Aslında siyasetin son belirleyeninin hep dil olduğu ifade edilir, güzel konuşanın, hatip olanın siyaseten kazanacağı üzerine her daim iddiaya girilir.
Evet doğrudur, hatip kişi hep kazanır. Hayranlıkla takip edilir. Ancak akıllı insanların dünyasında önemli bir sorun vardır. Güzel konuşmak hatibe kazandırıyor ama hatibi dinleyene kazandırır mı? Sanırım bu soruyu cevaplamaya çok gerek yok. Çünkü güzel konuşma eğer güzel eylemlerin sonucunda coşkuyla dile gelmişse sorun yok. Ama ortada güzel eylem olmaksızın, sadece propaganda ve algı temelli olarak dile gelmişse, işte orada hatibi dinleyen kitlenin hayalinde hangi cenneti yeşertirse yeşertsin hatip kişi, aslında o dinleyicinin cehennemi o an başlamıştır. Çünkü yalanın, hayalin, olmayanın boyamanın üzerinden giden bir ikna psikolojisi, konuşmanın tüm rengini belirleyecektir. Aslında bazen konuşmacının güzel konuştuğu filan da yoktur. Kendinden emin tavırlar, vücut dilini yerinde kullanış, jestler ve mimikler birden bire konuşmacıyı tüm boş konuşmasına rağmen bir yıldıza çevirir. Buna Hitler’i ve onu dinleyen Kral 6. George’u örnek verebiliriz. Tam o esnada Hitler, kürsüde konuşmaktadır. Birleşik Krallık'ın o dönemki hükümdarı 6. George ise, bugünün Kraliçesi Elizabeth olarak bilinen Lilibeth ile locadan Hitler'i dinlemektedir. Hitler coşkuyla konuşmakta ve salonu etkisi altında tutmaktadır. O sırada Lilibeth yanındaki Kral 6. George'a soruyor. "Ne diyor" diye... Kral cevaplıyor, "Bilmiyorum ama ne söylüyorsa çok iyi bir biçimde söylüyor"… Aslında bu güzel konuşma dediğimiz meselenin toplumsal veya algısal bir özetidir. Çoğu zaman kurulan cümlelerin anlamı yerine hatibin tesiri konuşmanın belirleyici etkenine dönüşür.
Bazen de boş konuşmanın boş konuşma olduğunu fark etmeyiz. Safsata olduğunu algılamayız. Cümleler o kadar dolu ve mantıklı görünür ki, edebi bir sanat zanneder çılgınca alkışlarız. Yine bir örnek verecek isek, Hitler’den bir örnek verebilirim. Hitler’in Hannover konuşması en önemli konuşmalarından birisidir ve bu konuşmada manifestosunu yayınlar. Toplumu ikna etmek için şu cümlelerle söze başlar;
- Eğer ben bir rüya görüyorsam evet, bu bir hayaldir ama hepimiz aynı rüyayı görüyorsak yeni bir gerçeğin başlangıcıdır.
Bana “ne var ki bunda” diyebilirsiniz. Bunun neresi safsata diye sorabilirsiniz. Hatta hala daha güzel söz kıymetinde görmeye de devam edebilirsiniz. Ancak bir gerçek var ki, sözü değerli kılanın gerçeklik olduğu meselesidir. Mesela rüya ile onun gerçekliğini düşündüşümüz anda, rüyanın bireysel bir bilinç etkinliği olduğunu ve her bir rüyanın sadece bireye mahsus olduğunu ve aynı anda yeni bir rüyayı herkesin görme ihtimalinin olmadığını, hatta birden fazla herhangi bir kişinin dahi görme ihtimalinin bulunmadığını, bize gerçeklik bildirmektedir. O halde bu giriş cümlesi bütün ihtişamına rağmen bomboş bir safsata cümlesidir. Safsata ile ikna olmuş topluluklardan dev ilerleme hamleleri beklenemeyeceği de aşikardır. Onlar sadece kontrol mekanizmasının yığınlarıdır ve olumsuzluğa karşı makul bir edebiyat ile aşılanmışlardır.
Boş konuşma ve safsatanın mantıklıymış gibi sarfediliyor olması veya gerçekmiş gibi algılanmasının en öenmli tehlikesi çoğu zaman gerçekliğin gri propaganda ile karartılması sonucunu yaratır. Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün İngiliz Ajanı olduğu iddiası, yıllarca British Museum tarafından fonlanan tarihçi olduğu iddia edilen bir etki ajanı tarafından dillendirilmiştir. Ya da Arabistanlı Lawrence’ın en büyük başarısı güzel konuşma ile süslediği propaganda kaabiliyeti ve gerçekmiş gibi sunduğu algı yönetimi idi.
Hitabet, örgütlü cehaletten profesyonel ihanete kadar bir çok problemin gizlilik maskesi olarak kullanılmaktadır. O sebeple konuşmanın güzel olup olmaması değil mantık ile tutarlı olup olmaması konusunda talepkar olabildiğiniz gün egemenlerle berabere kalma şansınız artar.
Mehmet Fatih Doğrucan