Serinin ilk yazısında anaokulundan liseye kadar gelen eğitim-öğretimi ele almıştım, ancak ilk veya ortaokul öğretmeni olmadığımdan ve kapsamı geniş olduğu için belli başlı en önemli noktalara değinebilmiştim. Burada ise eğitimin lise veya diğer adıyla ortaöğretim kademesini ele alacağım. Ben lise öğretmeni olduğum ve çeşitli lise türlerinde çalıştığım için buradaki ayrıntılara tamamen hakimim.
Lise Zorunlu Olmalı
İlk olarak şuna cevap verelim, lise zorunlu olmalı mı? Bu soruya çok kafa yordum ve uzun zaman boyunca zorunlu olmaması gerektiğini düşündüm ama son günlerde bu fikirden vazgeçtim; evet lise zorunlu olmalı ama bu şekilde değil. Eğer liseler düzgün şekilde revize edilirse zorunlu olması eldeki insan sermayesinin şehirlileşmesi ve daha kaliteli hâle gelmesi bakımlarından çok faydalı olur.
Mevcut hâliyle liselerin nereden baksanız yarısı, işsizlik ve suç oranını düşürmek için var. 15-18 yaş arası gençler, günün belli saatlerinde hapishane duvarı gibi çevrilmiş yapıların içinde duruyorlar ve bu esnada sokakta olmadıkları ve öğretmenlerin gözetimi altında tutuldukları için suç oranı düşüyor. Yine bu esnada iş aramadıkları için işsiz sayısı az. Özellikle meslek liselerindeki birçok öğretmen, kendisinden beklenenin öğrencileri taşkınlık çıkmadan sınıfta tutmak olduğunu dile getiriyor. Gelişmek ve ilerlemek isteyen bir devletin eğitim kurumundan tek veya en önemli beklentisi bu olmamalı.
Spor Liseleri Yaygınlaşmalı
Öncelikle Türkiye'de lise seviyesinde gördüğüm en önemli eksiklik, spor liseleri. Seksen beş milyon nüfusa sahip ve genç nüfus oranının görece yüksek olduğu bir ülkeyiz ama buna rağmen spor liselerimiz çok az. Halkın geneli spordan bihaber. Benim yaşadığım Bahçelievler, altı yüz bin nüfusuyla İstanbul'un en kalabalık ilçelerinden biri. Buna rağmen bir tane spor lisesi yok. Spor lisesini geçtim, çoğu okulunda spor salonu dahi yok. Hâlbuki Türkiye'nin her ilçesinde spor lisesi olmalı. Belli nüfusun (bence iki yüz bin) üzerindeki ilçelerde birden fazla olmalı. Buralarda şartlar el verdiğince mümkün olan her spor dalı yer almalı.
"Gerçek Hayatta" İşe Yarayacak Dersler
İstisnasız her lisenin spor salonu olmalı. Aksi rezalet bir durum ve Türkiye'de maalesef çoğu lisenin spor salonu yok. Gençlerimiz en enerjik çağlarını hımbıllaşarak ve hareketsiz, yeme içme düzeni bozuk olarak geçiriyorlar. İstisnasız her sınıfın haftada iki gün ikişer saatten toplam dört ders saati beden eğitimi dersi olmalı. Bu ders kendi içerisinde branşlara ayrılmalı ve futbol, basketbol, voleybol, vücut geliştirme, dövüş sporları, yüzme vb dallarla seçmeli olarak dizayn edilmeli. Diyetisyen takvisesiyle çok ciddî ve takip edilen beslenme programları verilmeli. Gençler nasıl besleneceklerini öğrenmeli. En önemli noktalardan biri, beden eğitimi dersleri öğleden sonra olmalı. Vücuduyla barışık, kendini keşfedebilen, herkesten önce kendisiyle rekabet eden bir nesil için çok iyi sonuçlar verecektir.
Öğleden sonra matematik, fizik, edebiyat, tarih gibi teorik dersler olmamalı. Yukarıda bahsettiğim beden eğitimi dışında kalan üç günde öğrenciler ikişer saat seçmeli olarak botanik, iş eğitimi (tamir ve kurulum üzerine), el işi, gastronomi, müzik vb dersler görmeli. Gençler bir ağaç veya sebze yetiştirmeyi, musluk tamir etmeyi, IKEA'dan aldıkları bir dolabı kurmayı veya direkt bir sehpa yapmayı, yemek pişirmeyi, müzik âleti çalmayı öğrenebilmeli. Bu hem "gerçek hayatta" işlerine yarayacak hem meşgul olmalarını sağlayacak hem özgüvenlerini artıracaktır.
Tiyatroya önem verilmeli. Namık Kemal'in dediği üzere "Tiyatro en faydalı bir eğlencedir." ve ilk insanlardan bu yana tiyatro her zaman değerini korumuştur. Hem göze hem kulağa hitap eden yapısıyla izleyiciyi büyük ölçüde etkiler ancak tiyatroyu oynayan için eşsiz bir deneyimdir. Metnin, kıyafetin, müziklerin hazırlanması, ekip hâlinde çalışma, süreç sonunda ürün ortaya koyma ve kalabalık bir kitleye karşı performans sergileme gibi kıymeti göründüğünden çok daha büyük ve yaşamadan anlaşılamacak değerde bir aktivite. Bu konuda mesela tiyatro sanatçılarına okullarda ders verdirilebilir veya bir yarışma düzenlenip kazanan okul, ilgili şehirde bulunan Devlet Tiyatrosu ile bir oyun hazırlayabilir.
Meslek Lisesi Memleket Meselesi
Türk eğitim sisteminin en önemli problemlerinden biri meslek liseleridir. Mevcut sistemde en başarılı öğrenciler fen liselerine, sonrakiler "prestijli" Anadolu liselerine, sonra sosyal bilimler liselerine, bunlardan birini kazanamayıp ilköğretim diploma puanı yüksek olanlar Anadolu liselerine, kalanı ise genellikle okuma talebi olmamasına rağmen meslek liselerine gidiyor. Yani akademik olarak en başarısız öğrenciler meslek lisesinde diyebiliriz. Bunda bir beis yok, normaldir ancak sıkıntı şu ki bu öğrenciler meslek liselerine, muhtemel yeteneklerine göre değil kafalarına göre gidiyorlar. Önceki yazıda temas ettiğim üzere, eğer ortaokulda öğrencilerin eğilimi ve yetenekleri keşfedilirse en azından gidebilecekleri meslek lisesi bölümleriyle uyum ve alakaları artacaktır. Bunun dışında, mevcut sistemde meslek lisesinde bir çocuk haftada kırk beş saat olmak üzere takriben 15-16 ders görüyor: Edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe, matematik, fizik, kimya, biyoloji, din kültürü, yabancı dil kesin olarak var, üstüne trafik, temel dini bilgiler, peygamberin hayatı, Kur'an-ı Kerim, astronomi seçmeli dersler ve meslek dersleri... Bu yıkımdır! Baştan aşağı dört yıllık bir rezalettir. Çocuk zaten ortaokulda akademik başarısı düşük olduğu için meslek lisesine gelmiş ama "fırsat eşitliği" adı altında kendi mesleğini ilgilendirecek dersler hariç on bir, on iki ders daha görüyor. Kırk beş saatlik hafta boyunca sadece on iki saat meslek dersi işleniyor. Sanırım dünyanın en vasıfsız işcilerini yetiştirmek için. Buradan ne başarı ne meslek eğitimi çıkar.
Meslek liselerinde olması gereken eskisi gibi toplamda üç yıllık bir eğitimdir; ilk iki yıl öğretim, üçüncü yıl staj olmalıdır. İlk iki yılda öğrenci beş gün boyunca öğleden önce meslekle ilgili direkt uygulamalı ders görmeli, öğleden sonra yukarıda bahsettiğim beden eğitimi, gastronomi gibi seçmeli dersler olmalı ve tamamen okuma yazma üzerine iki saatlik bir edebiyat dersi, dört işlem ile dükkân muhasebesi üzerine iki saatlik bir matematik dersi, yine tamamen uygulamalı olarak asla ama asla gramer vermeden yabancı dil dersi olmalı. Üçüncü yılda ise dört günlük staj, bir günlük edebiyat, matematik, yabancı dil dersi olmalı. Bunu söylediğimde "Yok efendim tarih görmeden olmaz, divan şiirini bilmeden olmaz, peryodik tabloyu bilmeden olmaz." gibi laflar ediliyor. Yahu sanki bu dersleri görünce bunları biliyorlar mı? Çocuğun merakı varsa internet çağında zaten bunları öğrenebilir. Meslek lisesinde bunlar gerekmez, ilköğretimde verilecek dilbilgisi, fen bilgisi ve vatan millet sevgisi yeterlidir. Program söylediğim ölçüde sadeleşmelidir. Böyle bir ders programına dönülmedikçe kimse kusura bakmasın, Türkiye'nin meslek liseleri beş para etmez. Öğrenciler içinden üniversitelerin mühendislik vb lisans bölümlerini düşünenler olursa bunlar için devlet isteğe bağlı hafta sonu kursları verebilir. Sınava hazırlanmak isteyen bu şekilde hazırlanabilir.
MEB, meslek liseleri ile özel sektör arasındaki işbirliğini geliştirmeli. Gerekirse liselerin meslek programları ve meslek öğretmeni atamaları şirketlerle birlikte düzenlemeli. Öğrenci liseden çıktığı zaman mümkünse işi hazır olmalı. TÜİK bu konuda devreye girip Türkiye'de piyasanın ihtiyaç duyduğu kalifiye eleman sayısını belirleyip meslek liselerinin bölüm ve kontenjanlarını buna göre düzenlemeli.
Fen ve Anadolu Liseleri
Şimdi sınavla girilen okullara temas etmek etmek gerekirse, bu konuda ilk söylemek istediğim, Türkiye'de asla ama asla merkezî sınavlar kaldırılmamalı. Eğer LGS kaldırılırsa göreceksiniz, fen lisesine müdürün eşi dost akrabasının çoluğu çocuğu doluşur. Bu okullar yine merkezî sınavla alıma devam etmeli.
İkinci olarak, bu okullar şu an "proje okulu" adlı bir uygulamaya dâhil ve inanın görüp görebileceğiniz en barbat uygulama. Niye? Çünkü öğretmen seçimi berbat. Bundan daha kötü bir öğretmen seçimi olamaz ama şimdi AKP Türkiye'sinde hiç de şaşırmayacağınız sistemi anlatacağım. Kabataş Lisesini ele alalım. Sizce Kabataş Lisesi, bünyesinde çalışacak öğretmenleri nasıl belirliyordur? Kabataş Lisesinde hangi öğretmenler çalışıyordur? Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde dediği gibi "Tabiî ki müdürün akrabaları." Akrabadan kasıt, illa amcaoğlu olmasına gerek yok, proje okulunda çalışacak kişileri müdür seçiyor. Bu seçimde sizin doktoralı olmanızdan tutun saçınızın sağa yatık olmasına kadar geniş bir yelpaze yani keyfîlik var. Eski Türkiye'de fen veya Anadolu lisesinde çalışacak öğretmenler alanlarıyla ilgili bir sınava girerlerdi ve bu sınavdan aldıkları puanla okul tercih ederlerdi. Bu sisteme tekrar dönülmelidir. Evet salt bilgi her şey değildir ama diyelim Kabataş'ta beş edebiyat öğretmenine ihtiyaç var. Yaparsın sınavı, en yüksek alan on kişi mülakata girer, mülakatta da alanıyla ilgili kayıtlı sualler sorulur, kayıtlı cevaplar verilir ve en başarılı olanları alırsın.
Fen ve Anadolu liselerinin yapılarına gelince. Bunlarda sınıflar kesinlikle branş üzerinden dizayn edilmeli. Yani sabit bir sınıf olmasından ziyade, her dersin kendine ait sınıfları olmalı. Fizik, kimya, biyoloji laboratuvarları, edebiyat için kütüphane ve yazma atölyesi, coğrafya için her türden haritanın bulunduğu bir sınıf ve kesinlikle bilgisayar odası olmalı; Office programlarını kullanmayı bilmeyen tek öğrenci kalmamalı. Her lisede en azından on bin kitaplık kütüphane kurulmalı ve bunlar bilişim teknolojileriyle desteklenmeli.
Yazı Kültürü Gelişmeli
Öğrenciler yazmaya teşvik edilmeli. Türk milleti yazma konusunda hâlâ çok geride. Günlük, hatırat, gezi yazısı, blog yazısı gibi türler çok önemli. Hem Türkçeyle hem yabancı dilde bu tür yazılar kaleme alınmalı ve ilgili derslerin öğretmenleri yazma işini sıkı takip etmeli. Okul idaresi ve teftiş kurulları da bu konuda öğretmenleri denetlemeli. Bu alışkanlık oturursa yarın fen lisesinden çıkıp ileride mühendis olan bir genç, yaptığı işleri de yazacaktır. Böylece her alanda büyük bir meslekî gelişim ve tecrübe (knowhow) kaydedilir. Avrupa'da insanlar günlüklerini bile bastırıp yayımlayabiliyorlar veya öğretmen, mesleğiyle ilgili yazdıklarını sonradan düzenleyip kitap hâline getirip gelecek nesillerdeki meslektaşlarına aktarabiliyor. Bizde ise dilekçe yazmayı dahi bilmeyen üniversite mezunundan geçilmiyor.
Ezberci Eğitim
Ezberci eğitim ifadesi artık biraz 90'lardaki "eğitim şart" ifadesine döndü. Herkesin dilinde ama altını dolduran yok. Bu konuda iki türlü ezberden söz edilebilir; ilki bildiğimiz basit bilgilerin ezberlenmesi. Mesela kendi dersim için örnek verecek olursam lise edebiyat kitabında bile Tanzimat dönemindeki "ilk" roman türlerinden bahsediliyor. "İlk tarihî roman Namık Kemal'den Cezmi." diyor öğretmen, kitapta zaten yazıyor ve bunu deftere not aldırıyor. Tarih dersinde Zitvatorok Andlaşması'nın maddeleri yazdırılıyor, sınavda soruluyor. Hiçbir işe yaramayan bomboş malumatfuruşluklar, sadece hafızaya yük. Atları eşek etmek için birebir. Bundan dört yüz sene önceki artık alakamızın kalmadığı bir yerle ilgili olan andlaşmanın maddeleri "gerçekten" ne işe yarayacak? Bunun yerine misal "İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi" incelense ve bunun üzerinden bir tarih anlatısı tartışmalarla şekillense çok daha faydalı olacaktır. Aynı şekilde Lozan Andlaşması da basit ezberle geçiştiriliyor, hâlbuki bizi doğrudan ilgilendiren bir andlaşma. İşte sonra görüyoruz yazar çizer tayfanın ve sokağın hâlini.
İkinci tip ezber ise sorgulamanın önüne ket vuran ezber ve bu ilkinden çok daha kötü, eğitimdeki esas problemlerden biri. Bunda da mesela "İlk edebî roman Namık Kemal'den İntibah." diyor öğretmen, yine not tutturuyor falan. Türkiye'deki bütün öğretmenler odalarını gezin, şuna itiraz edecek edebiyat hocası iki elin parmaklarını geçmez. "İlk edebî roman" nedir Allah aşkına, "edebî" olmayan roman mı var? "Yenilebilen yemek" gibi bir şey demek bu. Hâlbuki kaliteli veya değil, bütün romanlar zaten edebîdir, edebiyatla ilgilidir. Bu ilginin sonucudur. Ancak İntibah'a "ilk edebî" demek, ondan önceki romanların edebî olmadığını, edebiyat dışı olduğunu iddia etmek anlamına gelir ve saçmalıktır. Yahut yine bize ezberletilen, "Cumhuriyet en iyi rejimdir." gibi bir örnek de verilebilebilir. Bu önermeye göre cumhuriyetle yönetilen ülkeler, durumu en iyi ülkeler olmalıdır. Örneklerimize bakalım Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore). Burada bizim "en iyi" olan rejimimizi yanlışlayabilecek üç buçuk örnek var. Hâlbuki İngiltere, İspanya, Hollanda, Japonya gibi bir çırpıda sayılabilecek ve dünyanın kahir ekseriyetinin yaşamak isteyebileceği ülkeler meşrutiyetle yönetiliyor. İşte bu, mantığa ket vuran bir ezberdir ve dersler bu tarz ezberlerden uzak durmalı, aksine istisnasız her şeyin sorgulanabileceği bir tartışma ortamı hâline gelmelidir. Üstte bahsettiğim yazma kültürünün gelişmesiyle bu konu ilgilidir. Ezberciliğe karşı yazmaya ek olarak, konuşma pratiklerine ağırlık verilmelidir. O zaman doğaçlama daha iyi konuşan nesiller elde edebiliriz.
Edebiyat için söyleyecek olursam, eski dönemler ezberletiliyor ama güncel edebiyata dair hiçbir şey yok, program Orhan Pamuk'ta bitiyor. Devri geçeli otuz yıl olmuş. Hâlbuki bu ders lise birde güncelden başlayıp çıkan yayınlar okunmalı, üzerine konuşulmalı, sonrasında Cumhuriyet dönemi yazar ve şairleri üzerinde durulmalı. Ancak son sınıfta Cumhuriyet öncesi dönemler gösterilebilir. Neymiş Kutadgu Bilig ilk mesnevî imiş. Yahu bunu okutmadıktan sonra şu bilgiyi ezberletmek katır yükü. Çocuk gidip imzasını alabileceği, sohbet edebileceği yazarları okusun. Yaşar Kemal ile Kemal Tahir'i okuyarak mukayese etsin, sosyolojik yönden yorumlasın. Ama inatla gazelin ilk beyiti matla, son beyiti makta gibi artık 19. yüzyıl ortasında dahi unutulup gitmiş divan şiirinin boş ezbefleri olmasın. Hadi divan şiiri illa gösterilecek diyelim, en azından bir Hüsn ü Aşk baştan sona okutulsun. Yoksa mesnevînin özelliklerini ezberletmek artık bu çağda olacak iş değil. İlla eski dönemlerin bilinmesi, sevilmesi isteniyorsa belki oyun tasarlama gibi uygulamalara gidilebilir. Mesela okullarda Online Deli Dumrul Oyunu tasarlansın yahut dizi senaryosu yazdırılsın, tiyatro oyunu şeklinde sergilensin. Çok daha ilgi çekici olacaktır.
Ezberle ilgili sıkıntı sayısal dersler için de geçerli. Bir matematik programını gelişmiş ülkeler ile karşılaştırdığımızda bizdeki matematik dersinin ortaokuldan itibaren ağır olduğunu, özellikle lisede, mühendislik fakültesinde olması gereken konuların bulunduğunu rahatlıkla görebiliriz. Fen bilimleri branşlarında ise tarih dersindekine benzer bir ezber yükü var. Hâlbuki bunlar yerine yine deney, gözlem, mantık yürütme üzerine öğrencinin aktif olduğu daha seyreltilmiş bir program olmalı.
Daha yazabileceğim çok unsur vardı ancak MEB buradakileri dahi başarabilse Türkiye'ye yeni bir çağın kapılarını açar. Sonraki yazımda üniversiteyi ele alacağım.