Türkiye’de son günlerde vahim gelişmeler yaşanıyor. Tarih sayfalarından seçme parçalar alınıp, üzerine ideolojik soslar eklenip siyaset malzemesi oluşturuluyor. Üstelik bu pazarlamacılık kültürü, iktidar partisinin içinden çıktığı kadar muhalefetin içinden de çıkıyor.
Daha önceki yazılarımı takip edenler “Tarihi birinci kaynaktan okumak gerekir” sözünü ısrarla tekrarladığımı bilirler. Tarih bu dergiden ve bu yazıdan nasıl öğrenilmeyecekse, magazin tarihçilerinin içi boş lakırdılarından da öğrenilmez. Tarih, tarih kaynağından öğrenilir. Bu kaynaklar da devlet arşivleri, o dönemi yaşayan kişilerin anıları ve daha eskisi için eklemek gerekirse vakanüvislerin yazdıklarıdır. Zaten benim burada yaptığım da tarih dersi vermek değil, sadece kafalardaki kirli bilgileri temizlemek yahut yerine temiz bilgileri yerleştirmek gayretidir.
Dersim İsyanı… Öncelikle bu ismin üzerinde durmak gerekiyor. Dersim, anlatıldığı gibi bir “katliam” değildir. Katliam, katletmektir. Eğer Dersim, yalnızca katliam olarak anlatılırsa sebepsiz yere Dersimliler öldürülmüş gibi algılanır ve bu doğru değildir. Ortaya sürülen iddialardan en büyüğü bu yöndedir. Bu iddia sahiplerine göre “Dersim harekâtı, Tuncelililer devletin tek tip vatandaş tanımına uymadıkları, yani Sünni ve Türk olmadıkları için sebepsiz yere” yapılmıştır. Dönemin yönetim biçiminin Türklüğü merkeze aldığı, yani devletin vatandaşlarını “Türk” olarak kabul ettiği gerçektir. Nitekim Atatürk, söylevlerinde ısrarla “Türk milleti” tanımını kullanmıştır. Ancak Dersimcilerin iddialarında sık sık dile getirdiği gibi bir “Sünni millet oluşturma çabası” kesinlikle yoktur. Daha düne kadar Ezan’ın, kametin ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi, liseler için yazılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabı ve Atatürk’ün bazı söylevleri nedeniyle “Sünni İslam düşmanı” ilan edilen yönetim, Dersim Harekâtı nedeniyle tek tipleştirici ve Sünnici ilan edilirse bunun adı en yumuşak tabir ile ikiyüzlülüktür.
Bu mukaddimeden sonra Dersim harekâtını zamandizinsel olarak ele almakta yarar görüyorum.
İsyanı ve harekâtı 1937 yılından itibaren anlamaya çalışmak, meseleleri bu yıla öncelik vererek anlatmak doğru değildir. Dersim, Osmanlı döneminde de isyanlarla anılmıştı. İkinci Abdülhamid döneminde yaşanan Rus savaşları sırasında varlığı ve huzursuzluğu hissedilen Dersim bölgesi hakkında yapılabilecekleri değerlendirmek için Zeki Paşa ve Ahmed Şakir Paşa görevlendirilmiştir. Ahmet Şakir Paşa’nın raporunda Dersim ile ilgili şu değerlendirmeler bulunmaktadır:
"Dersim ahalisi öteden beri haydutluk yolunu tutmuştur. Şimdiye kadar üzerlerine üç defa askeri harekât yapılmış ve fesat çıkaran aşiret reisleri ya idam ya da sürgün edilmişken çok geçmeden yeni reisler türemiş ve şekavet daha da artmıştır. Sadece sert tedbirler ve birçok adamın öldürülmesi gibi usullere başvurularak, bölgede askeri harekât yapılacak olursa bu da bir netice vermeyecektir. Bölgedeki asayişsizliğin başlıca sebebi fakirliktir. Suçluların cezasız kalması, halkta eşkıyalığın sıradan bir olay olduğu fikrini doğurmuştur. Dolayısıyla kanunların tatbik edilmesine engel yerleri ortadan kaldırmak gerekmektedir. İkinci aşamada ise cehaletin önlenmesi, batıl inançların düzeltilmesi, okullar açılması ayrıca Nakşibendî tekkelerin açılması lazımdır. Ayrıca yollar yapılarak şekavede yol açan sebepleri ortadan kaldırmak gerekir. Aşiret reislerine askerî harekâtın ciddiyetini anlatmak lazımdır.” (1)
O dönem düşünülen askeri harekâttan, “İslam kanı akmasın” düşüncesi ile vazgeçildiği biliniyor. Dersim sorunu, Osmanlı’nın son günlerinde soğumaya bırakılmış, sorun olanlar da bir süre isyan çıkartmaktan vazgeçmiştir.
Kurtuluş Savaşı öncesinde kurulan Ankara Meclisi’nde Dersim’in Diyap Ağa ile milletvekilliği katında temsil edildiğini biliyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren de ayrı bir varlık, adeta özerk bir bölge olarak kalmayı sürdüren ve değişmelere ayak uydurmayı reddeden Dersim üzerine isyan öncesinde bazı kanunlar görüşülmüş ve bu kanunlar ve kanun üzerine görüşmeler de meclis tutanaklarına geçmiştir.
1935 yılında Meclis açılış nutkunda konuşan Mustafa Kemal Atatürk, Dersim meselesine burada değinmiştir:
“Sayın arkadaşlar!
İç idare teşkilatımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek ihtiyacını duymaktayız. Yeniden iki genel ispektörlük ve yeniden bazı vilayetlerin kurulması da lüzumlu görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür. Vilayetlerimizin devamlı teftişini ve müşterek işlerinin bir elden takibini kollayan genel ispektörlerden çok faydalar bekliyoruz.” (2)
Aynı yıl doğu bölgelerini gezip bir rapor hazırlayan İsmet İnönü, Dersim’den bahsederken şu ilgi çeken notları yazıyordu:
“Dersim ıslahına bir program halinde tevessül edeceğiz. Program, hazırlık, silahtan tecrit ve icap ederse iskân safhalarını ihtiva edecektir.”
"Dersim vilayetinin teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır.” (3)
Söylemek gerekiyor ki, Dersim konusunda rapor hazırlayan yalnızca İsmet İnönü değildi. Bu konuda rapor hazırlayanlar arasında Fevzi Çakmak’ı, Hamdi Beyi, Cemal Beyi ve Şükrü Kaya’yı sayabiliriz. Bu raporlara örnek cümleler ile değinmek gerekir:
Hamdi Bey: Dersim cumhuriyet için bir çıbandır.
Fevzi Çakmak: Dersim cahildir. Dersimli okşanılmakla kazanılmaz.
4 Ocak 1936’te il isimlerinin Türkçeleştirilmesi gayreti ile Farsça “gümüş kapı” anlamına gelen Dersim adı, “Tunç eli” olarak değiştirilmiştir. Yani yaygın bilinenin aksine Dersim adı, isyan sonrasında değil isyandan çok önce Tunceli olmuştur. Bugün, bu isyanın adının neden “Dersim İsyanı” olarak anıldığının takdirini okuyuculara bırakıyorum.
Belirli bölgelere atanan umum müfettişlerinin, Dersim bölgesi yani Tunceli, Elazığ ve Bingöl vilayetlerine atanan ismi olan Abdullah Alpdoğan görevini başarı ile yürütüyordu. Dersim bölgesinin asayişi ile görevli olan Alpdoğan bölgenin eğitim, sağlık vs. gibi ihtiyaçları için de yetki sahibiydi.
Sürekli olarak başvurulan, içinden belirli sayfaları alınıp belirli sayfaları yok sayılan İhsan Sabri Çağlayangil’in anıları Dersim İsyanı’nın nasıl çıktığı konusunda da bilgi vermektedir. Bu anılara göre Atatürk, 1937 yılında Singeç Köprüsü adlı bir köprünün açılışı için Tunceli’ye gelecektir. Köprünün yakınlarına kurulan karakol isyancılar tarafından yakılır ve 33 asker şehit düşer. Aynı dönemde birçok köprünün temassızlık oluşması için yakıldığı ve birçok askeri birliğe “masum” Seyit Rıza’nın emriyle saldırı düzenlenir. Çağlayangil’in anılarında bu durum şöyle anlatılmaktadır:
“Yıl 1937 Şükrü Sökmensüer, Atatürk döneminin ünlü Emniyet Genel Müdürlerinden. Bir gün beni çağırdı. “Atatürk, Diyarbakır’da Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek” dedi. O tarihte Seyit Rıza, Dersim’in lideri. Aynı zamanda kendisi Peygamber sülalesinden geliyor. Seyit Rıza’nın bir de dini kimliği var. Fırat, Şeytan Köprüsü başında bir karakol var. Köprüye Dersimliler bir baskın düzenliyorlar. Baskında karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit ediliyor. İşte bu olay Dersim İsyanı’nın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve ilgililere kesin talimatı veriyor:” (4)
Kara harekâtlarında başarısız olan Abdullah Alpdoğan komutasındaki ordu çözümü hava harekâtı düzenlemekte bulmuştur. Döneminde ordu ile bir bağı bulunmamasına rağmen Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in de aralarında bulunduğu hava filosu Dersim’e hava harekâtında bulunmuştur. Başarıyla sonuçlanan hava harekâtı ve akabinde gelişen kara harekâtı neticesinde Eylül 1937’de Seyit Rıza’nın da aralarında olduğu isyancı grup yakalanır. Yargılama sonucunda idamına karar verilen grubun bir kısmı yaş geçkinliği nedeniyle hapis cezasına dönüştürülür ve Seyit Rıza birinci harekât sonunda idam edilenlerin arasındadır. Bu harekâtın sonlandığı sırada Atatürk’ün sağlığı yerindedir ve bölgeye yakın bir mevkidedir.
Temmuz 1937’de “Dersim Başkomutanı Seyit Rıza” namı ile yazılan ve yazan kişinin Seyit Rıza değil, o sırada Suriye’de bulunan Baytar Nuri lakaplı Nuri Dersimi’nin bugün İngiliz arşivlerinde bulunan mektubu da Seyit Rıza’nın asılmasında önemli bir etmendir lakin tek gerekçe değildir. İsyanın arkasında Hatay sorunu nedeniyle Fransa’nın, Musul sorunu nedeniyle de İngiltere’nin olduğu konusu ciddi bir iddiadır ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Terörist başı Abdullah Öcalan dahi, Dersim olayının arka planında Fransızların olduğunu söylemiştir. Öcalan, kendisini ilk sorgulayan isim olan Hasan Atilla Uğur’a bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklamıştır:
“Bakınız, Dersim Seyit Rıza olayı, Seyit Rıza ve aşiretini, maraba köylüyü ayağa kaldıran ve maddi destekte bulunan Fransızlardı. Neden, çünkü o tarihte Hatay problemi var. Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyorlar ve Dersim aşiretlerini başına bela ediyorlar.
Seyit Rıza ve yandaşı aşiretlerin derebeyliği Cumhuriyet ile sıkıntıya girmişti. Bundan dolayı çok rahatsızdılar, yöreye yollar ve okullar yapılmasını istemediler, bir kıvılcıma bakıyordu ve oldu. Yine binlerce insan telef edildi, binlerce aile perişan oldu. Yani hep kendi insanımız zarar gördü.” (5)
Yaygın bilinen bir başka olay da “Seyit Rıza’nın son sözleri” olayıdır. Seyit Rıza’nın asıldığı sırada söylediği “Ayıptır, zulümdür, cinayettir” sözü Türkçe değil Zazaca söylenmiştir. Ölmeden önce çekilen fötr şapkalı fotoğrafı ise anlatıldığının aksine kendi isteği ile değil, onu küçük düşürmek maksadıyla başına takılıp çekilmiştir. Seyit Rıza’nın fötrlü başka fotoğrafının olmayışı bunun en önemli delilidir.
Bu süreçte Cumhurbaşkanı’nın Atatürk, Başbakan’ın İnönü olduğunu hatırlatalım ve Çağlayangil’in bu durumu anılarında nasıl anlattığına kısaca değinelim:
“Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akıbetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım.”
Buradan Çağlayangil’in, Seyit Rıza’nın Dersim’de askerleri öldürdüğünü itiraf ettiği ortaya çıkıyor. Aynı yılın ayında Mustafa Kemal Atatürk, Tunceli ile ilgili meclis nutkunda şu sözleri söylemiştir:
“Memnuniyetle görmekteyiz ki, Cumhuriyet rejimi yurdumuzda huzur ve sükûnun en iyi yerleşmesini temin etmiş bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, Cumhuriyet kanunlarının eşit şartlan altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve saadet imkânlarından azami istifade etmektedirler. Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasına alıkoyabilecek hiç bir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım Tunceli’ndeki icraatımız neticeleri, bu hakikatin yakin ifadesidir.” (6)
Elbette Seyit Rıza’nın asılması ile tüm mesele bitmemiştir. Seyit Rıza’nın asılmasının intikamını almak isteyen bir grup yeniden silahlanmaya ve saldırıya başlamıştır. Bu süreçte başbakanlık İsmet İnönü’den Celal Bayar’a geçmiştir. Dersim’e yapılan ikinci harekâtı onaylayan Bayar’dır. Bu harekâtta görev alan Muhsin Batur, hatıratında hayatının bu kısmını anlatmak istemediğini belirtmiştir. Kaç kişinin öldüğü konusu kesin olmamakla birlikte 10000 ile 13000 kişi arasında kişinin öldüğü iddia edilmektedir. Abartılı rakamlar, acındırma siyasetinin ürünüdür ve tarihi geçerliliği yoktur.
Görüldüğü gibi Dersim olayı, yalnızca “sebepsiz yere katledilen masum Dersimliler”den ibaret değildir. Elbette her askeri harekâtta olabileceği gibi, suçlunun yanında suçu olmayan insanların da hayatı yitmiş olabilir ancak bu askeri harekâtların tabii kanunudur. Olayların başlangıcını düşünmeden ve anlatmadan yargılamak, dönemin isimlerini suçlu, katil iddia etmek ya cehaletin ya da art niyetliliğin ürünüdür.
2011
(1) Erhan Afyoncu – Abdülhamid Dersim Harekâtından Vazgeçmişti – Bugün 27 Kasım 2011
(2) TBMM Zabıtları Devre: 5 İçtima: 1 (1935)
(3) Saygı Öztürk – İsmet Paşa’nın Kürt Raporu – Doğan Kitap
(4) Yeniçağ Gazetesi – Dersim’de Bir Sorumlu Varsa Çağlayangil’dir - 4 Aralık 2011
(5) Hasan Atilla Uğur – Abdullah Öcalan’ı Nasıl Sorguladım – Kaynak Yayınları
(6) TBMM Zabıtları Devre: 5 İçtima: 3 (1937)