Takıntılar üzerinde düşünüp dururken, takıntının bir sorun değil de bir ihtiyaç, asıl sorununsa takıntılarımız değil de gerçek ihtiyacımız olan şeye takılmamak olduğunu farkettim, zira bizler farkına bile varmadan takıldıklarımızla vücut bulup, takıntılarımızla beraber yaşıyor ve mutlaka bir şeylere takılıyormuşuz meğerse. Onun için istesek de istemesek de illaki bir şeylere takılacağız;
Hani, bazen aşka, sevgiye ve sevgiliye,
Bazen de hayale ve düşe,
Bazen de hiç istemeden de olsa acıya esarete...
Yani buradaki asıl mesele takıntılarımız ya da takılıp kalmak değil de neye, niçin takıldığımızdadır.
İşte bu yüzden takıntıyı öyle yatağın sağından kalkmak, kavga etmemek için yanındaki kişiye bıçağı yere koyarak vermek, nazardan korunmak için nazar boncuğu taşımaya vs. indirgemek takıntı konusunu biraz basitleştirerek, sorunun çözümünü geciktirmektedir; zira bizim asıl takıntılarımız ya da daha doğru tabirle takıldıklarımız bunlar değil, bunlar bizim asıl takıntılarımızın vücut bulmuş hali, buzdağının yüzeyde görünen kısmıdır sadece...
Ve bizler aslında yanımızda yöremizde yani ailemizde olan insanlara ve bu insanların bize karşı olan sevgisiz tutumlarına, aldırmazlıklarına, duygusuzluklarına, ihanetlerine, onlar yüzünden uğramış olduğumuz hayal kırıklıklarına takılır ve ne yazık ki farkında bile olmadan takıldığımız bu yerde öylecene de kalakalırız; ömrümüzden zaman geçer, insan geçer ve hatta hayat bile geçip gider ama yara alıp, kırılıp dökülerek takılıp kaldığımız bu yerden bir daha ne insan, ne umut ne de zaman geçer; sadece bir andan oluşan sonsuz bir döngüye hapsolan hayatsa, o bir anda söner gider.
İclal Türkmen