7 Ekim 2023 Cumartesi günü Hamas’ın İsrail’e başlattığı saldırıyla birlikte Ortadoğu ve dünya gündemi yeni bir krizle ve en kötü senaryoda bir savaş tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Hamas’ın saldırısına İsrail’in ağır bir şekilde karşılık vermesi ve ardından diğer ülkelerin de jeopolitik çıkarları çerçevesinde hareket etmeye başlamasıyla geniş çaplı savaş çanları ciddi olarak çalmaya başladı. Peki globalleşen dünyada, yani dünyanın bir yanındaki bir girişimin diğer yanında etkisini gösterebileceği kadar küçülmüş bir dünyada İsrail – Hamas gerginliğini tek başına değerlendirmek ne kadar doğru? Acaba bu gerginliğin daha büyük ölçekteki bazı girişimlerin önüne set çekilmesi için kullanılan bir ‘fırsat’ olması mümkün mü?
Bazı jeopolitik ve mezhepsel çatışmalar nedeniyle Ortadoğu’daki doğal rakipler olan İran ve Suudi Arabistan, en başından beri bölgedeki yüksek tansiyonun en büyük sorumlularından ikisi olarak görülebilir. Diğer büyük güçlerin aksine yayılmacılık anlayışını askeri yollarla değil, ticari yollarla sürdürmeyi hedefleyen ve bu amaçla dünyanın dört bir yanına uzanan ticaret yolları kuran Çin için bu gerginlik pek de kabul edilebilir bir durum olamaz. Özellikle kurmayı düşündüğü yeni ticaret yolunun Ortadoğu’nun tam ortasından geçmesi planlanıyorsa.
Bu açıdan bakıldığında, 6 Mart 2023 tarihinde Çin’in başkenti Pekin’de, Çin’in aracılığında İranlı ve Suudi Arabistanlı üst düzey güvenlik yetkililerinin iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılması ve büyükelçilik ve temsilciliklerin karşılıklı olarak yeniden açılması gibi konularda anlaşmaya varmaları oldukça anlamlıdır. Şüphesiz ki Çin’in Ortadoğu’nun bu iki ezeli rakibi arasında arabuluculuk yapması, onun Ortadoğu’dan geçirmeyi planladığı yeni ticaret rotasının güvenliği açısından oldukça önem taşımaktadır.
İşte tam bu sırada, 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e saldırması ile bölgede güvenlik ve istikrar yeniden tehlikeye girmiştir. Bu durum karşısında Çin’in buradan geçirmeyi planladığı ticaret rotasının da büyük oranda tehlikeye girdiği açıktır. İsrail’in Hamas’a sert bir şekilde karşılık vermesi, İran ve Rusya’nın Filistin’i destekleyen açıklamaları ve ABD gemilerinin bölgedeki varlığı bize daha geniş bir perspektif sunmaktadır.
ABD ve Çin arasında ticaret konusunda rekabet gittikçe sertleşmektedir. Çin’in dünya çapında kurduğu ticaret yolları etkinliğini artırırken bunun Ortadoğu ayağını sekteye uğratmak, böylelikle Çin’in Ortadoğu’da etkinliğini artırmasının önüne geçmek için bölgede hali hazırda var olan bir gerginliği körüklemek olasılık dışı görünmemektedir. Zaten yukarıda da söylediğimiz gibi, İsrail ve Hamas arasındaki bu gerginliğin ardından batı bloklarının İsrail’e, doğu bloklarının ise Filistin’e destek vermesi tarafları daha belirgin hale getirmekte, iki bloğun da bölgede kendi etkinliğini artırmak için bir satranç oyuncusu edasıyla hareket ettiğini göstermektedir.
Peki Türkiye bu jeopolitik savaşın neresinde durmaktadır? Bu konuda stratejik mi hareket etmektedir yoksa ideolojik ve teolojik güdülerle mi hareket etmektedir? Osmanlı İmparatorluğu’nun eski toprakları olan bu yerlerde var olan gerilimlere yaklaşım Türkiye ve Türkler için her zaman çetrefilli bir konu olmuştur.
16. ve 17. Yüzyıllarda Fransa Başbakanlığı görevinde bulunmuş, aynı zamanda bir piskopos olan Richelieu, bugün bizim bildiğimiz anlamda modern devletin temelini atmıştır. Bunu da o zamana kadar diplomasi tarihinde görülmemiş olan ‘ulusal çıkar’ (raison d’etat) kavramını oraya atarak yapmıştır. Bu kavram o zamana kadar hep teolojik temellerle yürütülen diplomasiye tamamen yeni bir anlayış getirmiş, her şeyden önce ulusal çıkarların geldiğini ve bu uğurda herkesle ittifak kurulabileceğini ortaya atarak dönemim koyu Katolik Kutsal Roma İmparatorluk hanedanı Habsburglar’ı diplomasi açısından felce uğratmıştır.
Bunun ardından 19. Yüzyılda Almanya’yı birleştirerek Birleşik Almanya’nın ilk şansölyesi olan Otto Von Bismark, bunu ortaya attığı Realpolitik kavramı ile yapmıştır. Kabaca tanımlamak gerekirse Realpolitik ‘dış politikada gerçeklere uyum sağlayarak hedefe ulaşmak’ demektir. Bismark ideolojik saplantılarla değil, tamamen gerçekçi hareket ederek Almanya’yı birleştirmiş, ardından güç dengesi siyaseti ve kurduğu ittifaklarla onu ayakta tutmuştur.
Ulusal çıkar, Realpolitik ve güç dengesi kavramları diplomasinin seyrini öyle değiştirmiştir ki, 20. Yüzyılın başında diplomasiyi ‘kolektif güvenlik’ ve ahlaki değerler temelinde, tamamen Wilson’cı bir bakış açısıyla ele alan ABD bile daha sonra bu kavramları dış politikasını belirlemede dikkate almak zorunda kalmıştır.
İşte Türkiye de İsrail ve Filistin sorununu ele alırken tamamen ulusal çıkar ve Realpolitik kavramları çerçevesinde hareket etmek durumundadır. İdeolojik ve teolojik motivasyonlarla Filistin’e karşılıksız olarak verilen destek sadece ülkedeki bir kısım radikal azınlığı tatmin edecek ancak uzun vadede ulusal çıkarlara zarar verecektir. Unutulmamalıdır ki Filistin ve Hamas açıkça Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden terör örgütlerine destek vermekte, Türkiye – Ermenistan – Azerbaycan ilişkilerinde Ermenistan’ı desteklemekte ve KKTC’yi tanımamaktadır. Böyle bir oluşuma sırf teolojik açıdan, dini nedenlerle ve ülkedeki bir kesimi memnun etmek için destek vermek uzun vadede ulusal çıkarlara zarar verebilir. Unutmamak gerekir ki Türkiye gibi bölgesel güçlerin dış politikalarını sığ teolojik ve ideolojik fikirler çerçevesinde belirleme lüksleri yoktur. Devlet ciddiyeti ulusal çıkarlar ve gerçekler temelinde stratejiler belirlemeyi gerektirir.
Bölgedeki istikrarın bozulması şüphesiz Türkiye’nin aleyhine olan bir durumdur. Türkiye’nin yapması gereken gerginliği körüklemek değil, tam tersi itidal çağrısı yaparak uzlaşıya yardımcı olmaktır. Türkiye batıya yakın olmakla birlikte hala batı ve doğu blokları arasında bir denge siyaseti yürütmektedir. Bu nedenle yapması gereken devlet ciddiyeti içerisinde doğru bir strateji belirlemek, tabanını memnun etmek için bir takım fanatik ideolojileri desteklemekten kaçınmaktır.
SMMM Erol Nagaş
16.10.2023