Milliyetçilik fikri birçok düşünüre göre modern bir kavram, fakat böyle bir varsayım dünyanın birçok bölgesindeki toplumların tarihlerinde açıkça gördüğümüz milliyetçi motifleri tarif ve analiz etmemizi zorlaştırıyor. Etno-sembolist yaklaşımlar, mesela, milletin başlangıcını modern öncesi döneme sabitliyor; Greenfeld gibi araştırmacılarsa daha da ileri gidip milliyetçiliğin modernizmin sonucu değil, sebebi olduğunu söylüyorlar:
(…) Fakat tarihi açıdan milliyetçilik (milli kimliklerin ve milliyetçilik ideolojilerinin ortaya çıkışı) sanayileşme ve kapitalizmin kurumsallaşmasından da, devletin tesis edilmesi ve kültürün sekülerleşmesinden de önce ortaya çıkmıştır. Teleolojik mantığa kapılmadığımız sürece, milliyetçilik bu daha sonra ortaya çıkan gelişmelerin bir sonucu olarak kabul edilemez. Aksine, milliyetçiliğin bunların sebeplerinden biri olduğunu düşünmek daha makuldür. (Greenfield 1996)
Millet ve milliyetçiliğin tam olarak ne zaman doğduğunun tespiti bu makalenin kapsamının çok ötesinde ve kullanılan metot ve teorilere göre varılan sonuçlar da değişeceğinden böyle bir başlangıcın tespiti belki de gerçekten imkansızdır. Fakat ister olgun bir milliyetçilik diyelim, ister onun iptidai bir öncülü diyelim, Ortaçağ metinlerinde milliyetçi temayüller vardır; yalnız ve basit bir yabancı-fobisini çok aşan, yapısal, kültürel ve kolektif bir bilincin hem siyasette hem şahsi tercihlerde millete öncelik verdiği örnekler. Ortak bir ataya dair duyulan inanç, bu ortak ata gerçek ya da kurgusal olsun, bir grup insanı topluma ve nihayet millete dönüştüren, Smith ve Connor’un dikkat çektiği önemli bir faktördür; (Smith 2009) bunun metinlerdeki örnekleri feodal bir dünyada bir unvanın yasal varisinin soyundan gelmek motifinin çok ötesine geçen, her ne kadar bugün gördüğümüz millet konseptindne daha iptidai olsa da adına millet diyebileceğimiz bir kimliğe ait olmak motifini açıkça gösteriyor.
Bu kısa makalenin kapsamı dahilinde bu tür örnekleri ikiye ayırabiliriz: Yönetici ve okur-yazar sınıflara mahsus olanlar ve sıradan halkın yarattığı yahut en azından benimsediği metinlerde görünenler; yani halk hikayeleri, şiirleri ve destanları. Bunun en kamil örneklerinden birisi, meşhur Gesta Hunnorum et Hungarorum’un yazarı Kezalı Simon tarafından 13. Yüzyılda kaleme alınmış. Macarların ilk Hıristiyan Kralı I. Istvan öldüğünde ülke karışıklığa sürüklenmiş ve Papalık onayıyla “hakiki bir Hıristiyan Kral” olarak taç giyen ilk hükümdar olduğundan henüz gelenekleri oturmamış bir toplumda kimin yeni Kral olacağı tartışmaları ve hatta çatışmaları başlamıştı. Saray entrikalarının sonucunda, Istvan’ın kızkardeşinin oğlu Peter tahta geçti – fakat etnik Macar olan Simon’a göre Macarlar bundan hiç memnun olmamışlardı:
(...)Kraliçe Gisela ve hainler encümeni, babası Venedikli bir Dük olan Venedikli Peter’i Macarlar üzerine kral ilan ettiler; bu sayede arzularının peşinde koşabilecek ve memleketi Almanların kölesi yapabileceklerdi.
Hükmetmeye başlar başlamaz Peter bir kralın yüceliğine yakışacak her tavrı rafa kaldırdı ve Latinler ile Almanlarla işbirliğinde Cermen kudurmuşluğuyla* kastı kavurdu – krallığın asillerini aşağılayıp memleketin zenginliğini “mağrur bir göz ve doymaz bir kalple” yağmalayarak. Muhkem mevziler, kaleler ve krallıktaki bütün memuriyetler Macarlardan alınıp Almanlara ya da Latinlere verildi. Ek olarak, Peter epey ahlaksızdı, dalkavuklarıyla birlikte utanmazca ve başıboş bir şehvetle hareket ettiler, Kral nereye gidiyorsa orada Macarların karılarına ve kızlarına tecavüz ettiler. Peter’ın maiyeti yüzünden o dönem hiç kimse karısının ya da kızının iffetinden emin olamıyordu. Diyarın kanunları hilafına halkının yaşadığı sıkıntıları görünce, krallığın prensleri ve asilleri bir araya gelip krala gittiler ve kendisi ile maiyetinin bu aşağılık hareketleri durdurmasını istediler. Fakat gurur ve öfkeyle dolan kral, kalbinde gizlediği kötülüğü ve zehri herkesin önünde şu sözlerle kustu:
“Böyle yapmaya kudretim oldukça memleketin her hakimini, komutanını ve memurunu bir Alman’a ya da Latin’e vereceğim; memleketi yabancılarla doldurup bu ülkeyi Almanların kölesi yapacağım.”
Bu an, Macarlar ve Kral Peter arasındaki çatışmanın başlangıcı oldu. (Kezalı Simon 1999)
Her vakanüviste olduğu gibi, Kezalı Simon’un da taraflı olabileceğini söyleyebiliriz; belki Peter’i şahsi olarak sevmiyordu, belki Peter’i devirenlerin soyundan gelen kral IV. Ladislaus’a yaranmak istiyordu. Lakin taraflı bile olsa, bu tarafını nasıl gösterdiği önemlidir: Kralı ahlaksız, hükmü altındakilerin kızları ve karılarına tecavüz eden biri olarak gösterse de bunu sırf şehvetten değil, Macarlara karşı etnik bir saikle yaptığını söylüyor: Simon’un sözleriyle Kral, Macarları silmek, yerlerine yabancıları getirmek ve Macarları köle etmek için yemin ediyor.
Halk şarkıları, destanlar, ağıtlar ve benzer metinler, Azar Gat’a göre, modern öncesi ve dolayısıyla “iletişim devrimi”nden çok önceki dönemde kimliklerin şekil aldığı ortamı oluşturuyorlardı. (Gat 2013) Gat, gezgin ozanların kültürün taşıyıcıları olup, birbirinden tecrit edilmiş toplulukların onların şarkılarındaki ve getirdikleri haberlerdeki motifler etrafında örülmüş bir ortak kimliği benimseyebilmelerini sağladığını söylüyor. Bu doğruysa, ünlü Gallerli şair Gruffudd ab yr Ynad Coch’un, son bağımsız Galler Prensi Llywelyn ap Grufudd’un ardından yazdığı ağıt, “yabancı”ya karşı “sıradan halk”ın takındığı tutuma dair çok güzel bir örnek:
Benimdir şimdi, bana kötülük eden Saxonlara öfke
Benimdir, bu ölüme tutulacak kederli yas
Benimdir, haklı bir sitem çığlığı Tanrıya
Beni onsuz bıraktığı için (Aberbach 2007)
Şayet alışıldık literatürün iddia ettiği gibi Ortaçağ Avrupa’sında insanlar etnik kökenlerine bakmaksızın yalnızca şahıslara aidiyet ve sadakat yükümlülüğü hissediyor olsalardı, Gallerli şair yeni ve kusurlu bir feodal lorddan şikayet eder, yahut onu zalim olmakla, hatta gayrımeşru olmakla itham edebilirdi; bunun yerine yeni efendilerin etnisitesine dikkat çekmeyi tercih ediyor: Açıkça görülüyor ki Llewelyn’in ölümünün İngilizler tarafından yönetilmek anlamına gelmesinden şikayetçi.
İki sınıfa ayırıp iki örnek verdiğimiz metinlerin üçüncü bir hibrit formu da mevcut ki, herhalde bütün dünya tarihindeki en şahane örneği, Orhun Abideleri’ndeki “Çin Kağanına yağı olmak” ifadesidir. Müellif, Türk beylerinin, asillerin yahut elitlerin değil, sıradan halkın, yani “karabudun”un “Kağanlı budun idim, kağanım hani? Devletli budun idim, devletim hani? Kime devlet kazandırırım?” diye düşünüp Çin Kağanı’na yağı yani düşman olduğunu söylüyor. Orhun Abideleri, hemen her tarihi vesika gibi, propaganda içerir: Müellifin görüşünü yansıtır, müellifin çıkarını gözetir. Diyebiliriz ki karabudunun gerçekten Çin Kağanı’na yağı olup olmadığını bilemeyiz. Ancak müellifin bunu söylemek ihtiyacı hissetmesi, böyle bir olay yaşanmamış olsa bile, mevcut plandaki Göktürklerin böyle olmasını dilediklerini de gösterir: Göktürk kimliğinin devamlılığı, ancak sıradan halkın topyekun Çin Kağanı’nı ve Çinlileri düşman görmesiyle mümkündür.
Özellikle Avrupa’da benzer metinlerin derlenmesi ve çalışılması, milliyetçilik çalışmalarına katkı yapacağı gibi, bazı kimliklerin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığının (ya da yok olduğunun) da anlaşılmasını sağlayacaktır. Mesela Geary, özellikle Erken Ortaçağ’da kimliklerin oldukça akışkan olduğunu, antik kimliklerle modern kimlikler arasında doğrudan, hiç kırılmamış tarihi veraset zincirleri varsaymanın yanıltıcı olabileceğini gösteriyor. (Geary 2002) Lakin etnonimler yer değiştirebilir – bugün Karaçayların kendilerine Alan demesi ve tarihi Alanların torunlarının Osetin adlandırılması, iki kimliğin sürekliliği olmadığı anlamına gelmez: Bir dönemin Karaçayları sair sebeplerle kendilerine Alan demeye başladıklarında, aynı dil, aynı kültürel motifler etrafında kimlik ve bu kimliğin milliyetçiliği görünmeye devam ediyorsa, marka isim değişikliğinin kimlik değişikliği anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Metinlerin derlenmesi ve tasnifi, etnonimlerin değişiminden bağımsız olarak mevcut milletlerin tarihi ve en iptidai nüvelerinin ne zaman ortaya çıktığına dair bir fikir verecektir. Daha önemlisi, millet ve milliyetçilik olgularının modern öncesi dönemdeki evrim basamakları belirginleşecek, etno-sembolist yaklaşımın argümanlarını tahkim edecektir.
M. Bahadırhan Dinçaslan
*Furor Teutonicus – Alman öfkesi, Alman kuduruşu. Romalıların Barbar Cermenlerle ilgili söylediği bu sözün asırlar sonra da kullanılmış olması ilginç. Daha da ilginç olan, Atsız’ın muhtemelen bu ifadeden haberdar olup “Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna” demesi.
Sözü Geçen Kaynaklar:
Aberbach, David. within «Myth, History and Nationalism: Poetry of the British Isles.» Nationalism and Ethnosymbolism, editors Athena S. Leoussi ve Steven Grosby, 84-96. Edinburgh: Edinburgh University Press, 2007.
Gat, Azar. Nations: The Long History and Deep Roots of Political. New York: Cambridge University Press, 2013.
Geary, Patrick J. The Myth of Nations: The Medieval Origins of Europe. Princeton: Princeton University Press, 2002.
Greenfeld, Liah. "Nationalism and Modernity." Social Research, Bahar 1, 1996: 9.
Kezalı Simon, The Deeds of the Hungarians. Translators Laszlo Veszpremy ve Frank Schaer. Budapest: Central European University Press, 1999.
Smith, Anthony D. Ethno-Symbolism and Nationalism: A Cultural Approach. Abingdon: Routledge, 2009.
Bahadırhan Bey, yazı için teşekkür ederim. Roma’yı içinde Etrüsklerin de olduğu 3 büyük aşiret(Tribute) kuruyor, Sabinler ve Latinler ile. Yazıda Cermenler ile alakalı kendilerini diğer gören bir aidiyete atıf yapmışsınız; Romalılık. Sizce Romalılık da bir millet midir? Amerikan milleti var mıdır? Türk milleti kavramına yapılan itirazlar bağlamında aklıma geldi, anakronizme düşmek istemem, ama yazınız aklıma bunu getirdi. Bazıları “Türk değil, Türkiyeli diyelim. Amerikalı gibi, Romalı gibi” de diyor. Bu itiraza karşı nasıl bir argüman oluşturulabilir objektif ve rasyonel zeminde. Teşekkür ederim.