Biliyoruz, Osmanlı’da yaşayan gayrimüslimlere hep Osmanlı olma üst kimliği aşılanmaya çalışılmış. “Rum musun? Ermeni misin? Hiç önemi yok! Hepimiz Osmanlıyız.” denmiş. Türk olmayan Müslüman tebaaya “Arap ya da Fars, Kürt olmanın ne önemi var? Hepimiz Müslüman Osmanlı’yız!” denmiş. İşe yaramış mı? Hayır. Çünkü bu birleştirici dil, işin sonunda milliyetçiliğin gücüyle baş edememiş.
Millî Mücadele zamanlarımız gelmiş. Bu sefer Türklüğümüzü bir üst kimlik olarak inşa etmeye çalışmışız. Türkler Türk olduğunun dahi farkında değil, o meşhur “Biz Türk değiliz ki beyim, İslam’ız. Senin o dediklerin Haymana’da yaşarlar.” 1 trajikomiklikleri yaşanmış. Hatta Niyazi Berkes anılarında anlatıyor: 3 Osmanlı Türk’ü Meşrutiyet döneminde Paris’e, Bibliotek Nasyonel’e (Bibliotheque Nationale de France) gidiyorlar. İçeride çalışabilmek için bir kart alacaklar, bunun için de orada çalışan yetkili bir kâğıt uzatıyor. Kâğıdı doldurup veriyorlar, orada da bir “Nasyonelite” bölümü var. Oraya Müslüman yazmışlar. Görevli bunun yanlış olduğunu, milletlerini sorduklarını söyleyip yeni bir form doldurmalarını rica ediyor. Bu sefer de Osmanlı yazıp veriyorlar. Memur da “O sizi yöneten ailenin soyadı. Ben size yardımcı olayım. Siz nereden geliyorsunuz?” diyince, bu Osmanlılar da “İstanbul” diyorlar. Görevli “E tamam burada İstanbul’dan gelen bir sürü insan var. Ermeniler var. Yunanlar var. Siz Ermeni misiniz?” diyince, bizimkiler de “Yok biz Türküz.” diyorlar. Görevli de “E tamam onu yazacaksınız işte.” diyor.
Kemalist devrim, metodu doğru ya da yanlış, tepeden inme bir güçle bizi bir milli devlet haline getirmiş ve halkta karşılığı ne kadar olduğu yukarıdaki örneklerde belli olan bir Türk üst kimliği yaratılmış. Atatürk’ün üstün karizması ve gücü ile onun yaşam süresi boyunca bu üst kimlik sorgulanamamış –sorgulandıysa da dillendirilememiş-, ancak ölümünden sonra Anadolu Türkleri tekrar üst kimlik bunalımlarına düşmüş.
Günümüzde de aynı sorunu yaşıyoruz. Sadece bize özel bir sorun değil hakkını verelim, mesela bugün dünyanın en büyük gücü olan ABD’de Türkiye’dekinden daha derin kırılmalar yaşanıyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat olarak özetlenen bu fay aslında gelenekçiler –ki bunlar iki cinsiyet vardır, bireysel silahlanma haktır, toprak mülkiyeti bu ülkenin temelidir diyenler– ile –sayısız cinsiyet vardır, yaşasın post-truth2, bu filmde neden –Meksikalı Müslüman travesti cüce yok? Bu faşizmdir. – diyen bir kitle arasında kırılıyor. İki grup da birbirlerinden bahsederken, -Atalarımız bizi sizin hakkında uyarmıştı, siz tam da kurucu babalarımızın bizi uyardığı insanlarsınız.– diye eleştiriyor. Bu bir üst kimlik savaşına dönüşüyor ve “Amerikalı olmayı” bu iki ana grup aslında bambaşka yorumluyor. Elbette bu ayrılık, Türkiye’dekinden daha feci durumda. Oradaki toplumu bu kadar ayrılmaya rağmen ayakta tutan şey, kapı gibi güçlü bir Amerika Birleşik Devletleri. Aynı bizdeki Atatürk dönemi Türkiye’si gibi.
Biz Türkiye’ye dönelim. Türkiye hala üst kimlik bunalımında. Toplum üst kimliği, yani aslında bizi biz yapan esas şeyi, iki ana gruba bölünerek Türklük ve Müslümanlık olarak ayrı ayrı yorumluyor. Elbette başka küçük çabalar da var ama, ne bahsetmeye değer sayıdalar, ne de bir şey başaracak ya da öngörülebilir bir gelecekte bir fark yaratacak gibi duruyorlar.
Yüz yılı geçkin süredir rekabet halinde olan – ki bir not da şöyle düşelim, bu rekabet sadece tabanda olan bir rekabet değil. Sn. Ümit Özdağ’ın “Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki rakibi Mustafa Kemal Atatürk’tür.” 3 sözü tam da bu duruma işaret ediyor. – Türkiye’de yönetim kavgası vermekte.
Bu ayrılığın bir kavga sebebi olmaması ve birleştirilebilmesi için, ki ben bunu Alparslan Türkeş’in dahice bir hareketi olarak yorumluyorum, zamanında Türkiye’de ortaya MHP diye bir güç çıkmış. Türkeş, tam da bu sıkıntıyı sezip, Türkiye’nin en büyük çoğunluğunu oluşturan bu iki grubu ortak bir çatı altında birleştirmek istemiş. Müslümanlığı, belki daha da doğru bir tabirle İslam’ı da ideolojinin bir ayağı yapıp Türkçülük ile aynı kavgaya toplamaya çalışmış. Oy oranları ne gösterirse göstersin, bu temeli atan ve bugün Anadolu’nun ücralarında milliyetçilik damarının tutmasını sağlayan, şeriatçıların, hacı hoca takımının veya tarikat-cemaatlerin milliyetçilik ile kavgaya –belki isteseler dahi- alenen girememesini sağlayan, işte bu hareket olmuş.
Ancak sentezler tehlikeli şeylerdir. Sürekli ve daima kontrol altında tutulmalıdır, çünkü ayrılığa gebedir. Belki gerekli zamanlarda değil, ama zorunluluklar ortadan kalktığında bu yüksek medeniyet ürünü hoşgörü bir anda yok oluverir. Mesela milliyetçilerle ittifak görünümünde olan bu İslamcıların, Sovyet ve sokakta şiddet tehlikesi yok olduğunda nasıl o günkü MHP’den ayrıldıklarını ve bir zamanlar yan yana oldukları milliyetçi partiyi değil, kendi kurdukları İslamcı partilerini iktidar yaptıklarını hatırlayınız. Çünkü herkes eninde sonunda içten içe ne olduğunu gösterir, o gün gelene kadar da bu kaçınılmaz ayrılık sessiz bir kuytuda gününü bekler.
Türkiye’nin kuruluşundan beri “biz aslında şuyuz!” kavgası bitmedi. Bugün kâğıt üstünde milliyetçi söylemler geliştirenlerin de içten içe milli devleti yıkıp, yine, yeniden, kaçıncı defa işe yaramadığı görülmüş ümmet devletini kurmak istediğini unutamayız. Milletimizin ve arkadaşlarımızın çok büyük bir çoğunluğunun dini, bizim için bir tutkaldır, bu yadsınamaz bir gerçek. Ancak bunun “Bizi biz yapan şey.” olduğunu düşünenlere ve bunu dayatmaya çalışanlara karşı milli devlet ve Turan inanışlarımızı, doğru olan ve bizi kurtaran düşünceler bunlar olduğu için savunmayı bırakmamalıyız. Çünkü onların esas amaçları, dinlerinin özgürce yaşandığı bir Türkiye değil, dinlerinin mecburen yaşandığı bir Türkiye’dir.
1 Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Yaban (sf.152)
2 https://youtu.be/yn-5oodtX5k?si=PGc1IciDHMgFcljN
3 “Suriyeli sığınmacılar ve Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin kontrolündeki bölge Erdoğan için büyük bir siyasal projenin parçasıdır. Erdoğan'ın siyasetteki rakibi Mustafa Kemal Atatürk'tür. Erdoğan, Mustafa Kemal Atatürk'ün milli, üniter ve laik bir devlet olarak kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni dönüştürmeyi ve bir hilafet devleti oluşturmayı hedeflemektedir. Suriyelilere vatandaşlık vererek, Türk milletinden İslam ümmet toplumuna dönüşünü sağlayacağı hayalini kurmaktadır.” Ümit Özdağ – Saray Rejiminin Çöküşü (sf.143)