Türkiye’deki krizlerin en büyüğü. En görünür, ancak üzerine en az konuşulan krizi…
Peki nedir bu kriz?
Sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber, tüm dünya için medya kuruşlarına mecbur olmadan kendi fikirlerini, hobilerini, eğlencelerini ve gündemini paylaşabilecekleri bir alan yaratılmış oldu. Artık bizler, bir şeyleri takip edebilmek için belirli gün ve saat aralıklarında bir ekran önünde olmak zorunda değiliz. İstediğimiz zaman, istediğimiz yerde, istediğimiz herhangi bir gündeme erişebilir hale geldik.
Zamanı biraz ileri sardığımızda, yalnızca gündemi takip eden unsurlar olmaktan çıkıp, gündeme nispeten etki edebilen, o konu üzerinde fikirler belirtebilecek veya o gündemin bizzat kendisi olabilmeyi başardık.
Bu sosyal medya gelişiminin kısa bir özetiydi.
Bugün geldiğimiz noktada büyük medya kuruluşları prestijlerini tamamen kaybetmiş durumdalar. Algımızdaki bir gelişim, büyük bütçeli içeriklerin artık sahici olmadığını kanıksamış durumda. Filmler, diziler, haberler özetle eski tip kitle iletişim araçları üzerimizdeki etki gücünü yitirdi. Artık çok çok azımız izlediğimiz bir diziden etkileniyoruz, izlediğimiz bir film sonrası uzun uzun düşüncelere dalıyoruz.
Buna karşın kimin attığı belli bile olmayan bir tweete aşırı tepkiler verebiliyor, onu doğrudan gerçek gibi kabul edebiliyoruz. Sosyal deney diye çekilen bariz kurgu videoları, gerçekmişçesine etkileşim yakalayabiliyor.
İçeriğin platform değiştirmesine dair bir girizgâh yaptıktan sonra biz asıl meselemize dönelim. Türkiye’de yıllar içinde üretilen içeriğin kalitesinde çok ciddi bir düşüş yaşandı.
İçerik diye kısalttığım ögeyi özetle atılan tweetler, Instagram postları, YouTube kanal içerikleri, reklamlar, kitaplar olarak düşünebilirsiniz.
Peki bu kalite kaybı ne anlama geliyor? En nihayetinde ben neyin kaliteli olup olmadığına standardizasyon getirebilecek biri değilim. Ancak hepimizin gözlerinin önünde olan bir şey var.
Vasatlık, bayağılık ve sığlık bir toplumda en çok ilgi görecek biçimlerdir. Basitçe izah etmek gerekirse, en iyi saat yerine en vasat saat hem alım gücü hem erişilebilirlik nedenleriyle daha çok ilgi görecek, daha çok satın alınacaktır. Casio saatin, adet olarak Rolex saatlerden daha çok olması ve daha çok satılması da sizi şaşırtmaz.
Türkiye’de yaşanan durum da tam olarak budur. Ancak bir farkla. Türkiye’de Rolex ile eşleştirebilecek hiçbir içerik yoktur. İnsana yeni ufuklar kazandıracak, iki kere düşünmeye sevk edecek, sizi daha iyi bir insan yapacak hiçbir Türkçe içerik yok ne yazık ki…
Televizyon dizilerini hayal edin, içinde kendinizden bir parça bulabileceğiniz, size dünyayı daha iyi kavramanıza yardımcı olabilecek, en ufak bir entelektüel derinliğin kırıntısını verebiliyor mu? Maalesef hayır.
Başlarda televizyon yayım regülasyonları nedeniyle dizilerin içeriklerinin kısıtlandığını düşünürsünüz, bütçe eksikliğini bahane gösterirsiniz ancak dijital yayın platformları da bundan nasibini almıştır. Platformlar kötü çekimler, kötü görsel efektler ve sığ mesaj kaygısı taşıyan dizilerle doldu. Tek fark, bunu RTÜK eliyle üç saatte yapacaklarına, kendi ajandalarını dikte ederek, kırk beş dakikada yapıyorlar. Lacivert aynı lacivert.
Sosyal medya içerikleri ise rezaletin dibi. Elinize telefonu alıp, herhangi bir sosyal medya platformunda aşağı doğru kaydırsanız, “Bu fena değilmiş!” diyebileceğiniz bir şeyle karşılaşmadan saatler geçirebilirsiniz.
Beni yanlış anlamanızı istemiyorum. Bu yazıyı yazarken amacım asla Türkçeyi aşağılamak değil. Ben kendini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan bir gencim. Sadece bir tespit yapma gayretindeyim. Aynı rezil içeriklerin, hatta kat kat fazlasının İngilizcede olduğunu biliyorum. Ancak yazının başlarında da değindiğim gibi yalnızca bir farkla. İngilizce dilinde gerçekten kendinize fayda sağlayabileceğiniz içeriklerle de karşılaşabiliyorsunuz. Platform size bazı isimleri dayatsa da siz izlemek istediğiniz kişileri seçebiliyorsunuz. Sınırlandırabiliyorsunuz. Bunu Türkçe için yapmaya kalktığınızda ise elinizde çok az isim kalıyor.
Türkçe içerik üreticilerinde de bir sınırlama getirsek, örneğin çalıntı içerik yapmamak gibi; elimizde bir avuç isim kalıyor yalnızca. En büyük YouTube kanallarının bile “Ben de içerik çaldım. Evet! Ne var bunda? Herkes yapıyor.” diyebilmiş olması geldiğimiz noktayı gözler önüne seriyor.
Konseptler Türkçeleştirilebilir buna bir itirazım yok. Hatta Türkiye’de bir sıçrama olacaksa, ben bunun reform hareketinde olduğu gibi, çeviri eserlerden ortaya çıkacağına inanıyorum. Ancak bu ifade hırsızlığın ilanıdır. Hiçbir saygıdeğer Amerikalı veya İngiliz içerik üreticisinin konsept hırsızlığı yaptığına şahit olmadım. Mutlaka ama mutlaka nereden esinlendiklerine dair bir bilgilendirmede bulunurlar, konseptin asıl sahibine atıf yaparlar. Yapmasalar zaten yorumlarda bunun için ciddi eleştirilere maruz kalırlar. Ruslar ve Güney Amerikalılarsa çalmakta beis görmez, birebir aynılarını kopyalarlar. İzleyicileri de bu duruma tepki göstermez. Bizde de durum aynen bu şekildedir. Ancak biz böyle kalmayalım!
Bu tespitler ülkedeki tüm sanat-fikir faaliyetlerine sirayet etmiş durumda. Geçtiğimiz günlerde bir intihal davası sonuçlandı. Mahkeme Elif Şafak’ın intihal yaptığına karar verdi ve davacı Mine G. Kırıkkanat haklı buldu.
Mahkeme sonucunun ardından yüz otuz sözde aydın bu intihali savunurcasına ortak bir bildiri yayınladılar.
Ülkenin yazarları bile hırsızlığı kabullenir duruma gelmişse, youtuberlar bu işin ancak sonucu olabilirler, sebebi değil. Bu haberden sonra içerik hırsızlığı mevzusunu daha derinlemesine konuşmayı biraz abes buluyorum. Yoksa TikTok ve Instagram videolarının çok yüksek bir kısmı direkt çalıntı veya çeviri. Bunu uzun uzadıya konuşmaya gerek yok.
Daha elit bir tavır beklediğimiz edebiyat dünyası bile “Haklı biziz çünkü biz çokuz.” diyerek kendini savunmaya çalışıyorsa, üzerine daha ne konuşulabilir ki? Zaten 10 milyon, 20 milyon takipçili hesaplar da meşruiyetini bu abone sayılarından alıyor. Bu sayıların da kaçı bot kaçı gerçek bilmek güç...
Bot demişken... Spotify. Sahte dinleyicilerle kara para aklayan sözde şarkıcılar, inanılmaz bir üne kavuştu. Konserlerde onların biletleri satılıyor, televizyonda onlar var, listelerde hep bir numaralar.
Şarkı sözlerinden klip göndermelerine kadar tamamen “esinlenme” yoluyla yapılmış bu parçalar nasıl oluyor da bir geceden sabaha milyonlar dinleniyor? Bu işin bir de karanlık boyutu var.
Benim müzikle çok aram yok. Ancak siz söyleyin. Son 20 yılda Türk müziğinde kitlelere ilham olmuş bir parça var mı? İnsanlara aşktan bahsetmeyen, harekete geçirecek vs.
Cevabı size bırakıyorum. İsmen kimseyi tanımıyorum çünkü. Ancak böyle on kişi bile sayabilseniz, bugünkü müzik endüstrisinde yüzde bir bile etki alanları olduklarını zannetmiyorum.
Bütün bu sosyal medya ve kültür sanat eleştirilerinin yanında değinilmesi gereken bir nokta daha var ki; orta öğretim sonrasında üzerinde uzmanlaşabileceğiniz hiçbir konuda Türkçe kaynak bulunmuyor. Bir sosyal bilim öğrencisi olarak ben, alanımla ilgili tartışmalara Türkçe erişemiyorum.
Bir lise öğrencisi sınavlarına Google’da arama yaparak çalışabilirken, bir üniversite öğrencisi kendi konusu için hocalarının slaytlarına mahkûm olmuş durumda. Asla alternatif bir içerik yok. Varsa bile başka bir perspektifte incelenmiş ve kaynak yerine geçemeyecek durumda oluyor. Tahminim o ki, pozitif bilimlerde de bu geçerlidir.
Bunun en büyük zorluğu, ileri düzey tartışmaların dil bilmeyen insanlarca yapılamamasına neden oluyor. İnternetteki basit tartışmaların en büyük nedeni de bu. Lise seviyesinde bile olmayan basit kelimeler üzerine saatlerce konuşulup hiçbir çözüme varılmayan sığ münazaralar. Halbuki çoğu tartışma ortaya bir belge veya makale konularak çözümlenecek vaziyette.
Epey karamsar bir tablo çizdikten sonra biraz pozitif noktalardan bahsederek yazımı sonlandırmak istedim. Zaten yazımın amacı kimseyi demotive edip bu güzel dile inancını kırmak değil. Bir sorun tespiti yapmak. Peki her şey bu kadar kötü mü?
Daha kötü. Doğrusunu isterseniz yazıyı epey bir yerden kırptım iç karartıcı olmaması için. Ancak bu sizi yıldırmasın. Çünkü hâlâ bir umut var.
Bu konuyu biraz daha araştıracağım ama ilk tahlilde söyleyebilirim ki Türkler internet kullanımında Avrupa'nın da ilerisindeler. Bunun avantajları da var dezavantajları da. Basitçe bunu faydamıza çevirebiliriz. İnsanları sosyal medya platformları aracılığıyla aydınlatabiliriz.
Bugün “Evrim Ağacı” kanalı bir meme ögesine dönüşmüşse, videoları milyonlarca izleniyorsa insanlarımız bilime meraklı demektir. İnsanlarımız öğrenmeye aç demektir.
Okuma kültürü gelişmemiş bir topluma içeriklerle insan olmanın öğretilebileceğine inanıyorum. Çeşitli platformlarda türlü araçlarla çabalamamın nedeni de bu.
Şu anki geriliğe dair birkaç sebep vereceğim. Elbette çoğaltılabilirler, kalanları tartışabiliriz.
1) Büyük yapımlardaki karar alıcıların hâlâ eski kafaya sahip olmaları. Muhtemelen doksanlarda türlü oyunlarla ve dolandırıcılıklarla zengin olmuş insanlar, bugün kendilerini zerre geliştirmemeleriyle beraber, yüksek para ve nüfuz güçleriyle işlerine eksi usul devam etmekte ısrarcılar. Neyin iyi neyin kötü olduğuna çok küçük bir zümre karar veriyor, ancak bugünden haberleri bile yok.
Bugün sinemada vizyona giren filmlerin yapımcıları, albümlerin yapımcıları, dizi yapımcıları… Uzun bir liste gibi görünse de bütün bunların merkezi İstanbul ve servet dağılımı da göz önüne alındığını bir elin parmağını geçemeyecek insanlar tarafından bu kararların alındığını bilmek gerekiyor.
Birilerinin bu yapımcılara “Sen sadece para ver içeriğe karışma.” demesi gerekiyor.
2) Mevcut statüye sıkı sıkıya sarılma istediği. Bunun nedenlerini kavramak güç. Üzerine biraz okuma yapmak ve sosyolojik bir bakış gerekiyor. Ülkemizde bir konuma veya itibara ulaşan hiç kimse, kendinden bir şeyler vermek istemiyor.
Hiçbir usta, çırağı onu geçsin istemiyor. Çırak hep çırak kalsın istiyor. Hiçbir hoca, kendi gittiği yolu paylaşmak istemiyor. Oysa Cumhuriyet aydınları bunun tam tersi bir bakışa sahiptiler: “Biz bir yol açacağız ve insanlar arkamızdan gelecek.”
Bugün bunu tamamen yitirmiş durumdayız. İstifa kültürünü kaybettik. Paylaşmanın iyi bir şey olduğuna dair inancımızı kaybettik. Bu da bilginin ve nüfuzun çok sınırlı bir alanda tutulmasıyla sonuçlanıyor.
Belli üniversitelere giden sınırlı sayıdaki insan belli bilgilerden faydalanabiliyor. Belli bilgiler dediğim kısmın çoğu temel insani kazanımlar olduğunun da altını çizerim. Dil bilmeyen, yeterince yönlendirilemeyen insanlar da mevcutla yetinmeye çalışıyor. Kaldı ki insan durduk yere ilerleme ihtiyacı hissetmez ki! İlerlemenin kendisi için mecbur kılınması gerekiyor. Daha iyinin gösterilmesi arzu nesnesi haline getirilmesi gerekiyor.
Bizde ise “halka inme” gibi bir çaba ile çoğu aydın, üst kimliğinden fedakârlık yapıyor. En sık görülen ise kendinden olanı paylaşmayarak mevcut statüsünü korumak oluyor.
3) Yetinme Kültürü. Bundan ne kadar nefret ettiğimi kelimelerle anlatamam. Peki nedir bu?
Ben çocukluğumdan beri şükrederek yetiştirildim: “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz.” “Eskiden yokluk vardı ama insanlar güzeldi.” Çoğumuz da bu safsataları en az bir defa duymuşuzdur.
Elbette ki şükretmek iyi bir şey, nankörlük yapmamak insan için çok büyük bir erdem. Ancak kaçırdığımız bir nokta var. Bu bakış açısı bizi iyi bir şeyler yapmaktan alıkoyuyor. Bizi potansiyelimizi kullanmaktan noksan kılıyor.
Eğer ki bir iş için elimizden geleni yaptıysak yüzde 100 eforumuzu bu iş için harcadıysak ve yine de çıktı hayal ettiğimizden kötü sonuç verdiyse şükredebiliriz. Bu bizim akıl sağlığımızı da korur. Bir sonraki işlerimiz için motivasyonumuzu da arttırır.
Yok eğer biz çok az bir emek gösterip “aman canım adam olana yeter” dersek bir işte ne kadar ilerleyebiliriz ki? Zırnık ilerleyemeyiz ve aynen de öyle oluyor. Bize içerik diye sunulan neredeyse her şey “zaten izlenir” diyerek izleyicilerin önüne atılıyor.
Bunun şükredilecek bir tarafı yoktur. Bir içerik üreticisi, ürünü için yüzde 100 efor göstermek zorundadır. Bir podcast üreticisi iyi bir mikrofon kullanmak zorundadır. Bir kitap yazarı intihalden kaçınmak zorundadır. Bir yönetmen izlenebilir bir film çekmek zorundadır.
Gelişigüzel iş yapıp “bu kadarı fazla bile” gibi bir içsöylemle yola çıkılmaz. Herkes işini adam gibi yapma ihtiyacı hissettiği vakit, bu yazdığım sorunların çoğu kendiliğinden çözülecektir.
Ülkede hiç kimse, kendi görev ve sorumluluklarını daha iyi yerine getirme bilinci taşımıyor. Yönetim kademelerinden en alt seviye işlere kadar kimse bir işi dünden daha iyi yapma motivasyonu taşımıyor. Her şey “olduğu kadar” zihniyetiyle devam ediyor.
Ancak bu şekilde bir yere varılamaz. Mevcut birikimler tüketilinceye kadar devam eder, en sonunda da duvara toslar. Bugün siyasi partilerin geldiği nokta gibi.
Bugünün dünyasına uyum sağlayamayıp uydurdukları bir Türkiye zemini üzerinden tartışıyorlar. Bizim gündemimiz ise bambaşka.
İçeriklerin vardığı nokta da bu! Gelişim çağındaki çocuklar ise hiçbir derinliği olmayan bu içeriklerle beslenip yarının dünyasına hazırlanmaya çabalıyorlar. En büyük tehlike yine bizlerden ziyade, gelecek nesillerde.
Yazının sonunda sizlere en büyük tavsiyem İngilizce öğrenip, kaliteli içerikleri, kendi orijinal dilinde tüketmek. İlerleyen zamanlarda Türkçeye, referanslar vererek çevirmeniz. Çünkü bizi bizden başka bu çukurdan çıkaracak kimse yok.