“Korkma sen Türk’sün! Türkler hiçbir vakit,
hiçbir yerde, hiçbir şeyden korkmazlar”
Yıllar öncesi. Kurdun adı halen kurt, dağlarına kar yağmamış, ayaz henüz sert esmemiş. Çakır dikenler has bahçemizin ortasında boy vermemiş, verenler bahçeyi istila etmemiş. Gecenin içinde, bir elin parmakları kadarız. Ateşin aydınlattığı bir çadırın önünde duruyor gölgelerimiz. Ateş gözlerimizin içinde yanıyor. Tanıdık kimse yok ama yüzler hep dost. Ne biz davet bekliyoruz ne onlar soruyor. Ateşin yakınında, bulduğumuz taburelere ilişiyoruz. Ateş aslında içimizde kor. Başı dumanlı dağları, dolunayı, ufukları seyrediyoruz. Çay getiriyor biri, alıyoruz. Ne o kimsiniz diye soruyor ne biz yabancı gibi bakıyoruz. Aynı mahallede büyümüş, evimizi birbirimize emanet etmiş, aynı sokaklardan geçmiş, aynı caddelere çıkmış gibiyiz. Henüz birbirimizde büyük kusurlar aramıyoruz. Her şeyden evvel gençliğimiz var. Başarırız diyoruz. Yılmayız, yıkılmayız. Derin şafağa doğru oradan kalkıp, başka bir yöne doğru gidiyoruz. İrili ufaklı bir sürü çadır. Bir tanesinin önünde duruyoruz. Uykumuz gelmiş ama sabah soğuğu peşimizde. Çadırın geniş zemini üstünde uyuyanlar, sohbet edenler, ufukta doğacak güneşi özleyenler. Biz de bir köşeye uzanıyoruz. Yokluk yok ama varlık zamanları da değil. Zaten pek de aramıyoruz. Koca bir çadır örtüsünü çekiyoruz üstümüze ve uykuya dalıyoruz. Tanımadığımız ve belki de bir daha hiç karşılaşmayacağımız insanlarla aynı yerdeyiz. Hayallerimiz var, umudumuz sonra. Yüce bir dağ başında, Erciyes’teyiz. Belki de son kez ve belki de son kez olduğunu bilmeden.
Sohbet demini üç günde almaz, dostluğu kavi olana da yetmez ama yola yeniden ram olmadan, demlendirmek derdindeyiz. Yine de ne kadar geç olsa dahi bir o kadar da erken geliyor zaman. Sırası gelen kalkıyor, diğerlerini Allah’a emanet edip. Biz de öyle bir günde düşüyoruz yola, bir daha o yüce dağ başına gidemeyeceğimizi, gitsek de aynı hali bulamayacağımızın farkında bile olmadan. Yine de yolculuğumuz sürüyor. Bir kere yolcu oldun mu hep gidiyorsun zaten. Çok şey değişiyor. Rüzgarlar, rüzgar gülleri, sapanlar, sapan taşları, bitmeyen haftalar, değişen yaftalar, adaya veda edenler, yedekten gelenler, cam kenarına geçenler, arka kapıyı tutanlar, sotede yatanlar, kılıçlar ve taşlar, çuval boyu mızraklar, sokağın başından geçenler, gecenin içinden çıkanlar, karanlıkta koşanlar…
Bir elin parmakları kadarız yine fakat yangınlar, seller, hançerler, bitmez denilen geceler içinden geçmişiz. Geldiğimiz yeri biliyoruz, gideceğimiz yere dair fikrimiz berrak. Ekmeği ağzında taşıyan aslan mı muhatabımız, ekmeği aslana kaptıran mı ona bakıyoruz. “Madem yüzme bilmiyorsun, neden çıktın ağaca” esprisindeki manayı ve “Güneşli havada şemsiyeni al da yağmurda sen bilirsin” tercihindeki işareti daha çok düşünüyoruz. Balıklar mı karıncaları yiyecek yoksa karıncalar mı balıkları meselesi suyun tasallutundan çıksın diyoruz. Dağlara, taşlara yazılanlar yahut kazınanlar lafta kalmasın istiyoruz. Belki de gereğinden fazla düşünüyoruz ve bu yüzden gereğinin düşünülmesi ihtimalinin görüş alanında yaşıyoruz. Yahut yaşayanları tanıyoruz. Bu yüzden de yeri gelince onlar için konuşacak, yeri gelince koşacak, yeri gelince de birbirimizin ardında dağ olacağız. Primo’ların Orhan’ı yahut Orhan’ların Primo’su olacak ve Türklük için kalplerde yanan ateşe üfleyeceğiz. Aleko olmamızı bekleyen veya bizi öyle ilan edenlere Ali olduğumuzu gösterecek; “diyet, diyet” diye bağıranların yüzüne istedikleri diyeti Koca Ali gibi fırlatacağız. Oturduğumuz kaftanın parasını falan verdi diyenlerin sözlerine karşılık, Muhsin Çelebi gibi arkamıza bile bakmayacak ve kılıçlarımız ne kadar süslü olsa da maksatlarını ifa edebildiklerini aşikar edeceğiz.
Ve Başbuğ’un dediği gibi kadife eldiven içinde çelik yumruk olacak, bıçak kemiğe dayandığında, kavga etmek zorunda kaldığımızda ise öyle bir kavga edeceğiz ki, bir daha kimse bize saldırmak cesaretini bulamayacak!
Veysel Çıtlak