İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — I
İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — II
İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — III
İlk üç yazı daha çok tasvirî bir anlatıma sahipti. Yani tarafların görüşlerini ve tutumlarını ortaya koyarak tarafları anlamaya çalıştım. Bu yazıda ise ağırlıklı olarak tahlilî bir anlatım olacak. Yani ihtilaf konusu meselelerin kendisine odaklanarak söz konusu meselelerde gerçek olanın ne olduğunu anlamaya çalışacağım. Çünkü ancak “gerçek olan” saptandıktan sonra mezhepleşmenin temel felsefesine tümevarımsal olarak inmemiz mümkün olacaktır. Mezhepleşme felsefesini anlamak için ihtilaf konusu meselelerde gerçek olanın saptanmasına niçin ihtiyaç duyduğumuzu kısaca şu şekilde açıklayabilirim:
Bugün de tarihte de inkar edilmesi mümkün olmayan bir mezhepleşme olgusuyla karşı karşıyayız. O halde bu mezheplerin her birinin diğer mezheplerden temeyyüz ederek ayrı bir mezhep olmasının veya en azından ayrı şekilde ele alınmasının birtakım sebepleri olmalı. İlk üç yazıda gördüğümüz üzere Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki ayrımın temel sebebi birtakım tarihsel olayların varlığı veya yokluğuyla, varsa bu olayların nasıl yorumlanacağıyla alakalıdır(1). O halde bu mezheplerin ortaya çıkış felsefesini anlamak için öncelikle hangi tarihsel olayların gerçekten yaşandığını ve bunların gerçekte hangi anlamlara sahip olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü A mezhebi tarihsel iddiasında haklıysa; bu tarihsel gerçeği reddetmekle temeyyüz ederek var olan B mezhebinin bu inkarının sebebi ile aynı tarihsel iddiada B mezhebi haklıysa bunu reddetmekle temeyyüz ederek var olan A mezhebinin bu inkarının sebebi tamamen farklı olacaktır. O halde bu ayrışmayı anlamak için öncelikle gerçeğin ucunu yakalamalıyız.
Basitçe somutlaştıracak olursak imamet meselesinde zikredilen temel tartışma, Hz. Peygamber’in Ali’yi halife tayin edip etmemesi üzerinde odaklanmaktadır. Bu, oldukça somut bir tarihsel iddiadır. Bunun reddi de aynı şekilde oldukça somut bir tarihsel iddiadır. Arada başka bir şık da yoktur. Peygamber, Ali’yi halife olarak tayin etmiştir ya da etmemiştir. Etmişse Sünnilik bu tarihsel gerçeği inkar etmekle temeyyüz ederek var olmuş bir mezheptir. Etmemişse Şia bu tarihsel gerçeği inkar etmekle temeyyüz ederek var olmuş bir mezheptir. Biri haklıysa diğerinin ortaya çıkma sebebi, diğeri haklıysa bunun ortaya çıkma sebebinden farklı olacaktır. Aynı durum, bu iki mezhebin tek bir tarihsel gerçek karşısındaki yorum farkları için de geçerlidir.
Yalnızca örnek kabilinden şu tür ezberler söylenebilir: Bu tarihsel iddiada Şia haklıysa Sünniliğin ortaya çıkmasının sebebi Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasındaki iktidar mücadelesi veya Arap ırkçılığı olarak gösterilebilirken, Sünniler haklıysa Şia’nın ortaya çıkmasının sebebi mesela Yahudilerin İslam ümmetini bölmek için kurdukları komplolar veya Fars ırkçılığı olarak gösterilebilmektedir. Ben bu noktada henüz bir hüküm vermiyorum. Bunlar yalnızca örnek kabilinden zikrettiğim şeylerdir. Bunları zikretmemdeki maksat, mezhepleşmenin sebebi olarak göstereceğimiz şeyin, ihtilaf konusu meseledeki “tarihsel gerçeğe” göre değişkenlik göstermesidir. Bu yüzden söz konusu ihtilaflar hakkındaki “gerçek” tespit edilmediği müddetçe mezhepleşmenin temel felsefesi üzerine söyleyebileceğimiz her şey canımızın öyle söylemek istemesine bağlı olacak, sonuç olarak ilmi bir temelden uzak olacaktır.
Dolayısıyla gerçek tespit edilmeksizin salt işlevselci bir metotla bir mezhepleşme felsefesinden söz etmek mümkün görünmemektedir. Çünkü mezhepleşmenin felsefesi mezhepleşenin mezhepleşme sebebine göre değişiklik gösterir. Bu yüzden oturduğumuz koltuktan ezberlediğimiz popüler tümel yargılarla “mezhepleşme” ve sebepleri hakkında beylik laflar etmeden önce söz konusu ihtilaflarda gerçeğin öneminin kavranması gerekir. Ben de bu yüzden gerçeği önemsiyor ve mümkün olan tüm ilmi tespitlerin ancak gerçeğin tespitinden sonra mümkün olduğunu, gerçeğin tespiti olmaksızın öne sürülen tespitlerin ise keyfi tespitler olduğunu iddia ediyorum. Gerçek yüzde yüz bir kesinlikle tespit edilemediğinde bile yine de mezhepleşmenin temel felsefesiyle ilgili tüm ilmi tespitler, gerçek hakkındaki ağır basan görüş ile öncelenmek zorundadır. Çünkü gerçeği dayanak olarak almayan, salt sonuçlara dayanan bir tespit, sonuçların gerçek sebepleri hakkında bize hiçbir bilgi veremez. Sonuçların gerçek sebepleriyle ilgili olmayan bilgi ise felsefi veya bilimsel değil ancak sokak bilgisi olabilir.
Bu kadar vaazdan sonra asıl konumuz olan gerçeğin tespitinin kendisine geçiyorum:
Hz. Peygamber'in, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." sözünü söylediğinde herhangi bir şüphe görmüyorum. Sadece ehli sünnet kaynaklarda 100'den fazla senedi olan mütevatir bir hadis bu. Şia'daki senetlerini siz düşünün.
Bu hadisin mütevatir oluşu kesinleşince Sünniler, hadisteki “mevla” kelimesinin anlamının efendi değil dost olduğunu iddia ettiler. Fakat iyi düşününce mevla kelimesinin dost manasına gelmesi de imkan dahilinde değil. Çünkü bu durumda -mantıktaki ters döndürme kaidesi gereği- Ali'nin dostu olmayan herkesin Hz. Peygamber'in de dostu olmaması gerekirdi. Bu ise başta Aişe olmak üzere birçok sahabenin tekfirini gerektirirdi. Çünkü Ali ile savaşanın Ali'nin dostu olmadığı açıktır. Peygamberin dostu olmayan bir Müslüman ise düşünülemez. Ali ile savaşanların Müslüman olmaması ise ehli sünnetin kabul edebileceği bir şey değildir. Zaten ehli sünnet tarafından cennet ile müjdelendiğine inanılan Zübeyir ve Talha gibi bazı sahabiler de Ali’ye karşı savaşırken ölmüşlerdir. Bu yüzden mevla kelimesinin manası dost olarak alınacak olursa ehli sünnetin çözmesi gereken sorunlar imamet sorunundan çok daha büyük bir hal alacaktır.
Bu da anlaşılınca ehli sünnet, bu ilanın genel bir ilan olmayıp hususi bir olay hakkında olduğunu iddia etmiştir. Yani bu iddiaya göre peygamber Ali’yi tüm müminler üzerine değil hususi bir olayda reis tayin etmiştir. Fakat bu ilanın hususi bir konu hakkında olması da usul kaidelerine uygun bir yorum değil. Çünkü "men" (her kim), usulcülerin de kabul ettiği üzere umum bildiren bir ifadedir. Yani peygamber her kimin mevlasıysa Ali de istisnasız olarak tüm o kişilerin mevlasıdır.
Zaten hadisin hususi bir olay hakkında olduğuna dair getirilen versiyonların sayısı umumi olduğuna dair getirilen versiyonların sayısının yanında oldukça azdır. Diğer yandan ehli sünnet, peygamber hastalığından dolayı imamlık yapamayınca kendisi yerine bir namazda Ebubekir’i namaz imamlığına geçirdiğinden dolayı Ebubekir’in halifeliğine delil getirirken olayın hususiliğini önemsememiştir. Hatta ehli sünnet burada namaz imamlığı ile halifeliğin alakasız olmasını dahi önemsememiştir. O halde ehli sünnet öncelikle bu tür çelişkilerden kurtulmalı, sonra hususilik-umumilik itirazında bulunmalı, sonra ise ilanın hususiliğini ispatlamalıdır. Fakat yukarıda zikrettiğim üzere ispat bir yana bu ilanın hususiliği iddiası zann-ı galip bile oluşturamamaktadır.
Aksine olayın umumiliği iki açıdan sabittir. Birincisi usul kaidelerine göre “men” ibaresinin umum bildirmesi, ikincisi ise olayın umumiliğine dair rivayetlerin ezici çoğunlukta olmasıdır. Böyle bir durumda olayın hususiliği iddiasında bulunmak için ancak maksatlı bir okuma yapmış olmak gerekmektedir. Tüm bunlara ek olarak olayın hususiliği gösterilmiş olsaydı dahi olayın hususiliğinin hükmün umumiliğine ters olmadığı da ehli sünnet kaynaklarınca kabul edilen meşhur kaidelerdendir.
"Hadis Ali'nin hilafetine delalet ediyorsa da Ali zaten dördüncü halife oldu. Bu ehli sünnete zarar vermez. Çünkü ehli sünnet ancak Ebubekir ve Ömer'in hilafeti batıl olursa haksız çıkar." denirse şöyle cevap verilir:
"Ben her kimin mevlasıysam" diyen Hz. Peygamber, Ebubekir ve Ömer'in de mevlasıydı. Dolayısıyla bu hadis Ali'nin, Ebubekir ve Ömer dahil tüm sahabenin mevlası olmasını gerektiriyor. İlk halife Ali olmazsa Ali, Ebubekir ve Ömer'in mevlası olmamış oluyor. O halde Ali’nin birinci değil de dördüncü halife olması da hadisle çelişen bir durum.
O halde peygamberin Ali’yi halife olarak tayin ettiği sonucu tek makul sonuç olarak görünmektedir. O halde niçin Ali ilk halife olmadı? Bu durumda benim tespit edebildiğim üç ihtimal var.
Peygamber;
İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — II
İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — III
İlk üç yazı daha çok tasvirî bir anlatıma sahipti. Yani tarafların görüşlerini ve tutumlarını ortaya koyarak tarafları anlamaya çalıştım. Bu yazıda ise ağırlıklı olarak tahlilî bir anlatım olacak. Yani ihtilaf konusu meselelerin kendisine odaklanarak söz konusu meselelerde gerçek olanın ne olduğunu anlamaya çalışacağım. Çünkü ancak “gerçek olan” saptandıktan sonra mezhepleşmenin temel felsefesine tümevarımsal olarak inmemiz mümkün olacaktır. Mezhepleşme felsefesini anlamak için ihtilaf konusu meselelerde gerçek olanın saptanmasına niçin ihtiyaç duyduğumuzu kısaca şu şekilde açıklayabilirim:
Bugün de tarihte de inkar edilmesi mümkün olmayan bir mezhepleşme olgusuyla karşı karşıyayız. O halde bu mezheplerin her birinin diğer mezheplerden temeyyüz ederek ayrı bir mezhep olmasının veya en azından ayrı şekilde ele alınmasının birtakım sebepleri olmalı. İlk üç yazıda gördüğümüz üzere Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki ayrımın temel sebebi birtakım tarihsel olayların varlığı veya yokluğuyla, varsa bu olayların nasıl yorumlanacağıyla alakalıdır(1). O halde bu mezheplerin ortaya çıkış felsefesini anlamak için öncelikle hangi tarihsel olayların gerçekten yaşandığını ve bunların gerçekte hangi anlamlara sahip olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü A mezhebi tarihsel iddiasında haklıysa; bu tarihsel gerçeği reddetmekle temeyyüz ederek var olan B mezhebinin bu inkarının sebebi ile aynı tarihsel iddiada B mezhebi haklıysa bunu reddetmekle temeyyüz ederek var olan A mezhebinin bu inkarının sebebi tamamen farklı olacaktır. O halde bu ayrışmayı anlamak için öncelikle gerçeğin ucunu yakalamalıyız.
Basitçe somutlaştıracak olursak imamet meselesinde zikredilen temel tartışma, Hz. Peygamber’in Ali’yi halife tayin edip etmemesi üzerinde odaklanmaktadır. Bu, oldukça somut bir tarihsel iddiadır. Bunun reddi de aynı şekilde oldukça somut bir tarihsel iddiadır. Arada başka bir şık da yoktur. Peygamber, Ali’yi halife olarak tayin etmiştir ya da etmemiştir. Etmişse Sünnilik bu tarihsel gerçeği inkar etmekle temeyyüz ederek var olmuş bir mezheptir. Etmemişse Şia bu tarihsel gerçeği inkar etmekle temeyyüz ederek var olmuş bir mezheptir. Biri haklıysa diğerinin ortaya çıkma sebebi, diğeri haklıysa bunun ortaya çıkma sebebinden farklı olacaktır. Aynı durum, bu iki mezhebin tek bir tarihsel gerçek karşısındaki yorum farkları için de geçerlidir.
Yalnızca örnek kabilinden şu tür ezberler söylenebilir: Bu tarihsel iddiada Şia haklıysa Sünniliğin ortaya çıkmasının sebebi Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasındaki iktidar mücadelesi veya Arap ırkçılığı olarak gösterilebilirken, Sünniler haklıysa Şia’nın ortaya çıkmasının sebebi mesela Yahudilerin İslam ümmetini bölmek için kurdukları komplolar veya Fars ırkçılığı olarak gösterilebilmektedir. Ben bu noktada henüz bir hüküm vermiyorum. Bunlar yalnızca örnek kabilinden zikrettiğim şeylerdir. Bunları zikretmemdeki maksat, mezhepleşmenin sebebi olarak göstereceğimiz şeyin, ihtilaf konusu meseledeki “tarihsel gerçeğe” göre değişkenlik göstermesidir. Bu yüzden söz konusu ihtilaflar hakkındaki “gerçek” tespit edilmediği müddetçe mezhepleşmenin temel felsefesi üzerine söyleyebileceğimiz her şey canımızın öyle söylemek istemesine bağlı olacak, sonuç olarak ilmi bir temelden uzak olacaktır.
Dolayısıyla gerçek tespit edilmeksizin salt işlevselci bir metotla bir mezhepleşme felsefesinden söz etmek mümkün görünmemektedir. Çünkü mezhepleşmenin felsefesi mezhepleşenin mezhepleşme sebebine göre değişiklik gösterir. Bu yüzden oturduğumuz koltuktan ezberlediğimiz popüler tümel yargılarla “mezhepleşme” ve sebepleri hakkında beylik laflar etmeden önce söz konusu ihtilaflarda gerçeğin öneminin kavranması gerekir. Ben de bu yüzden gerçeği önemsiyor ve mümkün olan tüm ilmi tespitlerin ancak gerçeğin tespitinden sonra mümkün olduğunu, gerçeğin tespiti olmaksızın öne sürülen tespitlerin ise keyfi tespitler olduğunu iddia ediyorum. Gerçek yüzde yüz bir kesinlikle tespit edilemediğinde bile yine de mezhepleşmenin temel felsefesiyle ilgili tüm ilmi tespitler, gerçek hakkındaki ağır basan görüş ile öncelenmek zorundadır. Çünkü gerçeği dayanak olarak almayan, salt sonuçlara dayanan bir tespit, sonuçların gerçek sebepleri hakkında bize hiçbir bilgi veremez. Sonuçların gerçek sebepleriyle ilgili olmayan bilgi ise felsefi veya bilimsel değil ancak sokak bilgisi olabilir.
Bu kadar vaazdan sonra asıl konumuz olan gerçeğin tespitinin kendisine geçiyorum:
Hz. Peygamber'in, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." sözünü söylediğinde herhangi bir şüphe görmüyorum. Sadece ehli sünnet kaynaklarda 100'den fazla senedi olan mütevatir bir hadis bu. Şia'daki senetlerini siz düşünün.
Bu hadisin mütevatir oluşu kesinleşince Sünniler, hadisteki “mevla” kelimesinin anlamının efendi değil dost olduğunu iddia ettiler. Fakat iyi düşününce mevla kelimesinin dost manasına gelmesi de imkan dahilinde değil. Çünkü bu durumda -mantıktaki ters döndürme kaidesi gereği- Ali'nin dostu olmayan herkesin Hz. Peygamber'in de dostu olmaması gerekirdi. Bu ise başta Aişe olmak üzere birçok sahabenin tekfirini gerektirirdi. Çünkü Ali ile savaşanın Ali'nin dostu olmadığı açıktır. Peygamberin dostu olmayan bir Müslüman ise düşünülemez. Ali ile savaşanların Müslüman olmaması ise ehli sünnetin kabul edebileceği bir şey değildir. Zaten ehli sünnet tarafından cennet ile müjdelendiğine inanılan Zübeyir ve Talha gibi bazı sahabiler de Ali’ye karşı savaşırken ölmüşlerdir. Bu yüzden mevla kelimesinin manası dost olarak alınacak olursa ehli sünnetin çözmesi gereken sorunlar imamet sorunundan çok daha büyük bir hal alacaktır.
Bu da anlaşılınca ehli sünnet, bu ilanın genel bir ilan olmayıp hususi bir olay hakkında olduğunu iddia etmiştir. Yani bu iddiaya göre peygamber Ali’yi tüm müminler üzerine değil hususi bir olayda reis tayin etmiştir. Fakat bu ilanın hususi bir konu hakkında olması da usul kaidelerine uygun bir yorum değil. Çünkü "men" (her kim), usulcülerin de kabul ettiği üzere umum bildiren bir ifadedir. Yani peygamber her kimin mevlasıysa Ali de istisnasız olarak tüm o kişilerin mevlasıdır.
Zaten hadisin hususi bir olay hakkında olduğuna dair getirilen versiyonların sayısı umumi olduğuna dair getirilen versiyonların sayısının yanında oldukça azdır. Diğer yandan ehli sünnet, peygamber hastalığından dolayı imamlık yapamayınca kendisi yerine bir namazda Ebubekir’i namaz imamlığına geçirdiğinden dolayı Ebubekir’in halifeliğine delil getirirken olayın hususiliğini önemsememiştir. Hatta ehli sünnet burada namaz imamlığı ile halifeliğin alakasız olmasını dahi önemsememiştir. O halde ehli sünnet öncelikle bu tür çelişkilerden kurtulmalı, sonra hususilik-umumilik itirazında bulunmalı, sonra ise ilanın hususiliğini ispatlamalıdır. Fakat yukarıda zikrettiğim üzere ispat bir yana bu ilanın hususiliği iddiası zann-ı galip bile oluşturamamaktadır.
Aksine olayın umumiliği iki açıdan sabittir. Birincisi usul kaidelerine göre “men” ibaresinin umum bildirmesi, ikincisi ise olayın umumiliğine dair rivayetlerin ezici çoğunlukta olmasıdır. Böyle bir durumda olayın hususiliği iddiasında bulunmak için ancak maksatlı bir okuma yapmış olmak gerekmektedir. Tüm bunlara ek olarak olayın hususiliği gösterilmiş olsaydı dahi olayın hususiliğinin hükmün umumiliğine ters olmadığı da ehli sünnet kaynaklarınca kabul edilen meşhur kaidelerdendir.
"Hadis Ali'nin hilafetine delalet ediyorsa da Ali zaten dördüncü halife oldu. Bu ehli sünnete zarar vermez. Çünkü ehli sünnet ancak Ebubekir ve Ömer'in hilafeti batıl olursa haksız çıkar." denirse şöyle cevap verilir:
"Ben her kimin mevlasıysam" diyen Hz. Peygamber, Ebubekir ve Ömer'in de mevlasıydı. Dolayısıyla bu hadis Ali'nin, Ebubekir ve Ömer dahil tüm sahabenin mevlası olmasını gerektiriyor. İlk halife Ali olmazsa Ali, Ebubekir ve Ömer'in mevlası olmamış oluyor. O halde Ali’nin birinci değil de dördüncü halife olması da hadisle çelişen bir durum.
O halde peygamberin Ali’yi halife olarak tayin ettiği sonucu tek makul sonuç olarak görünmektedir. O halde niçin Ali ilk halife olmadı? Bu durumda benim tespit edebildiğim üç ihtimal var.
Peygamber;
- A-) İlahi ve değişmez bir emir olarak Ali'yi halife tayin etti ve sahabe buna uymadı.
- B-) İlahi fakat değişebilir (tarihsel) bir emir olarak Ali'yi halife tayin etti ve sahabe içtihat ederek hükmü değiştirdi.
- C-) Halife tayini dünyevi bir emirdi ve sahabe kendi içtihadını daha doğru görerek Ebubekir'in hilafetine biat etti.
Cevabın Şia’nın da iddia ettiği gibi A şıkkı olması için büyük bir sahabe topluluğunun göz göre göre peygamberin emrini çiğnemiş olması gerekiyor. Ehli sünnete göre bu mümkün değil. Fakat biz bunun mümkün olduğunu Musa ve Harun kıssasından biliyoruz. Meşhur olduğu üzere İsrailoğulları Musa kendilerinden bir müddet ayrılınca toplanıp buzağıya tapıyorlar. Kendi kutsal kitabımızda okuduğumuz bir şey bu. Nasıl mümkün değil deriz?
Onlar eski ümmetti, bizim ümmette böyle şey olmaz denirse Enfal Suresi'nin 6. Ayeti ile delil getirilir. Müminlerden bir grup, hak apaçık ortaya çıktıktan sonra bile peygamberle çekişiyorlardı. Böyle bir şey mümkün mü değil mi diye sormaya gerek bile kalmaksızın ayetten bunun mümkün olduğunu öğreniyoruz. Demek ki hak apaçık ortaya çıktıktan sonra üstelik peygamber hayattayken bile sahabe onun hükmüyle çekişebiliyormuş. Aynısı neden peygamberin vefatından sonra hilafet konusunda olmasın? Kırtas hadisesi de buna başka bir örnek değil midir? Peygamber “Kalem-kağıt getirin, vasiyet yazacağım.” diyor, Ömer “Hayır getirmeyeceğiz ve vasiyet yazmayacaksın.” diyor.
Yine de ben hilafet konusunda sahabenin dini emirlere aykırı davranmadığını düşünüyorum. Çünkü Ali önünde sonunda Ebubekir'e biat ediyor. Bence mevzunun çözüm noktası burası. Eğer hilafet ilahi ve değişmez bir emirle Ali'ye verilmiş olsaydı Ali'nin Ebubekir'e biatı, peygamberin Ebu Cehil'e biatı gibi olurdu. Bu ise ittifakla batıldır. Allah tarafından görevlendirilen bir insan, Allah'ın emrine karşı gelen birine biat edemez. O halde A şıkkını elememiz gerekir.
Açıkçası bu aşamada diğer iki şık arasından C şıkkına daha yakın olmam gerekirdi. Çünkü peygamberin mevla olma ciheti hem dünyevî hem dinîdir. Bu durumda onun dünyevî mevlalığı dinî mevlalığını kuşatır. Örneğin peygamber, devletin içindeki Yahudilerin de dünyevî anlamda yani yönetici olması anlamında mevlasıydı. Müslümanların ise hem dünyevî anlamda hem dinî anlamda mevlasıydı. O halde hükmün umumunu çiğnememek için halife tayininin dünyevî bir emir olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Çünkü salt dinî bir emir olsaydı mevlalık peygamberin hükmü altındaki gayrımüslimleri kapsamazdı. Bu ise hükmün umumuna terstir. Halbuki hadise göre hükmün umum bildirmesi gerekiyordu.
Bu sonuca göre peygamberin Ali’yi halife olarak tayin etmesi ve sahabenin bu tayine uymaması, dünyevî bir emre itaatsizliktir. Çünkü hilafet dünya işidir ve sahabe, içinde bulunduğu şarta göre en doğru kararı vermeye çalışmıştır. Kesin olan şudur ki peygamber bir şey emrettiğinde sahabe ona “bu vahiy midir kendi görüşün müdür” diye sorardı, vahiyse tartışmasız uygularlar(2), vahiy değilse bu emre karşı gelebilirlerdi. O halde sahabenin vahiy olmayan konular hakkında peygambere itiraz etme hakkı olduğu hususunda emin olabiliriz. Ali’nin halife olarak tayin edilmesi de bu aşamaya kadar bu şekilde anlaşılabilir. Fakat bu ancak halife tayini salt dünyevî bir emir olsaydı geçerli olurdu. Hem dünyevî hem dinî bir emir olması ihtimali ise henüz ele alınmamıştır.
Burada C şıkkını kabul etmek hususunda önümüze taraflarca ittifak edilmiş bir engel çıkıyor. Bu engel imametin salt dünyevî bir makam değil aynı zamanda dinî bir makam olması. Örneğin zamanın imamına biat etmeden ölenin cahiliye ölümü ile öleceğine dair hadisler meşhurdur. Bunun gibi başka hadisler de vardır ve bu tür hadislerin iki mezhebin kaynaklarında da sayıları oldukça fazladır. Dolayısıyla yukarıda C şıkkını destekler şekilde zikrettiklerim ancak peygamberin halife tayini salt dünyevî bir tayin olsaydı geçerli olurdu. Fakat zikrettiğim üzere eldeki veriler, Ali’nin halife olarak tayin edilmesinde dünyevî bir tarafın varlığının yanında dinî bir tarafın da varlığını gösteriyor. Bu durumda elimizde B şıkkından başka bir ihtimal kalmıyor.
Bu ise açıkça tarihselcilik düşüncesine kapı aralanması manasına gelmektedir. Yani bu durumda peygamber ilahî bir emir olarak Ali’yi halife tayin etmiş, sahabe ise bu tayinden sonra şartların değişmesi gerekçesiyle Ali’nin hilafetini kabul etmemiş ve kendilerine daha uygun gördükleri birini yani Ebubekir’i halife seçmişlerdir.
Ebubekir’in halife seçilmesinde kilit rol oynayan kişinin Ömer olması da bence manidar. Çünkü Ömer halifeliği döneminde, “dinî” olduğunda ittifak edilen muta nikahı ve gayrımüslimlere zekat verilmesi gibi birçok uygulamayı “şartların değişmesi gerekçesiyle” kaldırmıştır. Bunların hepsi de ilahî vahiy ile sabit olan meselelerdi ve Ömer onlardaki illeti ve hikmeti aklen tespit ederek şartlar uygunsuz hale geldiğinde bu hükümlerin iptal edilmesi gerektiğini söyledi ve iptal etti. Bu tespitlerinde tek tek haklı olup olmaması ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber burada daha ilkesel bir şeye odaklanmamız gerekiyor. O da dinî dahi olsa bir hükmün dayandığı illet ve hikmetlerin olduğu ve şartların değişmesiyle bu illet ve hikmetlerin aynı hükmün iptal edilmesini gerektirmesinin mümkün olduğunun sahabe tarafından da uygulamalı bir şekilde kabul edildiğidir. İşte hilafet meselesindeki durum da diğer şıkların elenmesi neticesinde bu olmalıdır.
Ali ve beraberindekiler ise Ebubekir’i halife seçen sahabenin bu içtihadını doğru bulmamakla beraber işi düşmanlığa ve tekfire vardırmazlar. Bunun yerine uzun süre Ebubekir’e biat etmezler. Yine de Fatıma’nın vefatı bu hususta da milat olacaktır ve bundan sonra Ali de İslam’ın bekası için Ebubekir’e biat edecektir. Şayet Ali’nin halife olarak tayin edilmesi ilahî ve değişmez bir emir olsaydı bu tayinin kabul edilmemesi Ali ve taraftarları nezdinde tekfir vesilesi olmak zorunda olurdu. Halbuki Ali, halifeliği sırasında gücü eline aldıktan sonra dahi kendisinden önceki halifeler hakkında önemsiz sayılacak sitemler dışında kötü söz söylememiştir. Bu da Ali’nin, peygamber tarafından halife olarak tayin edilmiş olmasına rağmen sahabenin bu karara uymamasını sahabenin içtihadı olarak gördüğünün delilidir.
Mehmet Tayfun Küçük
1- Her ihtilafın tarihsel veriler hakkında olduğunu söylemiyorum. Buradaki ihtilafın böyle olduğundan bahsediyorum. Elbette yalnızca yorum farkından kaynaklanan ihtilaflar da olabilir. Fakat konumuz açısından önemli olan ihtilaf, tarihsel veriler hakkındaki ihtilaftır.
2- Her ne kadar Enfal Suresi 6. ayetteki gibi bu tür emirleri bazen çiğnemiş olsalar da…
Onlar eski ümmetti, bizim ümmette böyle şey olmaz denirse Enfal Suresi'nin 6. Ayeti ile delil getirilir. Müminlerden bir grup, hak apaçık ortaya çıktıktan sonra bile peygamberle çekişiyorlardı. Böyle bir şey mümkün mü değil mi diye sormaya gerek bile kalmaksızın ayetten bunun mümkün olduğunu öğreniyoruz. Demek ki hak apaçık ortaya çıktıktan sonra üstelik peygamber hayattayken bile sahabe onun hükmüyle çekişebiliyormuş. Aynısı neden peygamberin vefatından sonra hilafet konusunda olmasın? Kırtas hadisesi de buna başka bir örnek değil midir? Peygamber “Kalem-kağıt getirin, vasiyet yazacağım.” diyor, Ömer “Hayır getirmeyeceğiz ve vasiyet yazmayacaksın.” diyor.
Yine de ben hilafet konusunda sahabenin dini emirlere aykırı davranmadığını düşünüyorum. Çünkü Ali önünde sonunda Ebubekir'e biat ediyor. Bence mevzunun çözüm noktası burası. Eğer hilafet ilahi ve değişmez bir emirle Ali'ye verilmiş olsaydı Ali'nin Ebubekir'e biatı, peygamberin Ebu Cehil'e biatı gibi olurdu. Bu ise ittifakla batıldır. Allah tarafından görevlendirilen bir insan, Allah'ın emrine karşı gelen birine biat edemez. O halde A şıkkını elememiz gerekir.
Açıkçası bu aşamada diğer iki şık arasından C şıkkına daha yakın olmam gerekirdi. Çünkü peygamberin mevla olma ciheti hem dünyevî hem dinîdir. Bu durumda onun dünyevî mevlalığı dinî mevlalığını kuşatır. Örneğin peygamber, devletin içindeki Yahudilerin de dünyevî anlamda yani yönetici olması anlamında mevlasıydı. Müslümanların ise hem dünyevî anlamda hem dinî anlamda mevlasıydı. O halde hükmün umumunu çiğnememek için halife tayininin dünyevî bir emir olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Çünkü salt dinî bir emir olsaydı mevlalık peygamberin hükmü altındaki gayrımüslimleri kapsamazdı. Bu ise hükmün umumuna terstir. Halbuki hadise göre hükmün umum bildirmesi gerekiyordu.
Bu sonuca göre peygamberin Ali’yi halife olarak tayin etmesi ve sahabenin bu tayine uymaması, dünyevî bir emre itaatsizliktir. Çünkü hilafet dünya işidir ve sahabe, içinde bulunduğu şarta göre en doğru kararı vermeye çalışmıştır. Kesin olan şudur ki peygamber bir şey emrettiğinde sahabe ona “bu vahiy midir kendi görüşün müdür” diye sorardı, vahiyse tartışmasız uygularlar(2), vahiy değilse bu emre karşı gelebilirlerdi. O halde sahabenin vahiy olmayan konular hakkında peygambere itiraz etme hakkı olduğu hususunda emin olabiliriz. Ali’nin halife olarak tayin edilmesi de bu aşamaya kadar bu şekilde anlaşılabilir. Fakat bu ancak halife tayini salt dünyevî bir emir olsaydı geçerli olurdu. Hem dünyevî hem dinî bir emir olması ihtimali ise henüz ele alınmamıştır.
Burada C şıkkını kabul etmek hususunda önümüze taraflarca ittifak edilmiş bir engel çıkıyor. Bu engel imametin salt dünyevî bir makam değil aynı zamanda dinî bir makam olması. Örneğin zamanın imamına biat etmeden ölenin cahiliye ölümü ile öleceğine dair hadisler meşhurdur. Bunun gibi başka hadisler de vardır ve bu tür hadislerin iki mezhebin kaynaklarında da sayıları oldukça fazladır. Dolayısıyla yukarıda C şıkkını destekler şekilde zikrettiklerim ancak peygamberin halife tayini salt dünyevî bir tayin olsaydı geçerli olurdu. Fakat zikrettiğim üzere eldeki veriler, Ali’nin halife olarak tayin edilmesinde dünyevî bir tarafın varlığının yanında dinî bir tarafın da varlığını gösteriyor. Bu durumda elimizde B şıkkından başka bir ihtimal kalmıyor.
Bu ise açıkça tarihselcilik düşüncesine kapı aralanması manasına gelmektedir. Yani bu durumda peygamber ilahî bir emir olarak Ali’yi halife tayin etmiş, sahabe ise bu tayinden sonra şartların değişmesi gerekçesiyle Ali’nin hilafetini kabul etmemiş ve kendilerine daha uygun gördükleri birini yani Ebubekir’i halife seçmişlerdir.
Ebubekir’in halife seçilmesinde kilit rol oynayan kişinin Ömer olması da bence manidar. Çünkü Ömer halifeliği döneminde, “dinî” olduğunda ittifak edilen muta nikahı ve gayrımüslimlere zekat verilmesi gibi birçok uygulamayı “şartların değişmesi gerekçesiyle” kaldırmıştır. Bunların hepsi de ilahî vahiy ile sabit olan meselelerdi ve Ömer onlardaki illeti ve hikmeti aklen tespit ederek şartlar uygunsuz hale geldiğinde bu hükümlerin iptal edilmesi gerektiğini söyledi ve iptal etti. Bu tespitlerinde tek tek haklı olup olmaması ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber burada daha ilkesel bir şeye odaklanmamız gerekiyor. O da dinî dahi olsa bir hükmün dayandığı illet ve hikmetlerin olduğu ve şartların değişmesiyle bu illet ve hikmetlerin aynı hükmün iptal edilmesini gerektirmesinin mümkün olduğunun sahabe tarafından da uygulamalı bir şekilde kabul edildiğidir. İşte hilafet meselesindeki durum da diğer şıkların elenmesi neticesinde bu olmalıdır.
Ali ve beraberindekiler ise Ebubekir’i halife seçen sahabenin bu içtihadını doğru bulmamakla beraber işi düşmanlığa ve tekfire vardırmazlar. Bunun yerine uzun süre Ebubekir’e biat etmezler. Yine de Fatıma’nın vefatı bu hususta da milat olacaktır ve bundan sonra Ali de İslam’ın bekası için Ebubekir’e biat edecektir. Şayet Ali’nin halife olarak tayin edilmesi ilahî ve değişmez bir emir olsaydı bu tayinin kabul edilmemesi Ali ve taraftarları nezdinde tekfir vesilesi olmak zorunda olurdu. Halbuki Ali, halifeliği sırasında gücü eline aldıktan sonra dahi kendisinden önceki halifeler hakkında önemsiz sayılacak sitemler dışında kötü söz söylememiştir. Bu da Ali’nin, peygamber tarafından halife olarak tayin edilmiş olmasına rağmen sahabenin bu karara uymamasını sahabenin içtihadı olarak gördüğünün delilidir.
Mehmet Tayfun Küçük
1- Her ihtilafın tarihsel veriler hakkında olduğunu söylemiyorum. Buradaki ihtilafın böyle olduğundan bahsediyorum. Elbette yalnızca yorum farkından kaynaklanan ihtilaflar da olabilir. Fakat konumuz açısından önemli olan ihtilaf, tarihsel veriler hakkındaki ihtilaftır.
2- Her ne kadar Enfal Suresi 6. ayetteki gibi bu tür emirleri bazen çiğnemiş olsalar da…