu apaçık.  Kendisi ne kadar çabalarsa çabalasın başarısız olan kitlelerin, çok daha az eforla refaha kavuşmuş akranlarını gördükçe huzursuz olması, ‘adaletsiz’ hissetmesi ise olabilecek en doğal tepki olsa gerek.

Son olarak değinilmesi gereken husus ise postmodern çalışma koşulları.

Neoliberal ekonomi politikalarının dünyayı hızla ele geçirdiği son kırk yıl içinde, iki milyarın üzerinde insan global işgücüne katıldı. Ve bu katılım, gelişmiş ekonomilerde mevcut çalışan kesimin gelirleri üzerinde çok ciddi bir aşağı yönlü baskı yarattı. Ve bu gelirlerin yakın gelecekte artışa geçmeyeceği neredeyse kesin. Orta-gelirde takılı kalmış bu milyonlarca insan, katar katar aralarına katılan milyarlarcasıyla beraber yeni bir toplumsal sınıf yaratıyor.

Tüm bunlara ek olarak, hemen hemen tüm iş kollarını etkileyen otomasyon teknolojileri, mevcut iş güvencesini de giderek azaltıyor. Artık yalnızca fabrika işçileri değil, market kasiyerleri dahi yerlerini birer birer makinalara bırakırken, önümüzdeki 20-30 yıllık süreçte buna bağlı işsizliğin artacağı neredeyse kesin. Bunun yanı sıra, tamamen otomatize edilmesi mümkün olmayan iş kollarında dahi, kısmi otomasyon ile işverenlerin ihtiyaç duyduğu işçi sayısı ciddi oranda düşecek. McKinsey’in yayınladığı bir rapora göre, mevcut işgücünün yarısı otomatize edilebilir ve bu işçi maaşlarından yıllık 15 trilyon dolar kayıp demek. Haliyle bu kayıp da tamamen kâr olarak sermaye sahiplerinin cebine kalacak ve gelir adaletsizliği trendini ivmelendirecek.

Bu otomasyon dalgasının bir başka yan etkisi de işinizi elinizden almaya hazır milyarlarca insan demek. Yani ortalama bir işçi, işvereni için artık çok daha vazgeçilebilir olacak. Bu da halihazırda kazanılmış birçok işçi özlük hakkının kaybı anlamına gelebilir. Kıyamet senaryosu gibi gelse de daha güvencesiz işlerde, daha kötü koşullarda daha çok çalışmamız ve daha az kazanmamız beklenecek. 

Kulağa bir hayli distopik gelen bu senaryo aslında hayali bir senaryo değil, hatta çoktan yaygın olarak uygulanıyor. ‘Gig economy’ ismiyle bilinen bu yeni sistemde, şirketler çalışanlarıyla uzun süreli kontratlar yapmak ve onlara çeşitli özlük haklarının yanı sıra iş güvencesi sağlamak yerine geçici işçiler çalıştırmaya yöneliyorlar. Yemek siparişlerinizi getiren kuryeler, Uber’den çağırdığınız taksiler, freelance çevirmenler, programcılar… hiçbir iş güvencelerinin olmadığı, bugün bir kaza sonucu bir hafta çalışamadığı durumda tüm gelirini kaybedecek milyonlarca insan demek bu. Kolaylıkla vazgeçilebilir bu işçilerin, bütün bunların yanında bir de rakibi olan herkesten daha çok, daha uzun, daha yoğun çalışması gerekecek. Yalnızca bir gün başarısız olduklarında, tazminatsız, ihbarsız, savunmasız, kapının önüne konulabilirler; zira kapının önünde zaten upuzun bir kuyruk var.[iii]

Buraya kadar değindiğimiz konuları kısaca özetlersek; globalleşmeyle dünyaya açılan ülkelerin işçilerinin de aralarına eklendiği devasa bir işgücü, giderek azalan maaşlar ödeyen güvencesiz işler için kazananı olmayan bir yarışa girecek. Yine benzer bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz, üretilen katma değerin aslan payını alan çok küçük bir azınlık; ve düşen kırıntılar için birbirini boğan prekarya.[iv]

Bu yeni güvencesiz işçi sınıfının refahı için sunulan çözümlerin başında, ‘Evrensel Temel Gelir’ geliyor. Çok basit bir konsept olan Evrensel Temel Gelir, devletlerin tüm vatandaşlarına koşulsuz olarak bir maaş bağlaması ve çalışan çalışmayan herkesin bu maaşla en azından temel ihtiyaçlarını karşılaması esasına dayanıyor. İlk bakışta duygularımızı okşayan, yeryüzünde hiç aç, susuz, evsiz kalmamasını sağlayacak yegâne çözüm gibi gelen bu ‘havadan gelen para’ fikri hepimizin kulağına hoş gelse de aksi yönde çok haklı itirazlar da mevcut. Bu itirazların başında, Evrensel Temel Gelirin, başka gidecek hiçbir yeri kalmayan milyarlarca insanı mevcut sisteme bağlayacak bir araç olması ihtimali yatıyor. Çok kısa bir özetle bu itirazın savı şunu söylüyor; herkesin temel ihtiyaçları karşılanacak, bir avuç fazlasını isteyenler -örneğin soya fasulyesi yerine et yemek isteyenler- ise sistemin ihtiyacı olan az sayıdaki işçi açığını kapatarak global elitler için zenginlik üretmeye devam edecekler. Ve çark dönmeye devam edecek.

Bu senaryo ister istemez inekleri hatırlatıyor. Vahşi doğada yaşarken günlerini yemek aramak, çiftleşmek ve avcılardan sakınmakla geçiren bu zavallı hayvan, insanoğlunun emrine girmesiyle bir ekonomik varlığa dönüştü. Artık ne yem bulma dertleri var, ne vahşi hayvan tehlikesi, ne de eş arama ihtiyaçları. Evrensel temel gelirleri olan bir balya saman ve bir kova su her sabah önlerine seriliyor. Eşlerini artık kendileri seçmeseler de sayıları vahşi doğada ulaşmaya hayal dahi edemeyecekleri kadar arttı. Nereden bakarsanız bakın bir evrimsel başarı öyküsü.

Peki, inekler sizce mutlu mu?
 

Söyleşi: Brian Hayden


Kanadalı arkeolog Brian Hayden, bu dosya konusuna ilham veren Richman, Poorman, Beggarman, Chief: The Dynamics of Social Inequality kitabının yazarı. Arkeolojik kayıtlarda eşitsizliğin izini süren Hayden, eşitsizliğin ve bu sebeple toplumsal dönüşümlerin, “aggrandizer” denen türdeki insanların atılımları sayesinde ortaya çıktığını söylüyor. Aggrandizer ifadesini Türkçeye “müstekbir” olarak çevirdik.
  TT: Yazılarınızda argümanlarınızı sunmadan önce haklı olarak “prestij”, “statü” gibi kavramlara dair yapılan tanımları eleştiriyorsunuz. Bu yüzden başlamadan önce evvela “eşitlik” kavramını tanımlamamız gerektiğini düşünüyorum. Eşitlik nedir? İnsanların bir zamanlar eşit olduğuna inanmamızı gerektirecek arkeolojik deliller neler?

BH: Arkeologlar için “eşitlik”, bütün ailelerin kaynaklara eşit erişiminin olduğu ve grup kararları alınırken görece eşit oy hakkının olduğu sosyal organizasyonları tarif eder. Her aile bağımsız olarak ayakta kalabilir ve bu sayede çoğunluğun kararlarını kabul etmiyorlarsa bağımsız hareket edebilir yahut ayrılıp başka bir topluluğa katılabilirler. Tipik olarak avcı-toplayıcılar arasında paylaşım vardır ve şahsi mülkiyet fikri ya yoktur, ya çok azdır. Yaşa ve cinsiyete bağlı eşitsizlikler varsa da bu ailelerin seçeneklerini etkilemez. “Eşitsizlik”, genellikle aile reisi tarafından temsil edilen aileler arasındaki sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri tarif eder.

TT: İnsanoğlunun -sizin deyiminizle- 2.5 milyon yıl süren durağanlığını ne değiştirdi? Önce transegalitarian ve akabinde eşitsiz cemiyetler olmalarına ne sebep oldu?

BH: Eşitlikçi toplulukların nasıl eşitsiz yahut transegalitarian topluluklara dönüştükleri sorusu henüz arkeologların çoğu tarafından ele alınmış değil ve yeterince işlenmemiş, çok fazla soru içeren bir teori sahası. Bazıları bu değişimin sosyal yapıda gerçekleşen bir değişimden (ama bunun nedeni asla belirtilmez) yahut nüfus yoğunluğunun artmasından (görünüşe göre doğal nüfus artışının bir sonucu olarak gerçekleştiğini kabul ederek) ötürü olduğunu tereddütle de olsa dile getirdiler. Lakin, bu konuda kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey, transegalitarian toplulukların ortaya çıkışıyla beraber, besin elde etme, işleme ve depolama teknolojilerinde de büyük değişimlerin ortaya çıktığıdır. Botlar yahut kanolar, bentler, çatal zıpkınlar ya da kancalar, tohum öğütücüleri, sürek avlarına ve kurutmak için et parçalamaya dair deliller, depolama, kök kızartma fırınları bu teknolojik yeniliklerden bazıları. Görünüşe göre bu gelişmelere eşlik eden diğer gelişmeler de yerleşik hayat, nüfus yoğunluğu ve servet belirtileri oluyor. Bu teknolojik gelişmelerin eşitlikçi topluluklardan eşitsizlikçi topluluklara geçişte asıl faktör olduğunu düşünüyorum. Teknolojinin “neden” geliştiği henüz çözülmemiş bir mesele, fakat muhtemelen düzenli olarak tekrarlayan kıtlıkların insanlara daha büyük, kolay elde edilen ancak daha yavaş yenilenen K-tipi kaynaklardan faydalanmayı mükemmelleştirdikten sonra daha küçük, elde etmesi yahut işlemesi daha zor fakat hızlı çoğalan, tahıl ve balık gibi R-tipi kaynaklara yönelmek için teşvik sağlamasındandır.

TT: Görüşüne göre eşitsizlik yenilikler ve değişimlerle sıkı bir ilişki içerisinde. Tabakalaşmış, eşitsizlikçi bir cemiyete dönüşmenin olumlu sonuçları nelerdir?

BH: Transegalitarian toplulukların ortaya çıkışıyla birlikte kesinlikle bazı sosyal ve teknolojik değişikliklerin olduğunu gözlemliyoruz. Bunun olumlu sonuçlarına gelince, farkına varmamız gereken şudur ki bu toplulukların bütün mensupları bu değişimlerin yarattığı kazanımlardan fayda sağlamıyorlardı. Eşitsizliklerle birlikte bazıları fakir, bazıları zengin; bazıları güçlü ve bazıları zayıf oldu. Fakir ve zayıf olanlar bu gelişmelerden bir fayda sağladılarsa bile fazla sağlamadılar. Kanaatimce değişimin öncüleri (müstekbirler) için, şahsi çıkarlarını artırabilmek adına stratejilerinin düzgün çalışabilmesi için topluluklarındaki önemli şahısların desteğini kazanmak gerekliydi. Bu yüzden en kârlı çıkanlar, bu müstekbirler ve onların stratejilerine destek veren çekirdekti. Fakat bu stratejiler ekseriyetle besin fazlası ve prestij eşyaları üretimine dayalı olduğu için, daha fazla insanı etraflarına topladıklarında daha fazla üretim fazlası elde edebiliyor, bu sayede çekirdek üyelerin daha fazla kazanım elde etmesini sağlıyorlardı. Bu yüzden destekleri karşılığında bazı ikinci sınıf kazanımlar  vaat ederek akrabalarının ve diğerlerinin de katılımını sağlamaya çalıştılar. Akabinde bu eyleme katılmayanlar fakir ve mahrum oldular.

Bu stratejinin faydalarını sıralayacak olursak;

    Daha fazla insanı seferber ve organize edebilme, aynı zamanda ziyafetler ve prestij objelerini hediye etme yoluyla müttefikler elde etme yeteneği sayesinde daha yüksek güvenlik

    Ziyafetler ve servet paylaşımları ritüelleriyle evlenebilme – ekonomik olarak daha cazip (ve çok sayıda) partnerlerle evlenmek şüphesiz müstekbir stratejilerini benimseyenler için avantajlıydı.

    Prestij eşyalarına erişim, (hediyeler ve borçlar yoluyla) sosyal hedeflere destek olmak. (Gizli cemiyetlere üyelik, buluğa erme ritüelleri gibi kutlamalarla çocukların değerini artırmak, ataların önemini vurgulamak vb.)

    Ücret ödeme, borçlanma yahut köle edinme yoluyla faaliyetlere yardımcılar kazanma

    Daha iyi aletler ve lüks ürünleri elde ederek genel hayat standardını yükseltme

    Artan üretim ve önceki yıllardan kalan gıdanın depolanabilmesi, prestij eşyaları karşılığında yiyecek satın alabilme ve diğer bölgelerdeki müstekbirlerle kurulan ilişkiler sayesinde başka bir bölgeye göç edebilme fırsatları sayesinde kıtlık zamanlarında hayatta kalabilme becerisi

    Görülen zararlara, yaşanan sakatlıklara, büyücülüğe, hakaret ithamlarına, ahlaki yahut kutsal kuralların çiğnenmesi cezalarına, gerçek yahut kurmaca tartışmaların tümüne karşı topluluğun diğer üyelerinin hamlelerine ve istismarına direnebilme

İlkel dönemde güç ve servetin belli merkezlerde birikmesi, bu merkezlere prestij eşyaları ve dolayısıyla nüfuz kazanmak isteyen insanları çekmek içindi, bu sebepten bu merkezler git gide büyüdüler.

TT: “Müstekbir” ifadesi teorinizin merkezinde yer alıyor. Bu terimin ne anlama geldiğine dair biraz detaylı bilgi verebilir misiniz?

BH: Müstekbirler, bir cemiyet içinde kendi çıkarları için diğerlerinden mal ve hizmet elde etmeye çalışan ve ekseriyetle -rızalarını almak için tavizler vermek kesinlikle gerekli olmadıkça- diğerlerinin durumuna aldırmayan kısmın adıdır. Bunlar surette cemiyetin ortak faydasına olan ya da bu stratejilere katılanlara çıkar sağlayan bazı stratejiler kullanırlar, fakat bu stratejilerin tamamı nihai olarak bu müstekbirlerin çıkarınadır. Bu stratejiler borçluluk hali yaratan karşılıklı ziyafet ağlarını, evlilik için yapılan başlık parası nevinden ödemeleri, kendilerini korumak için müttefikler yaratmayı, gizli cemiyetlere üyeliği, cenaze merasimleri, evlilikler yahut diğer sosyal etkinlikler için gerekli olduğu iddia edilen prestij eşyalarının üretilmesini, atalara önem atfedilmesini ve diğer nadir görülen bazı stratejileri içerir. Müstekbirler bunları kullanarak ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan güçlü ve nüfuzlu konumlara gelmeye çalışırlar.

TT: Eşitsizlik, bir taraftan, müstekbirlerin cemiyetteki denge mekanizmalarıyla dengelenmemesi nedeniyle sürdürülemez bir hale gelebiliyor. Arkeolojik kayıtlarda insanoğlunun tarihinin bazı dönemlerinde bazı toplulukların müstekbirleri dengelemeye başararak daha istikrarlı, düzenli büyüyebilen fakat sıradan insanın çıkarlarını daha çok gözeten bir cemiyet kurabildiğine dair deliller var mıdır?

Müstekbirlerin hırslarına karşı denge mekanizmaları, sosyo-politik olarak daha az karmaşık toplumlarda, yani daha iptidai transegalitarian; sıradan insanların müstekbirlere daha kolay meydan okuyabildiği, onları desteklemeyi reddedebildiği yahut başka yere gidebildiği topluluklarda daha güçlüydü. (Kawelka filmini izleyiniz.) Lakin, epey katı hiyerarşik şefliklerde bile şeflerin çok talepkar oldukları için alaşağı edildiklerine dair etnografik deliller vardır.  Unutmamak gerekir ki güçlü konumlardaki insanları zayıflatmak ve çıkar vaadiyle destekçilerini kendine çekmek isteyen hırslı müstekbirlerin çoğu zaman güçlü rakipleri vardı. Etnografik çalışmalarda müstekbirlerin gücünü “frenleyen” böyle mekanizmalara dair epey delil varsa da, arkeolojik kayıtlarda bunu görmek biraz daha zor. Müstekbirlerin çok güçlenip buna karşılık olarak alaşağı edildikleri bir örnek olarak Güneydoğu ABD’deki Woodland Dönemi yerlilerinde gözlemlenen “döngüsel şeflik” verilebilir. Bir şeflik kurulur, akabinde şefin anıt binası çöker, akabinde başka siyasi merkezler kurulur, yeni anıtlar dikilir ve bunlar da çöker. Dünyanın başka bölgelerinde, mesela Çömlek-öncesi Neolitik Çağda Yakın Doğu’da da benzer bir durum gözlemlenmektedir.

TT: Pekala geleceğe dair tahminleriniz neler? Modern müstekbirlerin yarattığı tahribat geri alınamaz bir eşiği geçti mi? Modern cemiyet, vaktiyle avcı-toplayıcıların yaptığı gibi “yoldan çıkanlar”ın olumsuz etkilerini dengeleyecek neler yapabilir? Bunu yaparsa, cemiyetin olduğu gibi donması, gelişmenin ve değişimin büsbütün durması anlamına gelir mi?

BH: Tanıdığım birçok profesyonel çevreci Batı Kapitalizmi’nin dünyanın enerji tüketimi taşıma kapasitesinin çok üzerine çıktığını ve yeryüzündeki mevcut medeniyetin çökmesine neden olacak kıtlıkların başlamasının an meselesi olduğunu düşünüyor. Haklı olabilirler, fakat nükleer füzyon verimli bir şekilde uygulanabilir hale gelirse, bu durumu değiştirebilir. Fakat bu büyük bir muamma. Mevcut durumda bütün devletler “büyüme”yi teşvik ediyor ve bu basitçe sürdürülebilir değil. Sürdürülebilirlik sınırını aşmamak için yavaş büyüme yahut büyümesizlik politikalarına ihtiyaç duyabiliriz; fakat bu hükumetleri rekabet açısından ciddi bir zora sokacaktır zira nüfusun çok az bir kısmı durağanlık ya da yavaş büyüme gerektiren, birçok maddi geliri azaltacak bir politikaya oy verecektir. Ancak büyük krizler insanlar ve hükumetleri daha düşük yaşam standartlarını kabullenmeye zorlayabilir ve hiçbir büyüme hızı, daha hızlı büyüme, daha fazla ve hızlı teknolojik gelişme ve daha fazla kâr iştahımızı tatmin edemiyor. Dünyanın mevcut ticari yapısı sonsuza dek daha fazla kâr etme arayışı üzerine kurulu ve bu müstekbirlerin aşırılığını dengelemenin önünde büyük bir engel; zira müstekbirler ticari çıkarlarını yasallar ve hükumetler nezdindeki güçlü lobilerle koruyorlar. Bu yüzden manzara hiç iç açıcı değil. Bu gidişatın olumsuz etkilerini en aza indirebilecek ülkeler, görünüşe göre, sosyal programlar uygulayan ve kolektif çıkarları önceleyebilen küçük ülkeler; belki onlar model olarak kullanılabilir. Bir diğer seçenek, iktidara gelecek “aydınlanmış diktatörler”, bunlar geleneksel usullerin ve tabiatın korunması için radikal kararlar alabilirler. Yahut bilim insanlarından oluşan konseylerin yönettiği ülkeler – fakat bu seçeneklerin büyük ve güçlü ülkelerde uygulanabilmesinin bir yolu görünmüyor.

Cemiyeti “dondurmak” gelecekte yaşanabilecek büyük krizlerden kaçınmak için şart olmayabilir, fakat değişim ve büyüme hızını düşürmemiz ve her gelişmeyi farklı alanlardaki etkilerine göre değerlendirmemiz gerekir – fakat şimdilerde ortaya çıkan yeni kimyasallar, mikro ve makro plastikler, ormansızlaşma gibi sorunlarda bunun çok uzağındayız.  

Woke: Yeni Eşitliğin Dini


Woke Culture denen bir yeni furya, dünyayı özellikle medya ve akademi mecralarında çepçevre sarıyor. Başlı başına bir endüstriye dönüşen woke kültürü, aynı zamanda yeni bir eşitlik dini olarak kabul edilebilir. Malthus döngüsünün kırılmasıyla ortalama insanın değersizleşmesinin yarattığı bir yeni anlamsızlık krizi, Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne, küresel fonlardan ulusal yasama meclislerine her yeri saran bir tuhaf saygı dini olarak rasyonaliteye açılan savaşın yeni cephelerinden birine dönüştü. Batı’yı Batı yapan değerler, bu yeni dinin mücahitleri eliyle baltalanıyor ve sahip oldukları konforu yaratan sisteme saldırıyorlar. Aşağıdaki pasaj, daha önce TamgaTürk’te yayımlanan bir C. S. Lewis yazısından alıntı, bu yeni din doğmadan çok önce yapılmış bir kehanet gibi:
 
Eşitlik bir ilaç yahut bir güvenlik aygıtı olarak değil de, bir ideal olarak ele alındığında, bütün üstünlüklerden nefret eden güdük ve kıskanç zihin tipini yaratmaya başlıyoruz. Bu zihin, demokrasinin özel hastalığıdır, zalimlik ve kölelik nasıl imtiyazlı cemiyetlerin özel hastalıklarıysa. Eğer serbestçe büyümesine izin verilirse, hepimizi öldürecek. Bir taraftan neşeli ve sadık bir itaati, diğer taraftan bu itaati yüksünmeden ve asil bir şekilde kabul edişi tasavvur edemeyen insan; hiç diz çökmek ya da eğilmek dahi istememiş bir insan, yavan bir barbardır. Fakat bu eski eşitsizlikleri yasal yahut harici zeminde yeniden tesis etmek fena bir aptallık olurdu. Bunların uygun oldukları yer başka bir yerdir.


Bu kadar tuhaf ve zararlı bir dinin bu kadar hızlı ve etkili yayılması, sermayeden, akademiden ve gösteri sanatları dünyasından bu kadar destek alması düşündürücüdür. Kategorik ve hastalıklı üstünlüklere savaş açmış görünürken woke, her türlü üstünlüğe, yüksekliğe, galibiyete saldırarak bütün insanları kimliksizlik, cinsiyetsizlik ve aidiyetsizlikte eşitlemeye çalışıyor. Erkeklerin kendilerini kadın ilan ederek kadın müsabakalarında yer alması bunun karikatürize edilmiş ancak ciddi manalar içeren bir örneği.

Bütün dünyada mülk edinmek zorlaşıyor. Sözgelimi Türkiye’de sık sık bahsedilen “Z nesli”, aslında mülksüz ve mülksüz kalmaya mahkum edilmiş bir nesilden ibaret. Mesela, 2014’te %61,1 olan ev sahipliği oranı 2019’da % 58,8’e, 2020’de %57,8’e gerilemiş. Kendi konutunda oturanların sayısı ise 47 milyon 457 binden 47 milyon 323 bine gerilemiş. Bu gösteriyor ki, Çin virüsü döneminde zor duruma düşen insanlar evlerini sattıkları gibi, reşit olup hayata atılan ve kiracı olarak yaşamaya başlayan insan sayısı, maddi durumu iyileşip ev sahibi olmaya başlayan insanların sayısından fazla olmuş. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yeni nesil, anne babalarının alım gücünü hayal dahi edemeyecek halde. Temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyorlar ve önceki bölümlerde ele alınan delillerin gösterdiği üzere, karşılamakta zorlanmaya devam edecekler.

Hal böyleyken, kapitalizmin zirvesinin kendi eliyle yarattığı yeni bir sosyalist topluma dönüşümün ayak seslerini duyuyoruz. Woke, insanları işçi arılıkta eşitlemek istiyor. İçinde bulunduğu vaziyete itiraz eden, örgütlenen, karşı çıkan insanlar yerine, olduğu hali olumlayan ve bu olumlaması kamusal alanı ele geçirmiş yeni bir din tarafından sürekli pekiştirilen insanlar… Yaratılan manzara budur; anlamsız bir şekilde çok küçük bir pazar olan eşcinseller nişine bu kadar fazla para akıtılmasının yegane açıklaması bu olabilir. Zira aile olmak, avcı-toplayıcı zamanlardan beri aynı zamanda otoriteye karşı en büyük sığınak ve ilk elde edilen kazanımdır. Chatham Lordu’nun ölümsüz deyişinde olduğu gibi, "En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyete meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgar geçebilir, tepesinden yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez." Evi ve ailesi olmayan insanlar için böyle bir doğal direniş mevzii yoktur. Evsiz, gezgin, bağlantısız ve çapasız, en önemlisi ailesiz insanın özendirildiği bir toplum, eşitliği elde eder fakat C. S. Lewis’in dediği gibi bu ancak kıskanç zihnin zaferi; içinde bulunduğu vaziyeti görüp buna neden olan mekanizmayı değiştirmek yerine bu mekanizma içinde kendisine konforlu bir alan yaratma teklifini kabul eden omurgasız insanın cennetidir.

Hem mevcut ekonomik sistemin tedbirleriyle, hem woke dini gibi propaganda araçlarıyla yeni bir nizam yaratan “zirve kapitalizm”, en başta kapitalizmin faydalı olmasını sağlayan fonksiyonları ortadan kaldırıyor. Daha iyiyi daha ucuz hale getiren girişimci ruh değil, denge mekanizmalarını ortadan kaldırmış bir oligarşik ittifakın hiçbir fayda sağlamadan Tolkien’in Ungoliant’ı gibi iyi, güzel ve parlak olan her şeyi emerek devasa bir cüsse bulan iştihası besleniyor. Finans kapitalizmi faiz, kredi, borsa gibi insanoğlunun çok kısa sürede müthiş atılımlar yapmasını sağlayan icatlarını topluma faydasız ve mezkur zümreyi beslemeye yarayan birer sömürü aparatına dönüştürdü. Çözümün serbest piyasadan ve mülkiyetten vazgeçmek olmadığı aşikar – ancak mevcut haliyle kapitalizm serbest piyasayı ve mülkiyeti ortadan kaldırıyor.
 

Eşitsizlik Dengesi Mümkün mü?


Modern düşüncenin en büyük meselesi -artık modası geçmiş Marksizme takıntılı birkaç post-modern karikatür karakteri hariç- kapitalizme alternatif bulmak değil, onu istikrarlı ve faydalı bir hale getirmektir. Wilhelm Röpke’nin Die Lehre von der Wirtschaft (Özgür Toplumun Ekonomisi) eserinde söylediği gibi, nasıl bir saat mekanizması yalnızca hareketini düzenleyen bir denge çarkına değil, aynı zamanda hareket etmesini sağlayan bir kurma yayına ihtiyaç duyuyorsa, tatmin edici bir ekonomik sistem de düzenleyici ve tahrik edici güçlerden mahrum olamaz. Kapitalizm, en etkili ve verimli tahrik edici gücü haiz olduğunu ispatladı, ancak mesele nasıl düzenleneceğidir.

İnsanoğlunun tarihi serüveninde görüyoruz ki, aile ne kadar güçlü, korunmuş ve manevra kabiliyetini haiz ise; avcı-toplayıcılardan meşruti monarşiye geçmiş İngiltere’ye, rejimler her zaman aile dokunulmazlığı ve özerkliğini tanımak zorunda kalan karşılıklı kontrat anlayışına dayalı hale geliyor. (Bir parantez açmak gerekirse, Feodalizm bir kontratlar rejimidir. Popüler alanda her ne kadar olumsuz çağrışımlarla kodlansa da, feodalizmin üzerine kurulduğu bu anlayış hukuk ve denge mekanizmalarını doğuran çok etkili bir motiftir.) Asimetrik kontratlar her zaman baskın taraf tarafından ihlal edilebilir. O yüzden meselemiz, bireyin ve onu güçlendiren toplumsal olguların güçlendirilmesi, kontratlar rejiminin zorlayıcılığının pekiştirilmesidir. Bu dosya özelindeki ifadesiyle, eşitsizliğin ve eşitsizliği yaratan müstekbirlerin faydaları vardır. Meselemiz, doğru dengeyi bulmaktır: Toplumda ortalama ve yeteneksiz/isteksiz insanın (her insan adanmış ve çok çalışkan olmak zorunda değildir, başkalarının eforlarına destekçi olarak ortak olup, son tahlilde kârlı çıkmayı beklemek de bir insan hakkıdır.) faydasına olacak şekilde eşitsizliğin getirilerinin hasadını yapmak ve eşitsizliği yaratan müstekbirlerin konumlarını pekiştirmelerini, bu nedenle artık “kâr paylaşımı yapmayı” bırakmalarını ve yalnızca kendilerini beslemeye yönelmelerini engellemek.

Bunun için şüphesiz ekonomik sistemde ve devlet organizasyonunda düzenlemelere gitmek gerekir. Sözgelimi, finans kapitalizmin hiçbir istihdam, teknolojik atılım benzeri fayda sağlamayan düzenine karşı, altın esasına geri dönmenin faydalı olacağını söyleyen görüşler dikkat çekicidir. Ancak bütün bu düzenlemeler, kontratın tarafı olan bireye “hard-power” nevinden güç sağlamaz.

Tarih bize gösteriyor ki, Hayden’in müstekbirleri çizgiyi aştıklarında isyan eden yahut göçerek onları yalnız bırakan kitleler, bunların finans kapital müstekbirlerinin eriştiği konfor ve “tehditsizlik” seviyesine ulaşmalarını engellemişler. Fakat bu modern insan için güçtür: Modern insan modern yaşamın inorganik uzantılarına o kadar bağlı ki, terk edip gidemez. Her şeyin ötesinde, bugünkü korkunç nüfusumuzun nedeni de modern yaşamın nimetleridir. Üstelik modern yaşam kötü de değildir. Geriye, ortalama bireyin caydırıcılığı/tehdit kapasitesini artırmak kalıyor.

Bu bağlamda, bireysel silahlanmanın teşvik edilmesi radikal bir argüman olarak savunulabilir. Müstekbirler de nihayet insandır ve güç-eşitleyici bir silah olarak 3 bin liraya alınmış bir tabanca, birkaç liralık mermisiyle sonsuz sıfırlara hükmeden bir finans kapital ağasını öldürebilir. Siyasi suikastlere uğrama ihtimali, kendisini görece korumaya alabilecek olan perde arkası müstekbirine nazaran daha çok insan içinde bulunması gereken siyasi figürün “yeniden düşünmesi”ne neden olabilir.

Bu bakımdan düşünülmesi gereken bir diğer husus da, bireyi takip mekanizmalarına karşı çıkışın gerekliliğidir. Meşhur “bekçilere kim bekçilik edecek?” sorusu haklıdır; insanların banka etkinliklerinden seyahat bilgilerine bütün hareketlerine hakim olan bir yapı, onların kendisine tehdit oluşturmasına izin vermez. Özellikle pandemi bahanesiyle iyice artırılan takip (Doğu Türkistan ve Tibet başta olmak üzere en çılgın bilimkurgu filmlerine taş çıkartacak bir takip sistemi kuran Çin’den çıkan virüsün dünyayı Çinlileştirmesi ilginç) baskısı, pandemi bahanesi ortadan kalktıktan sonra kalıcı olmaya devam edeceğinin emarelerini veriyor. Türkiye’de, örneğin, iddialı muhalif partilerden biri esasen bir takip mekanizması olan bir projeyi (İYİ Parti – Artagan) Türkiye’nin dertlerine çare olacak hamle olarak sunabiliyor. Canına tak eden, örgütlenebilen, tuhaf tekrarlara dayalı terennüm müziğini ve ulufe olarak dağıtılan anlamsız/gereksiz tüketim sadakalarıyla tatmin olmayı reddeden insanın örgütlenip otoriteye meydan okuyabilme ihtimalini kökten kaldıran değişiklikler, iyi niyetle bile tesis edilseler sonunda insanın köleliğini pekiştirecektir.

Bir diğer radikal öneri, şirketlere getirilecek bir “üst-servet sınırı” olabilir. Vaktiyle Standard Oil tekeline karşı yasayla getirilen parçalama kararı gibi, dünya devleşen şirketlere karşı tedbirlere başvurmak zorundadır. Burada da bir çan eğrisi olduğunu görüyoruz: Şirketlerin bir mertebeye dek büyümesi toplum için de iyidir zira bir süpermarket zinciri çoğu zaman mahalle bakkalından daha ucuza satış yapabilir. Ancak dünyada tek bir süpermarket zincirinin olması korkunç bir senaryodur; üstelik belli bir cüssenin üzerine çıkması, girişimci ve yetenekli bir bakkalın işlerini büyütüp çok daha ucuza, çok daha kaliteli ürünü sunacak yollar bulmasını peşinen engellemektedir. Astronomik servetlere eşit derecede astronomik varlık vergisi uygulanması da düşünülmelidir: Mevcut sistem bütün sermayedarları “sonsuz”u hedeflemeye itiyor zira belli bir seviyeden sonra vergi vb. denge mekanizmaları sermaye için anlamsızlaşıyor. Bunu ortadan kaldıran bir vergi politikası, bütün şirketlerin “optimum büyüklük”ü hedeflemesini sağlayacaktır.

Sağlıklı bir demokrasinin temel şartı, aktörlerin artırılmasıdır. Aktörler ne kadar fazla sayıda olursa, şeffaflık o kadar mümkün olur ve demokrasi aptal yığınların iktidarı rejimi olmaktan kurtulur. Buna benzer biçimde, piyasanın aktörlerinin yeniden çoğalması ve Kuznets dengesinin sağlanması gerekiyor. Bunu gerçekleştirecek el de elbette şirketlerin ve sermayedarların eli değildir. Piyasanın “görünmez el”i, artık şirketlerarası dengenin eli değil, devlet-şirket ittifakına karşı kaybeden tarafta yer alan ve tatmin edici Matrix illüzyonunda işçi arı olmayı reddeden bireylerin isyan tehlikesinin elidir. Bu el kudret sahibi olamasın diye hedef saptıran bir neşriyat var, ancak hala “değerleri” ve aile gibi bağları olan insanlar için bu propaganda etkili olmayacak.
Hazırlayanlar:

Ömer Faruk Engin
M. Bahadırhan Dinçaslan
  [i] Bu konuda daha fazla istatistik için, Oxfam’ın yayınladığı ‘Inequality Kills: The unparalleled action needed to combat unprecedented inequality in the wake of COVID-19’ araştırma raporuna bakabilirsiniz. [ii] Belki de ‘Metaverse’den bu soruna bir çare olması bekleniyordur? [iii] Meraklısına Ken Loach’un 2019 yapımı ‘Sorry We Missed You’ filmi ilginç bir öneri olabilir. [iv] İşgüvenliği olmayan işçilerden oluşan sosyal tabakayı tanımlamak için kullanılan bir tabir. Daha fazla bilgi için: ‘Prekarya - Yeni Tehlikeli Sınıf’ – Guy Standing

Eşitsizlik arkeoloji kapitalizm finans brian hayden söyleşi Bahadırhan Dinçaslan Ömer Faruk Engin Piketty Malthus eşitlik