Siyasi tercihleri neler belirler? Şahsen tercihimi epey soyut ve ideolojik meseleler belirliyor, ancak kitleler söz konusu olunca böyle değil. Üstelik benim de ideolojik tutumun öyle ya da böyle sosyo-ekonomik durumumla ilişkilidir. Bir ülkeye hakim olan genel özellikler şüphesiz oy tercihini belirliyor. TamgaTürk yeni kurulduğunda Britanya seçimlerini analiz etmiş ve borçluluğun seçmen tercihini belirlediğini iddia etmiştim.
Benzer biçimde yaş insanların tercihini etkiliyor. Hemen her ülkede gençler daha “solcu”, ihtiyarlar daha “sağcı” oluyorlar; ülkeler sürekli insan ithalat-ihracatı yapmadıklarına göre, aynı insan yıllar içinde farklı görüşlere kayıyor demektir: Gençken solcu, ihtiyarken sağcı oluyoruz.
Şu sıralar üzerinde düşündüğüm mesele de bununla ilgili. Türkiye’de ev sahibi olma oranı sürekli bir düşüş içinde. TÜİK’in verilerini ve basına yansıyan haberleri incelediğimizde, mesela, Türkiye’de konut satışları hemen hemen düzenli şekilde artmasına rağmen, konut sahipliğinin azaldığını görüyoruz. Bu ne demek? Konut satışları “emlak yatırımı”na gidiyor demek, insanlar oturduğu evin sahibi olmak için ev almıyorlar, halihazırda parası olanlar, Türkiye şartlarında emlak almayı kârlı ve istikrarlı bir yatırım olarak gördüklerinden, ucuz borçlanma fırsatını kullanarak ev alıyor ve insanlara kiralıyorlar. 2014’te %61,1 olan ev sahipliği oranı 2019’da % 58,8’e, 2020’de %57,8’e gerilemiş. Kendi konutunda oturanların sayısı ise 47 milyon 457 binden 47 milyon 323 bine gerilemiş. Bu gösteriyor ki, Çin virüsü döneminde zor duruma düşen insanlar evlerini sattıkları gibi, reşit olup hayata atılan ve kiracı olarak yaşamaya başlayan insan sayısı, maddi durumu iyileşip ev sahibi olmaya başlayan insanların sayısından fazla olmuş.
Bir süre evvel orta sınıf üzerine yazmıştım – orta sınıf ve küçük mülk sahipliği demokrasinin temelidir. Bu yüzdendir ki, 1800’lerin sonundaki reform hareketlerine rağmen asla toprak mülkiyeti kavramını tam olarak tespit ve tescil etmeyen Osmanlı sonrasında, cumhuriyetin en önemli meselelerinden biri toprak reformu olmuştur. Atatürk’le başlayan sürecin ne zamana kadar devam ettiğini, Türkeş’in 1977’de Urfa’da köylüye tapu dağıtırken yaptığı konuşmadan anlayabiliyoruz: “Mülkiyeti yaygınlaştırmak ve Türk Milletinin fertlerinden hiç kimseyi mülksüz, varlıksız bulundurmamak başlıca gayemizi teşkil etmektedir.”
Hemen her “sınıf” meselesinde, bu işin erbabına bakmak lazım – İngiltere’ye. Zira bu tarz terimlerin doğuş yeri ekseriyetle orasıdır. İngiltere'ye baktığımızda da orta sınıfın aslında net bir tarifi yok. Lower-upper middle class ayrımına bakınca, ikisine de orta sınıf denen kitlenin birçok özellikleriyle ayrıştığını görürsünüz mesela. Ama terimin İngiltere'den çıktığı kesindir; sanayi devrimiyle birlikte çıktığı da. Sanayi devrimi İngiltere'de çok şeye neden olmuştu elbet, bunlardan biri de yeni şehirlerin doğmasıydı. Hatta Engels bu şehirlerden en ünlüsünde, Manchester'da yaşamış ve çok kısa sürede nüfusu 10-15 katına çıkan Manchester'ın perişan manzarası sosyalistliğine ilham olmuştu. Yeni şehirler, bir defa, temsil sorunu getiriyordu. Nüfus bir anda patlamıştı, başka yerleşimlerse hayalete dönmüşlerdi. Bu hızlı ve çalkantılı süreç nedeniyle parlamentoda temsilin adaletli dağıtılması sağlanamamıştı, yasalar toplumun gerisinden geliyordu. Geliyordu gelmesine ya, başka bir durum da vardı. Köyden kente göçün ve şehirli tipinin oluşmasını takiben, şimdi de köyden kente göçen varoş tipi oluşuyordu. Varoş dilimize Macarcadan geçmiştir ve aslında mahalle demek. Dış mahalle anlamında kullanıyoruz. Demek, bu yeni göç dalgası şehirli, ticaretle, üretimle yahut zanaatle uğraşan değil, işçi olarak çalışan ve eski şehirliler gibi nispeten iyi, hatta ilerleyen asırlarda "soylu toprak sahipleri"nden bile iyi yaşayamayan bir "kenar mahalleli" sınıf oluşturmuştu. İkisine birden "şehirli" diyemezdin.
Orta sınıf işte, kanaatimce bu daha "eli yüzü düzgün" kitleyi yeni şehir nüfusundan ayırmak için doğdu, bu bir. İkincisi, temsil sorunu 1832, 1867 ve 1884'de çıkan üç yasayla çözüldü. Tabii bu yasalar yalnızca sanayi devriminin temsil sorunuyla uğraşmıyorlardı (en çok ilki uğraşmıştır), aynı zamanda oy verme kıstaslarını genişleterek seçmen sayısını arttırıyorlardı. Orta sınıf, diğer ve daha önemli cihetiyle, bu dönemde oy kullanma hakkını kazanan sınıftır işte. Ondan önce, yasalar öyle bir düzenlenmişti ki, ancak büyük toprak sahipleri oy kullanabiliyorlardı. Bu yasalar peş peşe, oy kullanmak için gereken mülkiyet barajını düşürdüler. Binlerle ifade edilen seçmen sayısı bu sayede milyonlara ulaştı. Fakat bu üç yasadan sonra dahi, İngiltere'de basit bir işçi ailesinin reisi (kadınlar zaten oy kullanamıyorlar) oy veremiyordu. 1884'ten sonra dahi ülkedeki tüm erkeklerin ancak yarısı oy kullanabiliyordu. Buna paralel bir seyri, Amerika da izlemiştir demek gerekiyor.
Şu halde orta sınıf, büyük toprak sahibinden sonra oy kullanma hakkını kazanan ilk ve doğası gereği toprak sahiplerinden daha kalabalık sınıftır. Küçük çaplı mülkiyetin temsilcisidir. Üstelik İngiltere'nin (ve herhangi bir başka ülkenin) vergi gelirinin çoğu bu sınıftan elde edilir. Demek, siyaseten çok önemli bir sınıftır. Bu sınıf, oy kullanma hakkını aldığından beri, siyasetini vergi üzerinden yapar. Mesela bugün İngiltere'de lordlar kamarasının birçok yetkisi kısıtlanmıştır, ancak en önemli ve en sert kısıtlama, vergi yasalarına dairdir. "Avam" kamarasının sunduğu bir vergi düzenlemesine lordlar karışamaz. Bir nevi "vergiyi biz veriyorsak oranına ve karşılığında alacağımız hizmete de biz karar veririz" demişler. Bu hakkı uzun süreler sonra elde etmişler. Ki, lordlar kamarası da artık büyük toprak sahiplerinden oluşmuyor. Her ne ise, bu özellikleriyle orta sınıf aslında demokrasinin mümkün olması ve siyasetin saçma saplantılara malzeme olmadan, pergelin bir ucunu hep vergi meselesinde tutarak yapılması için hayatidir. Bir ülkede böyle bir sınıf teşkil ettiyse, o ülkenin gidişatında belirleyici olur ve bunu çoğunlukla olumlu yönde yapar diyebiliriz.
Şu halde Türkiye ve dünyada literatür iki trendi kesinlikle gösteriyor: Ev sahipliği oranı düşüyor, ev sahibi olma yaşı yükseliyor. İnsanlar bir önceki neslin ev aldığı yaştan çok sonra ev alabiliyorlar – bazıları hiç alamıyor. Bu durum da siyasi tercihlerde belirleyici, örneğin ABD’de ev sahipliğinin yerel ve ulusal siyasete katılımı artırdığını kesin olarak gösteren sayısız makale var. Ev sahibi olan insan birçok yeni vergiyle tanışıyor, üstelik bulunduğu yerde kalıcı oluyor; bu siyasi konulara ilgisini ve siyasi alanda etkinliğini artırıyor. Kişisel bir yorum ama, literatürdeki makaleleri tarayınca insan ev sahiplerinin daha rasyonel politik kararlar verdiklerini, kiracıların ise daha duygusal-popülist mesajlara rağbet ettiklerini gözlemledim. (ABD’de, örneğin, ev sahipleri daha cumhuriyetçi, kiracılar daha demokrat. Ancak bu yaşla da ilişkili olabilir, zira ev sahibi olanlar daha yaşlı insanlar.)
Bunun yanında daha önemli bir mesele var: Asla ev sahibi olamayacak kitleler. Evet, hem dünya, hem Türkiye buna gebedir; halihazırda konut sahipliğinde gidişat aşağı yönlü ve özellikle Türkiye’de ekonomi o kadar kötü ki, yeni nesillerin hiç ev sahibi olmama ihtimali yüksek. Mevcut şartlarda kiracılık ve mülk sahipliğinin siyasette ne kadar etkili olduğunu biliyoruz, pekala bu yeni fenomen, “asla ev sahibi olmayacak nesil” Türkiye’nin başat nüfusu haline geldiğinde ne olacak? Nasıl davranacaklar?
Özellikle aile kurumunu ve diğer geleneksel aidiyetleri hedef alan propagandanın ne kadar güçlendiği göz önüne alınınca, bütün dünyada bir işçi arı sınıfının ortaya çıktığını söylemek mümkün. Günübirlik yaşayan ve tüketen, siyasete kayıtsızlığı git gide artan, uzlaşmış ve tevekküle gömülmüş bir sınıf.
Şu sıralar “Z nesli” denen olgu önemliyse bu yüzden önemlidir – Y nesli de buna eklenmelidir. Zira bahsettiğim işçi arı sınıfı bu nesli takiben ortaya çıkacak gibi görünüyor, ancak Z ve Y nesillerinin yıkıcı bir avantajı var: Halen önceki nesillerle kıyaslama yapabiliyorlar. Anne-babalarının ve dedelerinin nasıl mülk sahibi olduğuna dair hikayeler kafalarında hala taze. Bu yüzden talepkar olabiliyorlar, borçlanma kolaylığı ve teşvikinin ancak zengini daha zengin eden bir enstrümana döndüğünün farkındalar. (Bir parantez açayım. Orta sınıfla ilgili analizime borçlanma kolaylığının mülk edinmeyi kolaylaştıracağını eklemiştim, ancak bir ekşi sözlük yazarı enfes bir şekilde beni eleştirmiş ve tersini ispatlamıştı.) Bu nesil mülksüzlüğünün farkına varıp buna neden olan ekonomik sistemin – Türkiye özelinde AKP oligarşisinin- çarklarına isyan etmezse, işçi arılar çok kısa süre sonra onları takip edecek.
Piyasa ve finans araçları, insanoğlunun gelişiminin en önemli, en etkili ve mucizevi motorları oldular. Ancak yatırıma-toplumsal faydaya dönüşmeyen kredi oyunları ve rekabeti doğmadan öldüren piyasa koşulları celladımız olacak. Üstelik sosyalizmin rüyasını dev bir kirli kapitalizm gerçekleştirecek gibi: Geri kalan herkesin bir tuhaf Matrix içinde günübirlik tüketimini ve dayatılan ihtiyaçlarını karşıladığı için halinden memnun birer işçi arı olarak “eşit” yaşayıp gittiği ve çok küçük bir elitin bu tuhaf “Marksist kapitalizm” sisteminin nomenklaturası olarak keyif çattığı korkunç bir dünya.
M. Bahadırhan Dinçaslan
İlgili linkler:
Does Homeownership Influence Political Behaviour?
The Political Economy of Homeownership
Does Property Ownership Lead to Participation in Local Politics?