Son on yıldır en çok duyduğumuz laflardan biri bu. Tahmin edeceğiniz gibi somut bir bilgiye, hatta bir duyuma değil, bir akıl yürütmeye dayanan bir iddia. Ülkemizde insanlar olan bitene bir anlam veremediğinde kolayca söylüyorlar bunu. Neden peki?
Anlam vermeyi (!) mi bilmiyoruz? Birileri bir yerlerde sürekli gizli şeyler yapıyor da bilgisi asla dışarı mı sızmıyor? Yoksa (benim makul bulduğum teoriyle açıklarsak) aşırı anlam mı veriyoruz?
Karışık mı konuşuyorum? Peki. Daha somut anlatayım. Ama bu seferde çok basite indirgemekle suçlamayın beni rica ederim.
İnsanlar, bilmedikleri şeylerden korkarlardı. Hayatları, sevdikleri, sahip oldukları eşya için bir tehlike mi olduğunu anlamadıklarında korkarlar, anlamaya çalışırlardı. Bu başlangıçta doğa olaylarıydı, hayvanlardı mesela. Karşılarındakinin “ne” olduğunu anladıklarında ona göre bir önlem almak da mümkündü; mesela kurt insanı öldürüp yerdi, ama ateşten korkardı ve kalabalık gruplara saldırmayı tercih etmezdi. İnsan bu sayede bir sürü bilgi biriktirdi.
Bir noktadan sonra (veya belki de yaklaşık aynı zamanlarda) “neden” sorusunu da sormaya başladı. Kurt neden bize saldırıyor? Çünkü karnı aç! Neden-sonuç ilişkisini kurmak insan için önemliydi, çünkü o zaman kendini daha rahat korumakla kalmıyor, doğa denen cangılı daha iyi kavrayabiliyordu. İnsan, taşıdığı riskleri ve tehlikeleri bilmediği için kaostan, belirsizlikten hep korktu. Belirsizlik hayvanları da korkutuyordu ama insanın asıl farkı bu durumla pençelerini değil aklını kullanarak savaşmasıydı.
(Hızla konumuza gelmeye çalışıyorum, merak etmeyin.)
Din ortaya çıktığında insanlar rahatlamıştı ne güzel. Deprem mi oldu, nedeni Tanrıydı. İnsan neden yaratılmıştı, nedeni Tanrıydı. Açıklayamadığı her şeyi doğanın kaprisi olarak görmektense bir Tanrının “işi” olarak görmek, olup bitene bir anlam veriyordu. Olup bitenin “neden”ini bilmek iyi geldi insanlara. Ne zaman ki din (bilimsel gelişmeler ve reformlar ve bin tane şey yüzünden) insanların anlam açlığını gidermekte aciz kaldı, o zaman “anlam arayışı” yeniden hortladı. Depremlerin “Tanrının gazabı” değil tektonik olaylar olduğunu öğrenince, yani dünyada olup biten her şeyin bilimsel bir düzeni olduğunu gören insanlık, bu sefer anlamı bilimde aradı. Dini metafizik alana hapsetti, somut neden-sonuç ilişkilerini çözmeyi de bilime havale etti.
(Şimdi zurna zırt diyor!)
Ama bilim (burada sadece fizik, kimya, biyolojiden değil, psikolojiden, sosyolojiden ve mesela hukuktan da bahsediyoruz) her şeye bir anlam vermeyi reddediyordu. Mesela neden seçime üç ay kala bir deprem oldu, Amerikan gemisinin yakınlardan geçmesiyle bir ilgisi var mı diye sorduğunuzda bilim umursamaz biçimde “yok efendim, ne alakası var?” diyordu (bkz. Celal Şengör). Ama bu olanların bir anlamı olmalıydı!? Olup biten ilginç, anlamlı (!) tesadüflerin sadece tesadüf olduğuna bizi kimse inandıramazdı!
Komplo teorileri bu nedenle 20. yüzyılda hayatımıza girdi, son otuz yılda da iyice tepemize çıktı! “Tepemize çıktı” diyorum, çünkü bu teorileri üretenlerin ve/veya yayanların en temel özelliklerinden biri de kibir!
Bence, komplo teorisyenlerinin temel güdüsü “anlam vermek”. Yani bu durum bilgiye, araştırmaya, somut delillere değil, zihinsel bir sürece, belirli bir psikolojiye işaret ediyor. Çok ilkel bir hissin daha komplike, sofistike ve gizli bir ifadesi komploculuk. Üstüne de sos olarak kendi aklına olan ultra-yüksek güven (yani kibir) eklenince tadından yenmiyor! Bir psikolojik durum olmasından dolayı da belirli bir gruba, millete, ideolojiye bağlamak zorlaşıyor, her grubun için böyleleri çıkabiliyor.
Somut birkaç örnek verelim. Mesela Gezi Olayları. İktidar yanlısı teori ne dedi vatandaşa “Bunların arkasında derin bir örgütlenme, bunları kışkırtan gizli bir güç var!”. E hani nerede o güç? Yıllardır savcılar, polisler, aklı evvel iktidar yanlısı gazeteciler bulabildi mi o gücü/güçleri? Önümüze bir banka dekontu, bir talimat mesajı, bir gizli buluşma videosu koyabildiler mi? Hayır. Sadece “akıl yürütme”ye dayalı delilleri (!) var. “Bu olaylar kendiliğinden OLAMAZ, o zaman birileri düzenlemiş, kışkırtmış olmalı”. Öyle olmalı, çünkü olmadığı zaman bunu diyenlerin kafasında kurduğu, her şeyin bir nedeni/anlamı olan düzen çatırdamaya başlıyor. Bu nedenle (daha doğru bu korkuyla) son derece eminler bu işin altında bir iş olduğundan. Bizi yoran kısmı ise şu, çok ısrarcılar ve bu akıl yürütmeye karşı çıktığınız anda rasyonel bir tartışma zemininden koşarak kaçıyorlar. “Sen anlamazsın”lar, “zaten bu işler gizli olur”lar, küçümsemeler, burun kıvırmalar gırla…
Bir başka örnek, HAARP meselesi. Depremi Amerika tetiklemiş efendim. Kesinmiş, böyle tesadüf olur muymuş? YouTube’da Ahmet Abi de söylüyormuş bunu, ona da inanmıyor muymuşum? Peki neden şimdi olmuş deprem? Yaaa, cevap veremezmişim. Bu aşamadaki konuşmada artık somut bilgilere gerek yoktur onlar için. Mesela bu teknolojinin olmadığı tarihlerde, 1912 depremi ve Balkan Savaşları arasında bir ilişki var mıydı, şimdi neden olsun? derseniz sizi küçümserler. Ya da ABD’nin yedi denizde sürekli gemisi var, emin ol son 50 yıldır her deprem sırasında oralardan geçen bir gemi bulabiliriz dersen dinlemezler. ABD’nin Rusya veya Çin veya Kuzey Kore gibi can düşmanları varken “ver oradan bizim rahibi” dediğinde teslim eden bir ülkeye neden saldıracağını açıklayamazlar. Ama bilmiş bilmiş sırıtırlar.
Örneklerin sonu yok, ama esas olan şu: “Bu işin altında bir iş var” diyenler aslında “bu işin altında bir iş olmalı” demektedir.
Bana sorarsanız (sormasanız da anlatacağım zaten) olup biten her şeyin bir anlamı olmaması gayet mümkün, hatta olası. Belki anlamı var ama biz henüz çözemiyoruz, belki bir kelebeğin kanat çırpması Amazonlarda fırtınaya neden oluyor, belki de bir gün evrendeki her şeyi açıklayan o ana formülü ve tüm değişkenlerini bulabileceğiz ve o gün neyin neden olduğunu anlamak ve yarını görmek mümkün olacak. Bilmiyorum, bilemiyorum. Şüpheyle yaklaşmanın en doğrusu olduğuna inanıyorum. Evet, illa bir şeye inan diyorsanız Kaos Teorisine inanıyorum!
Yan okumalar:
1. Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yayınları
2. Ergun Kocabıyık, Dünyanın Fısıltısı: Bir Mecaz Olarak Doğa Kitabı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
Din, anlamlandırır; bilim ise açıklar. Ne bilim, tam anlamıyla dini doğrulayabilir ne de din, bilimi onaylayabilir. İnsanın anlama arayışı kadar açıklama anlayışı da kadimdir. Bir insan, dindar olur veya olmaz; bilimi rehber edinir veya edinmez.. Bu, ancak onun kendi problemidir. Dini, bilimin; bilimi ise dinin yerine koymanın birtakım sakıncaları bulunmaktadır. Bugün bu sakıncaların sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Yazarı bu yazıyı yazmaya iten başlıca âmil de bu olmalı..