2010 sonunda Noel için Sudan’a giderken Tunus’tan yayılan bazı haberler hakkında bilgi kırıntısına ulaşmak amacıyla Arap sosyal medyasında geziniyordum. Haber, Arap medyası tarafından sansürlenirken Batı medyası tarafından da görmezden geliniyordu. Sokak satıcısı Muhammed Bouazizi, Sidi Bu Zeyd kentinde hükümeti protesto ederken kendini yaktı ve onun bu eylemi ülke geneline yayılan protestoları ateşledi.
Protestolarla beraber, Başkanlık görevinde bulunan Zeynel Abidin bin Ali’nin devrilmesinin haftalar öncesinde bu ayaklanmanın farklı olduğunu görebiliyordunuz. Protestoların Arapların evinde yankılanması, öfkenin yoğunluğu ve esen rüzgârın gücü farklı bir şeyler olduğunu gösteriyordu.
Ama o zamanlar vaatleri ve potansiyelleri hakkında yazdığım şeyin (9 yıl önceki yazısına atıfta bulunuyor), şimdi Arap Baharı olarak tanımladığımız duruma dönüşeceğini hayal etmemiştim. O zamanlar barışçıl protestoların, bir Arap diktatörünü devirmesi akıl almaz bir olaydı. Kimse bunun neye benzeyeceğini bilmiyordu.
10 yıl sonrasında “Arap Baharı” ifadesi, özgürlük hayallerinin yıkılmasıyla eş anlamlı hale geldi ve protestoların ilk haftalarını düşünmek acı verici. Araplar olarak ilk defa güç duygusunu tecrübe ederken zorlu aylarda sevinçli ve iyimser halimizi şu an hatırlamak acı verici.
Hepsinden öte, arkadaşlık ve heyecan duygusunu hatırlamak daha mantıklı. Başka bir ülkede diktatörün devrilme haberi için televizyon veya radyo etrafından toplandığımızda sokaklarda, kafelerde yabancı kişilerle beraber ağlıyorduk. Onların başarısını tebrik ederken onlar da sırada sizin ülkeniz var diyordu.
Ayrıca tüm korkusuzca yapılan eylemleri hatırlamak da acı veriyor. Bir arkadaşın protestoya katılmadan önce geri dönememe ihtimaline karşı anne ve babasının numarasını bırakması… Ölen bir kişinin ailesini teselli etmek istediğinizde onları üzgün veya korkmuş bulmuyordunuz. Onlar çocuklarının ölümlerinin boşuna olmadığı inancına sıkıca sarılıyorlardı.
Ve şimdi Arap dünyasına baktığımızda bunun yaşanmış olduğuna inanmak çok güç. Sadece “Tunus Devrimi” başarılı oldu. Etkilenen her ülke, ya Libya ve Suriye’de olduğu gibi iç savaşa saplandı ya da Mısır’da olduğu gibi eskisinden daha baskıcı ve daha karanlık bir diktatörlüğe maruz kaldı. Protestoların başındaki şu uyarı gerçek oldu; “Protestolar daha fazla siyasi istikrarsızlık getirecektir.”
Söz verilen günleri yaşayan pek çok kişi, o günler hakkında konuşmamak konusunda kararlı. Konuştuklarında ise mahcubiyet duyuyorlar. Gençliklerindeki saflığı ve gamsızlığı küçümsüyorlar. Bu yılın başında Mısırlı bir adam devrim hakkında, “Özgürlük ve istikrara sahip olamayız. Bunu öğrendik” dedi.
Bu nedenle Arap Baharı’nın mirası sadece ardından gelen otoriter yönetimler ve vahşet değil; aynı zamanda protesto kavramı da bu süreçle birlikte başvurulacak bir seçenek olmaktan çıktı. Geçen hafta Irak kökenli Mısırlı bir kadın olan Hafsa Halava “Kendimizi suçluyoruz ve suçluyuz da” dedi. Devrimcilerin savaştıkları şeye yönelik pişmanlıkları var ve şimdi karşı karşıya kaldıkları zorluğun ölçeğini küçümsedikleri için de kendilerini kınıyorlar.
“Neye karşı geldiğinizi ve neye bulaştığınızı bilmiyordunuz” denildiğini söyledi Halava. Ayrıca “Biz başarısız olduk çünkü protestolar üzerinde insanları siyasete katma konusunda çok fazla baskı vardı. Protestocular, rejimler devrildiği zaman o yerlere gelmek istiyordu” şeklinde konuştu.
Tunus’ta bile Bouazizi’nin ismi kutsallığını kaybetti. Onun ailesi, sevdiklerinin ölümünden maddi kazanç elde etmekle suçlandı ve taciz edildi. Böylece onlar da Arap Baharı sürgünlerinin arasına katılarak ülkelerini terk ettiler. Bir Guardian muhabiri, Bouazizi’nin memleketinde onun anısına dikilmiş dev resmin önünde bir kadına rastladı. Kadın onun hakkında “Ona lanet ediyorum. Resmini aşağıya indirmek istiyorum. Bizi mahveden oydu” dedi.
Ancak bu suçlamalar Arap Baharı hakkında gerçeği gizler. Başarısız oldu çünkü Arap Baharı başarılamazdı. O zamanki şartlarda barışçıl bir dönüşüm imkansızdı. Sudan’dan Suriye’ye bizim hafife aldığımız şeyler, ordunun vahşiliği, güvenlik güçleri ya da iktidarlarını korumak isteyen elitlerin hırsı değildi. Aslında kaçırdığımız nokta, bunlara karşı denge unsurunun olmamasıydı.
Sorun, devrimin başarısı için fazla karşıt grupların olmasından ziyade bunun için yeterince güçlü bir kuvvetin olmamasıydı. Çünkü diktatörlük, sadece tek adamın yönetmesi değildir, demokrasinin yıkımına da yol açar. Despotların düşüşünden sonra, onlarca yıllık despotizmin sonuçları anlaşılmaya başlanır. Onların düşüşünün ardından siyasi enerjiyi kontrol edecek ve yönlendirecek muhalif partiler, sürgünden dönen ya da hapisten kaçarak siyaseti yönlendirecek karizmatik kişiler ve politik söylem yoktur. Çünkü ortada mezhepçiliğe veya komplo teorilerine direnebilecek medya ve entelektüel alan yoktur.
Arap Baharı’nın şok edici tarihsel bir güç haline getiren şey – organik, insan gücüne sahip lideri ya da ideolojisi olmayan bir hareket olması- sonunda onu yok etti. Bu başarısızlığın yankıları ve çıkarılan dersler Batı’daki düzen karşıtı hareketlerde, Black Lives Matter hareketinde ve merkezden sola uzanan çeşitli hareketlerde görebiliriz. Arap baharının karşılaştığı şey evrensel bir muammaydı- eşitlik talep eden güçlerin onu sağlayanlara nasıl dönüştürüleceği.
Bugün, yerleşik başarısızlık anlatısının ötesini görmek zor; Libya, Suriye ve Yemen’de milyonlarca insan yerinden edildi. Mısır’ın hapishaneleri siyasi tutuklularla dolu. Fakat yakından bakıldığında bu kadar heyecan verici olan şeyin, liderlerin arasına ekilen güvensizlik duygusu olduğu ortaya çıkıyor. Mısır’da insafsız polis devletinin ordusunun ve güvenlik güçlerinin başka bir isyan tehdidinin o kadar yüksek olduğunu, en ufak bir ihlale bile izin verilmemesinin gerektiğini öğrenmesi bunun bir işaretidir. Hapishaneden kaçmış birisinin tekrar yakalandığında başındaki gardiyan gibi, ülkelerin paranoyak liderleri de bunun bir daha olmamasını sağlamak için akıl almaz yollara başvuracaklar.
TikTok’ta dans videoları yayınlayan genç kadınlardan Covid ile mücadele eden doktorlara kadar herkes, bir tehdit olarak algılanıyor. Ama bu nafile bir çaba. Hoşnutsuzluk artmaya devam ediyor ve yolsuzlukla beraber ekonomik zorluklar insanları akılcı hesaplamaları bırakmaya, sokaklara dökülmeye ve gözaltına, işkenceye ve hatta ölüme sürüklüyor.
On yıl önce protestoların başlamasından bu yana, ilk önce bir an için hissedilen ölüm korkusu ve geçim kaygısı; sonrasında ise umutsuzluk, tutku ve sona ermez bir öfke hâkim oldu. Arap dünyasındaki sekiz ülkede yapılan anketler, çoğunluğun toplumu öncesinden daha eşitsiz gördüğünü ortaya çıkarıyor. Ancak bu ülkelerin beşinde halkın çoğunluğu, Arap Baharı’ndan pişman olmadıklarını ifade ediyor. Bu nedenle, rejimler için sadece kırılgan bir zafer elde edilmiştir. İşler on yıl öncesine göre daha kötü olabilir, ancak şimdi hem despotlar hem de insanlar için açık olan bir gerçek var- insanlara ilk seferinde sahip olmadıkları bir avantaj sağlayan bir gerçek. Olabilir. Daha önce de oldu. Şimdi neye benzediğini biliyoruz. Ve bir dahaki sefere ne istediğimizi de biliyor olacağız.
Nesrine Malik
Guardian Köşe Yazarı
Çeviren: İsmail Savuran